Çomarlar, bakış açısı ve zeka

Selam.

Dünyanin çogu anlamda degistigini, özellikle 80-90’li yillar da dogan insanlarin, daha eski insanlardan hayli farkli oldugunu düsünüyorum. Kolay yoldan yapay mutluluk imkani had safhaya ulasti; porno, pc oyunlari.. anonim hesap sayesinde korkusuzca konusabilmek, saygi toplamak, gerçek hayata yansimayan basarilar elde etmek. Hatta bazi PC oyunlari gerçek hayat simülasyonu üzerine kurulu. Bilginiz varmi bilmiyorum ama binlerce insan hayati o oyunun içinde yasamayi tercih ediyor.

Ve bu insanlar sokaga çiktiklarinda, sudan çikmis baliga dönüyorlar. Hazzi emek vermeden almaya (porno, oyunda kazanilan zafer) alistiklari için çaba harcamaktan acizler. Insanlarla muhabbet etmekten, manzaraya bakmaktan keyif almiyor, sikiliyorlar. Ve pek tabiki kadinlar birer uzayli.

Yasli biri oldugunuzu söylemistiniz. Sizce potansiyelinin %1’ini kullanamayan, erkeksi hatta insansi özelliklerini yitirmis bu nesilden bihaber olabilir misiniz?
Düsüncelerinizin geçerliligi bunlar için de ayni mi?

 

YANIT

Öncelikle eski öğrencime merhaba…

Sözlerinde haklısın, yorumların hatalı değil; ama yaşamda zorluklardan arınmak olanaksızdır.

Benim dönemimde ilişkilerin bu denli mekanik olmadığı doğrudur, ancak kesinlikle o devirde (hatta lezzetli domatesleri ucuza yemek pahasına) yaşamak istemediğimi rahatça söyleyebilirim. Her çağın (hatta her icadın) kendine özgü olumlu ve olumsuz yanları vardır. Bu “zıtlıkların birleşimi” evrenin temel yasasıdır. Söz konusu yasa aşıldığı zaman evren (yani üzerinde duracak toprak) kalmayacaktır. Yapılması gereken ise -ölene dek kaçamayacağımız ve hatalı beyin elektriği yüzünden ölümden sonra yeniden kendimizi içinde bulacağımız- ortamda olumlu yanlara yönelmek, olumsuzları es geçmektir.

Şartlar hakkında konuştuk; insanlara gelelim ve şahsım ile ilgili sorunu yanıtlayayım:
Yeni nesli öğrencilerim aracılığı ile -sıradan insana oranla- çok daha yakından tanıdığımı söylemek mümkün; çünkü benimle iletişimdeki insanların çoğunluğu “öğrencim” statüsündedir ve ilişkimizin temeli özelleridir. Bir diğer söyleyişle iletişimlerimin neredeyse geneli gündelik dostluklara değil, insanların özeli üzerine kuruludur. Bu bilgi birikimine sahip olduğum halde tüm dürüstlüğümle söylemekteyim ki -fazla da PE’si olmayan biri sayılabileceğim halde- ne kadınların uzaylı olduğunu düşünüyorum, ne de Türk insanının insanlığını yitirdiğini… hem de bazı aydınlar tarafından en eleştirilen ortamda yaşadığım halde!

  • Londra’da yaşadım, New Jersey’de yaşadım,
  • günümüzdeki (artık bana da sinir edici gelen) modele pek benzemesem de Beyaz Türk’üm,
  • Osmanlı geçmişimle öğünürüm,
    [Ak partili arkadaşlar gocunmasın, geçmişimin AK parti politik çıkarları paralelinde tanıtılmasına karşıyım;
    benim düşüncemdeki insanlar kırılmasın, geçmişim AK parti politikaları ile yeniden hatırlandığı için AK partiye şükran duymaktayım],
  • klasik müzik, jazz ve black metal dinlerim, halk müziğini hiç sevmedim,
  • ütüsüz gömlek/ceket giymem (jean giymeye alıştık),
  • biraz ukala dümbeleği halim vardır,
  • hiç de dost canlısı, geçimli, uyumlu biri değilim,
  • ve de varoşta yaşıyorum!

Bu çelişik ve zorlu gibi duran şartlar içinde HALA (PE ile değil, tarafsız, akılcı gözlemlerle) kadınları sıcak, sevilmeye hasret duyan, yoksunluktan çaresizlik içinde; çevremdeki -birçok aydının çomar olarak adlandırdığı- insanları keyifli, saf ve kendi halinde kimseler olarak görüyorum. Alışkın olduğum kültür farklı olduğu için onlarla yakın dostluk kuramıyorum… ama bu durum onların gerçeğini algılayamamam, hatta düşman olarak algılamam için hiç de neden değil.

Yirmi + yıl önce -aşırılığım, laf dinlemezliğim, dik kafalılığım, “yaşamak” ile “aşılmaması gerekli sınırları aşmak” kavramlarını karıştırmam yüzünden- sonunda her şeyimi yitirip, dibe vurarak varoşa taşındığımda arkadaşlarım “çomarlar arasında” yaşayamayacağımı söylediler. Hatta biri -biraz fütursuzca- “Ben olsam deliririm” gibi bir yorum bile yaptı.

Ben ise sadece çevredeki temiz havaya, ferahlığa odaklandım. Algımı, evimin köhneliğine değil, manzaranın güzelliğine yönlendirdim. Yineleyeyim: Bu tavrımın gerisinde üstün yaradılışlı, daima iyimser, ya da pozitif bir insan olmam değil, aklımı devreye sokmam vardı.

  • Sokak düğünlerindeki davul ve zurna sesine kızacağıma, üzerlerinde zevksiz tuvaletler ve yürümeye alışkın olmadıkları yüksek topuklar içinde “seyirten” kadınların, kravatı yana kaymış, ceket kolları parmaklarının yarısına gelen erkeklerin mutlu olma çabalarını (hayata yüreklice asılmalarını) izleyebildim.
  • Asker uğurlama patırtılarında “çomarlar” diye çemkireceğime -ataerkil aile geçmişleri yüzünden onlara dayatılan sosyal modellere başkaldıracak ya da alternatif geliştirecek kafa yapısında olmadıkları için- boyun eğen, korku içinde delikanlıları görebildim.
  • Maçlardan sonra oluşan hengamede efelenen ataerkil erkeklerin aslında gerçek isteklerinin keyifli kadınlarla karşılıklı göbek atmak olduğunu, yaptıkları aşırılıkların gerisinde sadece tatminsizlik ve çaresizlik bulunduğunu fark edebildim.
  • Bana kuşku içinde, sınarcasına “selamün aleyküm” diyen kişilere -yalakalıktan uzak, ciddiyet ile- “aleyküm selam” diye cevap vermenin (hele bir de bonus olarak “Allah razı olsun efendim” eklemesinin) sonrasında onların gözlerindeki mutluluk ve rahatlama parıltısının keyfini hissedebildim.
  • Hayatta en sevdiğim eylemim olan balkonumda demlenme ritüelimde Vampiric Valtz benzeri alternatif zevklerimi içeren playlistleri kulaklıkla dinlemenin; Ramazanlar yaz ayına gelince içki şişemi masa altına koymanın daha akılcı olduğunu kavradım.
  • Sabah erken saatlerde, ağızlarında sigara ile öfke içinde işlerine giderken bana terslikle bakan “nalet heriflerin” köpeğimi görünce yüzlerine yayılan güzel ifadeyi yakalayabildim; benimle değil, köpeğimle iletişim kurmak adına -garip öpücükler yollamaktan, parmak şaklatmaya değin- beceriksizce yaptıkları hareketlerin gerisindeki iyiliğe özlemi gözleyebildim.

O ortamda bir yabancıydım, azınlıktım; ama onlardan daha kaliteli, daha iyi eğitimli, daha “görmüş geçirmiş” olmama rağmen “veren hesap” olmam gerektiğini görecek bir zekam da vardı.

Ben de böyle yaptım.

Ve kısa sürede onlardan öğreneceğim pek çok şey olduğunu, sadece BAZI alanlarda onlardan değerli olduğumu, bazı farklı alanlarda onların benden değerli ve bilgili sayılmaları gerektiğini gördüm.

Bunları temiz kalbimle DEĞİL, öfkeden arınmış, temiz zekamla(!) elde ettim.

Ve bir gün başıma ters bir olay geldi.

Ailemin son ferdi, ultra seçkin ve ultra zengin akrabamı aradım, çenemden kanlar aktığını, cebimde para olmadığını söyleyerek durumu anlattım. Aldığım yanıt beni evine alamayacağı idi. (Haklıydı kendince; gençliğimden beri ailede güven telkin eden biri hiç olmadım.)

Ama o insanlar aldılar.

Cebime para koydular; hastaneye gidebildim. Dönüşte bir diğer komşunun evinde misafir edildim… Bir de tatlı servisi yapıldı.

Yirmi sene sonunda hala -giyim, konuşma, hayata bakış, yaşam modeli- açısından onlardan biri değilim. Hiç biri ile yakın arkadaşlığım yok. Ama -bana sürekli yemek getiren komşumun söylediğine göre- geçen ay bana her zamankinden çok aşure geldi. 🙂

Söylemek istediğim şu: Benim gibi -ve izninle senin gibi- beyninde fazla pozitif elektrik olmayan, ama olması gerektiğinden biraz fazla akıl olan kişiler bile, SADECE AKILCI DAVRANARAK, biraz da olaya asılarak (yani kendini zorlayarak), öfkeye dayalı bakış stillerini yok edebilirler. Böylece düşman sanılan insanların pek çoğunun hiç de kötü insanlar olmadıklarını görecek olabilirler.

İnsanları düşman gösteren, onların gerçekte düşman olmaları değil; onlara bakanın beyindeki düşmandır. Bu evrende “korku” ve korkunun terbiyesiz veledi “öfke”den başka tek bir düşman yoktur. Çevresinde düşmanlık gören kişi suçu sadece (evet, abartmıyorum SADECE) kendinde aramalıdır.

Şimdi son olarak bir kez daha ana temayı yineleyelim mi?

“Gerçeklik aslında yoktur. Gerçeklik an bazında kişinin beyin elektriği ile var edilmektedir. Elektriği yaparken kullanılacak hamur ise sadece kişisel seçimle belirlenir. Dileyen pozitif enerjiyi seçer, dileyen negatifi…”

Pozitif enerji ise mutlak olarak yumuşak bir kalp ile celp edilmez. Zeki bir beyin de PE celp etmek adına yeterince donanımlıdır.

Süperpozisyondaki seçenekler arasından birini seçen unsur, -bakış açısı- yani beyin elektriğidir. Hayata ve insanlara öfke ile bakan öfkeli insanlarla yaşar. Kişi, içinde yaşadığı ortama bakarak kim olduğunu anlayabilir.

<!—————-
Devamı >>

———————>


SORUNUZU İLETİN!

Majide enerjinin gerekliliği ve kaynağı

Sorum şu , gerçeklik dalga fonksiyonu çöküşüyle oluyor , süperpozisyon durumu ise olasılıklar silsilesi , bu olasılıklar bir birinden bağımsız olmamalı! yani biz belli enerjilerle dalga fonksiyonunu iradi olarak çöktürdüğümüze göre , toplayabildiğimiz enerji oranında süperpozisyonda istediğmiz alana doğru kayma yapabiliyoruz.

örnek vereyim , oğlum uyku uyuyamıyor , her gece 10 defa kalkıyor , ben onun sabaha kadar deliksiz uyku uyuması için maji yapıyorum , burada şöyle mekanizma çalışıyor olabilir mi ,süperpozisyonda ki olasılıklar birbirine bir şekilde bağlı , gerçeklikler arasında belli bir mesafe var , ben maji ile istediğim yola doğru gerçekliği kaydırıyorum , gelen enerjilere göre gecede 10 defa kalmasından 9-8-7-6 şeklinde ve en sonunda amaç hedefim olan ve süperpozisyon halinde gizli deliksiz uyku gerçekliği! benim çağırdığım enerji ile ancak 6 defa uyandığı gerçekliğe kadar yetmesi durumunda maji o şekilde sonuç veriyor ! bir gece önce 10 defa maji sonrası 6 defa kalkıyor . istediğim hedefe giderken yolda enerjim bitiyor ve o gerçeklik olmasa da yakın bir gerçeklik oluşuyor. Veya aşk çalışması için maji yapıyoruz , hedef , bir kişinin bana aşık olması , çalışma sonunda aşık olmuyor ama biraz daha sempati besliyor , önceden kini varsa düşmanlığı kalmıyor. Bu durumu değerlendirmenizi rica ediyorum.

YANIT

Sözleriniz Orch OR yorumu kapsamında ve temelde doğru; sadece bir noktada hatanız var.

Söz konusu kuantum yorumunu kısaca açıklarsam hem anlaşılmayan yerler daha net anlaşılabilir, hem de hatanızı daha doğrudan göstermiş olurum.

Bu modele göre (ki, 722 Sistemi mantığı bu modele dayalıdır) gerçeklik ölçüm ile çökmez. Kendi kendine çöker!

Nasıl çöker?

Süperpozisyondaki parçacıklar arasındaki enerji farkı belli bir eşiğe gelince çöker.

Süperpozisyonda dalga fonksiyonu vardır; gerçeklik, standart kuantum yorumlarına göre ölçüm sonucu dalga fonksiyonunun çökmesi ile oluşur. Buraya dek sözleriniz doğru.

Ancak süperpozisyondaki “kaymadan” söz etmişsiniz. Süperpozisyon kaymaz. Burada hatalısınız.

Orch OR, standart yorumlardan farklı bir bakış açısı taşıyan bir görüştür. (Bu yüzden ortaya atıldığı 20 sene önce bilim dünyasında çok büyük eleştiri almış, ama bu modelin mimarı iki bilim adamı her seferinde yeni argümanlarla yorumun gerçekliğini ortaya çıkartabilmişlerdir. Yorum, son olarak 2013 yılında revize edilerek son şeklini almıştır. Eğitimde yansıtılan bu versiyondur.)

Orch OR demektedir ki “Dalga fonksiyonu; enerji, farkı parçacıklar arasında belli bir düzeye gelince çöker.”

Enerji denilen nedir?

Tıpkı Genel Rölativite prensibindeki gibi gravitasyonun kütleye uyguladığı enerjidir. Ama bu kez söz edilen gravite, kuantum gravitasyonudur.

Kuantum gravitasyonu küçük objelere (örneğin elektronlara) az enerji uyguladığı için bunlar çok uzun süre dalga fonksiyonunda kalabilirler. Ama Schrödinger’ın kedisi gibi (ve de insan gibi) büyük kütleli objeler -enerji gerekliliği yüksek olduğu için- çabuk çökerler. Bu yüzden insan makrokozmos ortamında elektronlar gibi dalga fonksiyonunda kalıp, duvarlardan geçemez; bir taraftan iş toplantısında projeksiyon ile sunum yaparken, diğer tarafta kucağında hanım hoplatamaz (ya da sevdiği adamın kucağında hoplayamaz).

Maji konusuna gelelim: Maji yaparken süperpozisyondaki olasılıklardan canınızın istediğini çöktürme peşindesinizdir. Ama önünüzde handikap boldur:
– Öncelikle kuantum gravitasyonu yüzünden olasılıklardan en az enerjilisi çökeceği için buna engel olmanız gerekir.
– Bunu başardığınızı varsaydığımızda bile, bu sefer canınızın istediğini olasılığın enerjisini var etmelisiniz… ki, bu gerçeklik büyük bir enerji gereksiyor olabilir! (Eğitimde “Günüm güzel geçsin” benzeri basit hedefler önerme nedenimiz budur.)

Ama “başarısızlık” ile “başarı” arasında alternatifler de vardır; çünkü olasılık, hedefe aktardığınız/yolladığınız enerjiye göre çöker. Yani enerjiniz az geldiğinde -örneğinizdeki gibi- oğlunuz gece on değil, altı kez kalkar; gönlünüzü çalan dilber size abayı yakacağına “Sen çok iyi adamsın” da kalır.1 😉

Görülmekte ki enerji maji dünyasında da neredeyse her şeydir.

Peki maji dünyasında enerji nedir?

Gama dalgasıdır!

Neden?

Çünkü gerçeklik çökmesi sırasında mikrotübüllerden gama dalgası yayılmaktadır. Yani dalga fonksiyonunun çökmesi ile gama dalgaları doğrudan bağlantılıdır.

Aprentisler genelde 40-60 Hz.de kalmaktadırlar. Bunu 100, 120ye vurdurabildiğinizde evren “Bingo!” der.

 


 

DİP NOTLAR

[1]
Majisyen, üçüncü kişilerin EM alanını hedef aldığında elde ettikleri adına büyük ve gereksiz bir bedel öder. Hedefteki kişinin kayıpları ise faiz eklenerek geri ödenir. Bu fizik bir etki-tepki mekanizmasıdır. İçinde yaşadığımız evrenin dinamiğinde kişisel hata ile boşalmayan alan, evren tarafından doldurulur. Bu yüzden kimse maji ile kalıcı hasar göremez. Yine aynı yapı yüzünden hiçbir canlı hak etmeden (evrimselleşmeden) bir şey elde edemez. Etmeye kalktığında gereksiz bedeller öder… yani kazık yer. Güzel kaderlere sahip olmanın tek yolu değişmektir. Maji, söz konusu kişisel değişikliği (evrimi) yaratmak adına kullanıldığında önemli, değerli ve kutsaldır.

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Polyannacilik ile Pozitif Düsünce arasindaki fark

Düsüncenin pozitif yönde olmasiyla süperpozisyonu pozitif olarak çöktürdügünden ve negatif ise tam tersi söz konusu oldugundan bahsetmekteyiz. Isin asli buna ben de inaniyorum. Ancak son zamanlarda kendimi kendi kendime bazi düsüncelerime ithafen “Biraz gerçekçi ol” derken buluyorum. Ve açikçasi durum genelde bir kiz meselesiyle alakali. Bazı olaylar sinir bozucu (…) Kisacasi ben hala bir ümit bulundururken içimden bi ses “gerçekçi ol ” diyor.

Düsüncülerimiz realitemizi olusturuyor prensibine göre, bu düsünceye inanarak ikimizin bir arada olamayacagi paralel evrene mi atliyorum? Peki ya bu içimdeki negatif sese inanmasam o zaman da polyannacilik olmayacak mi?

Demem o ki pozitif düsünceyle polyannacilik arasindaki o ince çizgi nerede?

 

YANIT

Bilimsel veriler ile özel sorununuzu öyle güzel karmışsınız ki, şu gerçeğe vurgu yapmadan yanıta geçemeyeceğim:

Nörobilim, kuantum mekaniği ve okültizm ortamının var oluşunun yegane nedeni evrimdir. Bilim adamları ve düşünürler daha muhteşem insanlar ve şartlar yaratmak adına
çabalamaktadırlar… diye düşünen büyük bir yanılgı içindedir. Söz konusu çabanın öncel hedefi daha kaliteli (az acılı!) aşk ilişkileri, daha çok seks partneridir. Ataerkil sistemlerin yaptıkları bu kadar baskıya karşın 10.000 yıldır kesin başarı elde edememe, her defasında yıkılıp durma nedeni bu gerçeği göz ardı etmeleridir.

Kısaca; “bütün yollar aslında Aeon’a (yani 10.000 yıllık insanlık geçmişinde son 70 yılda, Yeni Çağ ile elde edilen bilgilere) değil, Roma’ya (zevk ve keyfe) çıkmaya hedeflidir. Aeon’a sapma nedeni Roma’ya kısa yoldan varma ülküsüdür. 😉

Sorunuza geçeyim: Olaylara pozitif açıdan bakmak ile olmayan şeyleri görerek kendini aldatmak farklıdır. Pozitif bakış, her olayın içinde var olan olumlu noktayı yakalayıp ona odaklanmakla1, diğer durumlarla kontağı koparmakla (onlara yönelik algıyı sıfırlamakla) ilgilidir. Söz konusu eğilimi “sorunlarla karşılaşmadan önce doğru brain maplerle altyapı oluşturma” şeklinde özetlemek de mümkündür. Beyin, arzuladığınız her şekilde düşünmeyi öğrenebilir.

Eğer beyniniz eğitimli ise, yani müjdeyi deşifre ederek self induced sertonin salgılatabiliyorsanız, zorlu şartlarda bile şartları daha iyiye götürecek bir EM alan yaratabilirsiniz. Yine de bu başarı ciddi bir çaba ve eğitim gerektirir.

Bunun yerine, zorlu anlarla karşılaşınca daha kolay bir PE invoke etme yöntemi olarak, stres içinde kıvranmadan, kendine acımadan, kadere lanet etmeden, çok şanssız olduğuna inanmadan, farklı odakları suçlamadan, bu dünyanın kötü olduğunu düşünmeden vb. YAPILMASI GEREKENLERİ YAPMAK ve ardından olayı bir daha DÜŞÜNMEMEK önerilebilir.

Görüyorsunuz ki bu tavır ne tam olarak boş verip hiçbir eylemde bulunmamak, ne de tedirginlik ve kaygı içinde olayı düşünüp durmakla ilgilidir. İdeal yaklaşım ikisinin ortasında bir tutumdur… ki, buna denge denir.

“Gerçekçi olmak” adlı pop kültür kalıbı son derece yıkıcı sonuçlar yaratabilir; çünkü gerçek diye bir şeyin olduğu -özellikle kuantum mekaniğinin keşiflerinden sonra- hayli kuşkuludur. Ayrıca milyonlarca olasılığın çakışması ile var olmuş bir ortamda acıyı sıfırlayacak çözümü bulmak neredeyse imkansızdır. Bu yüzden işleri pozitif enerjiye yüklemek, yani PE celp edecek tavırda (soğukkanlı, sakin, rahat ve sabırlı bir model) davranıp, ardından olayı kafadan atmak en az acı verecek sonucu kişiyi fazla zorlamadan yaratacaktır.

[Bana öğrencilerim sık sık “Soğukkanlı, sakin, rahat ve sabırlı ol diyorsunuz da, ben olamıyorum” derler. Aklına böyle sorular takılan kişilerin bulunacağı ihtimaline karşı klasik yanıtım bir kez daha vereyim:
“Soğukkanlı, sakin, rahat ve sabırlı bir kimlik var etmenin yegane yolu bu kimliğin ideal ve mutlak olduğuna inanmaktır. Söz konusu nitelikleri realize edememe nedeni ataerkil kültür tarafından bu kimliğin tam tersinin ideal ve mutlak olduğuna inandırılmış olmaktır.

Filmler, romanlar, haberler, medya ve sosyal medya aracılığı vb. ile edinilen bilgiler sürekli en saldırganın en güçlü, kas gücü en fazla olanın en başarılı, en önde (hatta en üstte) olanın en seçkin sayılması gerektiğini empoze eder. İdital; pısırık, renksiz, heyecan verici olmayan, hatta moda değim ile “ezik” kimliklerin kişilik özelliği olarak gösterilir. Çocuk romanları, hatta bilinci daha tam olarak gelişmemiş 2-4 yaşındaki bebeklere anlatılan masallarla bile aynı bilgiler beyinlere yerleştirilir.

Böylesi beyinlere sahip kişiler, sadece beyinleri bu şekilde yapılandırıldığı için “soğukkanlı, sakin, rahat ve sabırlı” olamazlar. Bu yüzden yapılması gereken şey öncel programları silmek, yerine yeni ve işe yarar bilgileri yerleştirmektir.

Söz konusu “yeniden düzenleme”nin ilk adımı ise bu bilgilerin gerçekliğine (işe yararlığına, gerekliliğine, önemine, değerine vb.) yönelik inançtır.

İnanan beyin zaman içinde değişir. Değişemeyen hala inanmamış demektir. İnanç yoksa PE de yoktur. ]


 

DİP NOTLAR

[1] Unutulmamalı ki “Her felaket, sinesinde bir müjdeyi gizler”.

<!—————-
Devamı >>

——————>


SORUNUZU İLETİN!

Türkiye’den gelişmiş ülkelere göç

Ben senin son yillarda Türkiye’de son safaya ulasmis olan beyin göçü hakkindaki düsüncelerini merak ediyorum.. Bunca genç, zeki ve yetenekli insan neden anayurdunu terk edip uzak diyarlara göçüyor sence ? Genç bir mühendis ve felsefeci adayi olarak bu konudaki görüslerini merak etmekteyim..

YANIT

Öncelikle merhabalar arkadaşım.

Her insanın -yasaların izin verdiği ölçüde- istediği coğrafyada yaşamasından yana olan biriyim. Sınırlardan hoşlanmam. İnsan ırkının birbirine karışması gerektiğini savunurum. Kendim de hem Londra’da, hem New Jersey’da yaşadım.

Soruna -biraz üstün körü- yanıt verdikten sonra dilersen soruyu “Gittikleri yerde mutlu olurlar mı?” şeklinde bir soruya evirerek yanıtlayayım.

Mutlu olmak adına atılan adımların olumlu sonuç verip vermemesi, adım atılırken kişiyi yönlendiren beyin elektriğine bağlıdır. Sözü edilen evrensel dinamik atalar tarafından “Bir iş nasıl başlarsa öyle gider” şeklinde rezüme edilmiştir. Bu nedenle ülkeden göç etmekle ilgili adım, içinde yaşanan ülkeye, yaşam şartlarına, ilişkide olunan insanlara, üstlenilmek zorunda olunan değerlere vb. yönelik nefret, hatta küçümseme ile atılmışsa, varılan ortamda ciddi ölçüde düş kırıklığı yaşanacak olabilir.

Nefret, öfke, hırs, hınç gibi duygular NE taşırlar. NE dediğimiz vibrasyon, eli mızraklı, keçi kuyruklu, ya da İncil’de anlatıldığı şekli ile denizden çıkan bir canavar değil, sadece bölücü (ayırıcı) yapıda bir vibrasyondur. Onu makrokozmosta Kara Enerji olarak izlemek mümkündür. Bu vibrasyonun mikrokozmos versiyonunu (dalga fonksiyonunu) celp ederek ilk adımı atan kişiler, celp ettikleri frekansın yapısı gereği en fazla istenen şeylerden ayrı kalacaklardır. İnsanlar için “en fazla istenen şeyler” olarak nitelenebilecek temel kavramlar rahatlık, mutluluk, dinginlik ve doyum olduğuna göre hipotetik olarak bu kavramlardan ayrı düşecekleri varsayılabilir.

Tersine, bir nefret tepkisi ile adım atmayan; vatanına pozitif duygularla bağlı iken, daha iyi yaşama koşullarını somut şekilde elde etme şansı yakalamış kişiler yeni yaşamlarında tatmin edici hayatlar kuracak olabilirler.

Ancak ilk adım pozitif duygularla atılmış olsa bile mutluluk ibresinin + tarafa yönelmesi, – tarafa yönelmesinden daha zor gibidir! Söz konusu durumun nedeni ise “millet” adlı topluluğu oluşturan insanların arasındaki bağdır. Anılan bağ ise farklı birimleri bir arada tutmak adına zorlayan bir unsur değil, temel bir tamlığın sübjektif yansımasıdır.

Sözü edilen bağın kaynağının uzun yıllar genetik yapı olduğu düşünülmüştür.

Oysa çağdaş bilim, bağın genetik yasalarla sınırlı olmayabileceğini düşündüren bulgulara erişmiştir: Kuantum mekaniğine göre uzay-zamanda ortak şekilde var olan elektronlar (aynı coğrafyada doğup uzunca bir süre birlikte yaşayan insanlar) arasında quantum entanglement (kuantum dolanıklığı) adlı koparılmayan bir bağ oluşmaktadır. Einstein bu gerçeğe son nefesini verene dek karşı çıksa da, söz konusu bağ defalarca kanıtlanmış… ama nedenselliği hala bulunamamıştır. Öyle bir bağdır ki bu, bağlı elektronlardan biri diğerinden ışık yılları ile uzak bir yere götürülse bile, birinde oluşan bir değişiklik, diğerinde meydana gelmektedir!

Kuantum ve genetik bilim ortada olmadığı zamanlarda bile atalar söz konusu koparılamayan bağı sezmiş ve adına “kökler” demişler, “taş yerinde ağırdır” benzeri özlü sözler üretmişlerdir.

Sözü edilen bağ bir “tamlık”tan kaynaklandığı için fark edilmeden yaşanan, genelde SADECE yitirilince bilincine varılan, farklı bir rahatlık vibrasyonu içerir. Bu duyguyu ise makrokozmos kazanımlarının var edebileceğini düşünmek biraz zordur.

Doğrudur; Hitler Almanya’sından kaçmayan nice Yahudi temerküz kamplarında çok kötü şartlarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Nobel ödüllü Wigner ve Einstein gibi fizik dehaları Birleşik Devletlere göçmeseler belki de insanlık ciddi bir kayba uğrayacaktır.

Ancak

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Yorumlardaki tenakuz

schrodinger denkleminde bir evoluasyon var. (…) objektif çöküşteyse observer etkisi yok. state reduction (dalga fonksiyonunun çökmesi) nasıl oluyor o zaman? veya bunların hangisi doğru? tenakuza düşmüyor musunuz?

YANIT

Ortaya atıldığında bilim dünyasının devrimci çılgını Einstein’ı tutucu ve despot ilkokul müdürüne çeviren Kopenhag Yorumunun “modası çoktan geçti” desek haddimizi aşmış olacağımız için “Kopenhag Yorumu geniş ölçüde eleştirilmektedir” diyelim… çünkü temelde bir formüldür. Ölçüme dikkat çekmek gibi büyük bir adım atılmasına neden olduğu halde, hipotezde insan bilincine yer yoktur.

Schrödinger denklemi neyin olacağını söylemez; neyin, nerelerde ve ne ihtimalle olabileceğini söyler. Yani Schrödinger’in ünlü kedi deneyinde Gayger sayacı ile bir kutuya konmuş kedinin bir yerde bir olasılığa göre canlı, diğer yerde farklı olasılığa göre ölü olacağını anlatmaktadır. İşin ilginç yanı Schrödinger’in bu deney ile aynı zamanda ünlü denklemi ile de dalga geçmiş olmasıdır. Denklemdeki evoluation bir yere, bir düzeye kadar ilerler… ondan sonra farklı bir şey olur. Başka neyin olduğunu açıklayan modellerden biri de Orch OR’dur.

Orch Or ve tüm objektif çöküş modellerinde gözlemciye yer yoktur. Bu yorumda gravite, Einstein’ın Genel Görelilik yasasına göre yer alır, yani makrokozmostaki gibi uzayı büker. State reduction (çöküş) ise süperpozisyondaki kütleler arasındaki enerji farkı belli bir kritere gelince oluşur. Yani belirleyici olan süperpozisyondaki objelerin kütlelerinin büyüklüğüdür. Bizlerin (insanların) ve kedilerin dalga fonksiyonunda olamamanız (duvarlardan geçemememiz) bu yüzdendir: Süperpozisyondaki bir elektron binlerce yıl çökmeden dursa da, insan ve kedi gibi büyük kütleli objeler dalga fonksiyonunda kalamazlar, çökerler.

Biz Orch OR’u çöküş modeli olarak almıyoruz. Gerçekliğin mikrotübüllerde çöktüğüne, Hameroff modeline göre çöktüğüne ve de kuantum uzayının derinlerinde yer alan farklı bir “şeye” (bilince?) inandığımız için Penrose’un modelinin Hameroff bölümüne yoğunlaşıyor,

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

İnsanlar beni küçümsüyor

Bazi insanlarin beni küçümsedigini görmek beni inanilmaz üzüyor ve haftalarca üzerine düsünüp takiliyorum. Basima gelen bu tarz olaylari düsünmekten baska hiçbir seye odaklanamiyorum. Yardimci olursaniz çok sevinirim.

YANIT

Sorunuza çocukluğunuza dönüp nedensellik arayarak ya da sizi aslında küçümsenmeyecek bir insan olduğunuza inandırmaya çalışarak değil; ülkemizde hala halka pek-pek az yansıyan son bilimsel bulgular bazında -kuantum kuatnum mekaniği temelinde- (ve okurun bilgisini biraz daha arttırmak adına bu kez farklı bir yoruma da pas atarak) yanıt vereceğim:

Evren (buna kader ve gelecek diyelim mi?), sadece ölçümünüzle oluşuyor! Yani yaşadığınız her şeyin mimarı sizsiniz.

Sözlerime inanmak zor… biliyorum.

Bu -akıl dışı gibi duran- sözün gerisinde okült değil -iki yüz yıldır
yaşamı kesin sınırlar çizerek belirleyen (kasan)- “bilim” adlı disiplinin olması ortama traji-komik bir espri de katmakta. Aynı bilim, hem yaşamın kesin yasalar değil, rastlantısallık üzerine kurulu yapısını ortaya çıkarttı; hem de bazı doğruların yanlış olduğunu… Örneğin kütle çekimi hakkında hiçbir şey anlamamış baş kişi Newton’u!.. İlk başta “yüzyılın ilericisi” olarak yaşayan Einstein hayatının son döneminde yeni keşiflere ayak uyduramadığı için -kimse kusura bakmasın, günümüzde hala bıyık altından gülünerek söylenecek sözler ederek- buluşlara karşı geldi. (Gördüğünüz gibi, sözlerime inanmak zordur; bu gerçeklere bilim adamları bile kolay inanamamışlardır.)

Parçacık fizikçileri ilk başta gerçekliğin bakışla yaratıldığı halde rastlantısal olduğunu öne sürdüler ve olaslıkları Schrödinger denklemi ile saptadılar… Oysa giderek denklemin bir yerden sonra işlemediği de ortaya çıktı ve bu soruna çözüm arayan yorumlar doğdu.

Bu yorumların çoğu -şu veya bu şekilde ölçümü yapınca- ölçmediğiniz seçeneklerin yok olduğunu varsayıyorlar.

Örnekleyelim: Bir evrende USA başkanısınız, birinde parçacık fizikçisi, birinde 1700lü yıllarda yaşamakta olan bir korsansınız veya antik Mısır’da kambur bir dilenci… Süperpozisyonun milyondan fazla seçenek (olasılık) içerdiği düşünülüyor. Bunlardan birini ölçüm ile çöktürüyor yani gerçekliğe (hayatınıza) çeviriyorsunuz. Diğerleri yok oluyor.

Oysa Hugh Everett diyor ki “Hayır! Diğerleri yok olmaz; paralel evrenler olarak var olmayı sürdürürler!” Yani ölçmediğiniz ve Amerika başkanı olduğunuz kader çökmez… siz fark etmeseniz de bir hayatta Amerika başkanı olarak yaşamayı sürdürürsünüz!

Bazı bilim adamları ise işi bir adım öne götürüyor ve diyorlar ki: “Bu evrenlere atlamak olasıdır!” Neden? Yanıt basit ve bilimsel: “Madem ki elektronlar orbitallerinde (yörüngelerinde) birinden diğerine ışınlanır gibi atlıyorlar (yani sıçramıyorlar, bir anda bir orbitaldeler, ardından diğerindeler) o zaman elektronlardan yapılı insanların da bu eylemi ifa edebilmeleri gerekir.

Sorunuza şimdi doğrudan yanıt verelim:
Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Vajinal orgazm

Vajinal orgazm konusundaki düsünceniz nedir acaba? Klitoral orgazm için kadini erkeklestirdigi söyleniyor siz ne dersiniz?

YANIT

YANITI YAYINLANDIĞI SİTEDEN OKUYUN!

Farklı bir yerden başlayalım: Erkeğin orgazmını sağlayan prostat bezidir. Prostat bezi mekanik biçimde uyarılınca erkeklerde boşalma oluşur. İşin kötü yanı prostat bezine ancak anal yolla, yani anal penetrasyon ile ulaşılabilir. Bazı hastalıklarda doktorlar bu yolla (anal yoldan parmak sokarak) hastaları boşaltırlar.
[Bu nedenle anal seksin her erkek için zevk verici olduğu (hatta kadınlara oranla -fizyolojik yapı nedeni ile- misli ile zevk verici olduğu) ve bu durumun eşcinsellikle ilgili sayılamayacağı söylenebilir.]

Cinsel ahlakla ilgili kuralları unutalım; erkeklerde anal penetrasyonun bir tabu olmadığını düşünelim. Bu ortamda bir erkeğin anal yolla orgazm olması ne ise, kadının vajinal yolla orgazmı da odur. Orgazm vardır… ama -orgazmın ana kaynağı es geçildiği için- dolaylıdır; çünkü orgazmın doğal kaynağı kadında klitoris, erkekte penistir.

Klitoris’e “gelişmemiş penis” yakıştırması ataerkil Freud ile doğmuş (radikal feminist yazar Perihan Mağden tarafından “Freud’un işkembe-i kübradan attığı düşünce” şeklinde dile getirilen) hastalıklı bir kavramdır.

Küçüğün gelişmemiş ve değersiz olduğu düşüncesi kaba kuvvete tapan ataerkil kültüre özgü bir kavramdır. Oysa gerçeklik küçük olduğu oranda var edicidir! Hatırlanmalıdır ki, madde evreni kuantum ortamında (atomlardan küçük nesneler uzayında) meydana gelmektedir; evren ise kesme şekeri büyüklüğünde bir şeyin bölünmesi ya da patlaması ile var olmuştur.

Klitorisin değersiz bir ek olduğu inancı temelinde;
kadının biricik ve en kolay uyarılacağı noktayı yok ederek -beklentilerini sıfırlayarak- onu bütünü ile erkeğin kullanımına sunma,
erkeği, verici olmadan almaya -hoyratlığa- yönlendirerek erkeksi hasletlerinden (özveri, aslında bazı konularda kadına oranla daha dayanıklı olan erkeğe özgü bir erdemdir) uzaklaştırma planı vardır.
Bu tünelin sonunda klitoral sünnetin bulunduğunu hissetmek zor değildir. Tünele girişin ilk adımları ise ataerkil pornoda öpüşme ve klitoral uyarı sahnesinin bulunmamasıdır.

Kendi bedeninin doğal yapısına yabancılaştırılmaya başkaldıran hanımlara iki önerim olacak:

  • Cinsellikte -bizler dahil- çok bilmişlerin lafını, kitabını, makalesini okuyarak bilgi edinmeye çalışmayın; kendi bedeninizin sesinin dinleyin. (Daha açık söyleyişle, biraz utanmaz olun! Sağınızı solunuzu kurcalamaktan, sizi ürperten şeyleri bulmaktan ve bunları erkeğinizden talep etmekten utanmayın.)
  • Seks sırasında klitoral uyarıyı yapmayan partnerlerin penisine dokunmayın. Onu sadece anal yolla uyaracağınızı söyleyin.1
    Belki o zaman yaptıkları hatayı anlarlar. 😉

Ancak biraz da kadınları eleştireyim: Biz erkekler canavar olmadığımız gibi, kötü niyetli varlıklar hiç değiliz. Bizlerin içinde partnerini mutlu etmeye yönelik -bence- kadınlarınkinden daha güçlü bir dürtü vardır ve bunun gerisinde egoist (kendimizi kral olarak görmekten acayip mest olan) kimliğimiz bulunur. Yani erkekler orgazm olmak kadar, kadınlarını kendinden gerçek anlamı ile geçirmeye de ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyacın ardındaysa egoyu “ben neymişim be abi” yaklaşımı ile “pışpışlayarak” krallığı kolay yoldan perçinleme arzusu vardır.

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Karar vermek

Hayatimizi önemli ölçüde degistirecek iki seçenek arasinda kaldigimizda, dogru karari vermek için nasil bir yol izlememiz gerekir?

YANIT

YANITI YAYINLANDIĞI SİTEDEN OKUYUN!

PE envoke eden bir kimsenin yaptığı HER SEÇİM doğrudur; çünkü PE sahibi kişi -onu isteklerinden uzaklaştıracak bölücü enerji (NE) ile kontak kurarak- olumsuz gerçeklikler yaratmamıştır. Hatalı seçimin nedeni yaşamda yer alan acı yaratacak seçeneği tercih etmek değil, süperpozisyonda yer alan acı yaratacak olasılığı seçerek gerçekliği yaratmaktır.

İçinde yaşadığımız gerçeklikte yer alan koşullar -tıpkı Matrix 1 adlı filmdeki gibi- birer illüzyondurlar. Ancak illüzyon olan şartları kötü niyetli bir program değil; kişinin öznel bilinci yaratır. Elektrik iyi ise iyi yaratır, kötü ise kötü… Bu yüzden olaylara değil, elektriğe yönelmek öncel çözümdür.

Elektriği düzeltmek kolay mıdır?

Tabii ki pek kolay değildir. Bu sayfanın okurunun en az 20 yaşında olduğu varsayılırsa, en az 20 sene boyunca oluşturulan brain map’leri silmek zaman ve kararlılık ister… ancak kesinlikle imkansız değildir… mümkündür.

Elektriği nasıl düzeltebilirsiniz?

Sitemizde yer alan Pozitif Enerji Eğitimini alabilirsiniz. Maji yapmayı öğrenebilirsiniz.

Ancak eğitim almaktan hoşlanmıyor, bize inanmıyor, ya da maddesel güçlükler çekiyorsanız yine de yapılacak şeyler vardır:

  • Negatif duyguları hissedince bunları düşünmeyin.
  • Bunların kaynağı olan sorunu HALLETMEYE ÇALIŞMAYIN.
  • Sorunlarınız hakkında kimseyle dertleşmeyin.

Halletmeye çalışmak da, konu hakkında konuşmak da “düşünmek” anlamına gelir. Düşünceler ise fotondur; EM alanın radyasyon taşıyıcılarıdırlar.

Negatif hisleri (yani bunlara neden olan düşünceleri) kestiğiniz anda, PE -pozitif enerji celp etmek için hiç bir şey yapmadığınız halde- negatif elektriğin kesildiği zamanla pozitif korelasyon içinde kendi kendine celp olmaya başlayacaktır. PE var olmaya başladığı anda sorunlar adım-adım KENDİĞİNDEN çözülmeye başlar. Kısa sürede yapılması gerekeni keşfeder… ya da yaratırsınız.

Evren, aslında yaşanması zor değil, kolay bir yerdir. Negatif değil, pozitif enerjiyi envoke etmek kolaydır. Pozitif enerji, birleştirici içerikte olduğu için davetlere hemen “icabet eder”. Olağan ve sıradan olan onunla sempatizasyon ilişkisi kurmak, onunla senkronize olmaktır. Bu kolaylığın yaşanamama nedeni, çocukluktan itibaren beyine yerleştirilen engellerdir. Basit bir örnek verelim: Bir ayağını koluna bağlamanın gerekli ve iyi olduğu öğretilen insan iki bacak ile doğal şekilde yürümenin kolaylığını zor anlar.

Şimdi sorunuza geleyim ve doğrudan yanıt vereyim.

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Can Sıkıntısı, Hastalık Yaratma, Müziğin Ruha Etkisi (ve Dans)

zaman zaman psikolojik düsüsler yasamak normal midir? Ya da bu düsüsleri nasil engelleyebiliriz? Müzigimi dinleyenlerin enerjisinin benim enerjime etkisi var midir?

YANIT

Korkak ve silik kişilerin bilgisayarlar ardına saklanarak savurdukları terbiyesizce, arsızca, hatta hayasızca lafları ile yaratılan beyin elektriğini pozitive etmek (yani bunlara aldırmayabilmek) duygusal, algıları açık, zeki, eğitimli bir kimse iseniz biraz zordur.

Ancak beyin, yapamayacağını sandığımızı çok şeyi öğrenme yeteneği ile yüklüdür ve bu kapasitesi aslında bir yetenek değil, doğal yapısının bir detayıdır. Yani beyne öğrenemeyeceğini sandığımız şeyleri öğretememe ve bunları ifa ettirememe nedenimiz SADECE ataerkil kültür tarafından bunları öğrenemeyeceğimize ve yapamayacağımıza yönelik inancımızdır. Gerçeklik, nano-saniyede kişinin kendi tarafından yaratılır ve “aldırmayacağım” dediğiniz anda, EĞER BUNA İNANABİLMİŞSENİZ aldırmadığınızı görürsünüz. En azından yirmi yaşında olduğunuzu varsayarsak, yirmi sene boyunca farklı bilgilerle doldurulmuş beyni iki üç deneme ile değiştirmek her ne kadar imkansız olsa da, kendine iki yıl veren herkes ciddi başarılar kaydetmeye başladığını fark etmektedir.

1 ve 2 numaralı sorunuza ortak yanıt vereyim:
Savunmaya geçmek ve kendini kapatmak sözleri ile ne kastettiğinizi bilemem; sanırım bunlar psikolojik terimler. Sadece şunu söyleyeyim: Nöronlardaki milyarlarca reseptör ile an bazında birbirinden katrilyarlarca farklı seçenek ile var olan bilinci birkaç modele (hatta birkaç bin modele bile) sokmaya çalışmak hatadır ve insanları rahata erdirmeyeceği açıktır. Bu yüzden bu kalıpları öncelikle kırıp atın.

Canınızı sıkacak olaylar olunca canınız sıkılır. An bazında güzel bir şey olur, sıkıntınız geçer gider. Canınızın sıkıntısına hastalık dediğinizde, beyninizdeki hastalık kavramı hakkındaki bilgileri o ruh durumuna yükler, o ruh durumu ile beyninizdeki “hastalık kalıbı”nı senkronize edersiniz.

Can sıkıntısı anındaki beyin nöron çakmaları ve NT salgılanmaları modeli bir hastalık adı ile etiketlendiğinde, o model bir hastalık olarak (bir kalıp olarak) küresel bilinç aracılığı evrene yayılır. Artık insanlar -basit can sıkıntılarında- o kalıptan etkilenme ve gerçekten hastalanma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.

Geçmişi sadece 100 yıl olan, laboratuvar deneyine dayanmayan, sosyoloji ve tarih benzeri “bilim” adlı statüde olup olmadığı son derece kuşkulu sayılabilecek (bu yüzden okültizmden pek az farkı bulunmasına rağmen geçmişi çok daha az olan) öğretilere gömülüp, anlık değişecek beyin elektriğinize ilginç isimler takıp bunlara gömülmeyin.

Her şeyin SADECE inanç ile değiştiği, kaderin SADECE kişi bilinci ile yaratıldığı, yani yaşanması aslında böylesine KOLAY bir doğada bulunduğunuzu fark edin. İnanç ile kendinizi nasıl rahatsız ettiğinizi (inanmasanız psikolojik çökme-mökme yaşamazsınız) izleyebilirseniz, inancın gücünü -böyle dolaylı bir yolla- da fark edebilirsiniz.

Bu gün insanları pençesine alan (ilginçtir, ruhun var olmadığına inanan bir disiplinin “ruh hastalığı” dediği) basit can sıkıntılarının -geçmişi 10.000 yıla dayalı- insanlık tarihinde sadece son 100 yılda görülmeye başladığını fark etmek de insan inancının hastalık yaratma gücüne “de” sahip olduğunu size gösterecek olabilir.1

3- Bence rastlantıdır. Gündelik olayları cımbızlayarak hikmet aramayın. 🙂

4- Müzisyenler paganizmde en kutsal insanlardandırlar. Yahveh tarafından lanetlen Kabil ve soyu müzisyendirler. Ana tanrıça tapımında müziksiz tapınma neredeyse hiç yoktur. Baba Tanrının görünümlerinden Şiva dansı ile evreni zehirden kurtarmıştır ve bu yeteneği elinde müzik aletleri ve davullarla betimlenir. Deliren Dionysos’u Anadolu Ana Tanrıçası Kibele dans ve müzikle iyileştirmiştir. Müzik, farklı bir akustik parçacıkla (phonon) yayılır ve bu parçacığın beyindeki elektriği biçimlendirme gücü vardır.

Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

BEYİN ELEKTRİĞİNDEKİ BİLİNÇ! – 2. Bölüm

Araştırma ve yazı: JANUS (janus722.com)

Önceki bölümün özeti:
2015 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nden fizikçi Matthew Fisher, beyinde süperpozisyonların decoherence (eşevresizlik, kuantum durumlarının çevre ile -yani madde dünyası [makrokozmos] ile- etkileşim içine girince dağılmaları) ile dağılmayabileceğini yeni bir hipotez ile göstererek Quantum Mind teorilerine farklı bir soluk vermeyi başardı. Üstelik buluşu ile çok farklı bir gerçeği de göstermekteydi: Nöronların (beyin hücrelerinin) birbiri ile iletişimini sağlayan elektrik (aksiyon potansiyeli) “de” süperpozisyonlar içerebilir, yani bir çeşit “seçiciliğe” sahip olabilirdi!

Matthew Fisher’ın teorisini açalım:

Teorinin temeli fosfor atomlarına dayalı. Fosfor, nöronlarda fosfat iyonu (bir fosfor, dört oksijen atomunun birleşmiş hali) şeklinde yer almakta. Bu iyonlar hücrenin ana enerji ögeleri. Hücrenin enerjisi ATP molleküllerinde (organik bir moleküle bağlı 3 fosfat grubu) depolanıyor. Fosfatların biri serbest kalınca enerji salıveriliyor.

Fisher’in teorisine göre fosfor çekirdeğinin spin adlı kuantum özelliğine sahip oması yüzünden iki fosfat iyonu farklı bir süperpozisyon çeşidi olan “kuantum dolanıklığı” yapabilmekteler!

Kuantum dolanıklığı, iki kuantum nesnesinin (diyelim iki elektronun) birbirleri ile henüz açıklanamayan bir şekilde eş hareket etmeye başlamaları manasında. Aralarında hiç bir iletişim ortamı olmadığı, haberleşecek imkanlarının bulunmadığında da dolandıktan sonra ortak hareket ediyorlar. Einstein’ın bile ölümüne dek inanamadığı bu gerçek (bilim ortamında kanıtlandığı için gerçek olarak söz ettim) “dolanma” sözcüğünden doğan “kuantum dolanıklığı” quantum entanglement şeklinde adlandırılmakta.

Dolanıklığın var olması ise süperpozisyonun var olması demek! Eş deyişle, iki fosfat iyonu süperpozisyon durumunda olabilmekteler, süperpozisyon yapabilmekteler.

Fisher, Tegmark ile aynı görüşte olduğunun (yani süperposizyonların çevre ile etkileşimde dağılacağını [decoherence olacağını] kabul ettiğinin) altını çizse de, fostat’ın bu durumun dışında olduğunu öne sürüyor; çünkü spinler -çevre ile güçsüz etkileşimde oldukları için- fostat eşevresizliğe direniyor ve süperpozisyonlar korunuyorlar.

Beyin elektriğinin bir çeşit bilinç taşıyor olabileceği düşüncesi ise teorinin son safhası ile ortaya çıkmakta: Bulguya göre süperpozisyonlar aksiyon potansiyelinde (beyin elektriğinde) de yer almakta, var olmaktalar! Yani beyin elektriği niteliksiz bir iyon akımı ile sınırlı “bir çakış”ın ötesinde olan bazı farklı gerçekleri (nitelikleri) içeren bir fenomen!

Fisher bu hipotezin nedenselliğini şöyle açıklamakta:
Altı fosfat iyonu (spinli, yani kuantum olaylarını yapabilecek iyonlar), dokuz kalsiyum iyonu ile bağlanarak Posner molekülleri adlı bir oluşumu yapıyorlar. Fosfat’ın bağlandığı kalsiyum ise beyin elektriğinin nöronlarda oluşması sürecinin önemli bir ajanı. (Yani spinli iyonlar, beyin elektriği yaratan iyonlara bağlanıyorlar.)

Bu konuyu da kısaca açıklamakta yarar olacak:
Nöronların zarında iyonları içeri alıp dışarı çıkartıcı kapılar var. Elektrik, bu “içeri girip dışarı çıkan” iyonların akımı ile oluşmakta. Bu kapılardan biri de Ca kapıları (Voltaj Bağımlı Ca Kapıları). Hücre dinlenme (olağan) durumdayken kapalılar. Depolarizasyon durumunda (hücre iyonları aktifleşince) kapı açılıyor ve hücre dışında büyük miktarda olan Ca iyonları hücre içine dolarak akım (sinyal/elektrik) yaratıyorlar, nöron böylece uyarılıyor… ve bizler böylece düşünüyoruz.

Posner molekülleri oluşunca nöronlar onları içlerine alıyorlar, kalsiyum molekülleri ayrılarak salınıyor ve bu durum aksiyon potansiyelini (hücre elektriğini) yaratıyor. Ancak Posner molekülünün içinde spin (kuantum süperpozisyonu) özelliği taşıyan fosfor molekülleri de var. BU yüzden beyin elektriğinde (nöron sinyalinde, aksiyon potansiyelinde) bir dolanıklık, bir kuantum niteliği, bir süperpozisyon bulunma olasılığı var!..

Farklı bir söyleyişle: Posner moleküllerinde (fosfor yüzünden) dolanıklığın varlığı nedeniyle, sinyalde (beyin elektriğinde) süperpozisyon olabiliyor. Beyin elektriğinde süperpozisyon, bulunmasına Fisher “düşüncenin süperpozisyonu” demekte.

Kuantum mekaniğine fazla yakınlığı ya da ilgisi olmayan kişiler için “aksiyon potansiyelinde entanglement ve süperpozisyon olması” hipotezi fazla heyecan yaratamamış olabilir; ancak bu durumun anlamı sadece bir akım olduğu düşünülen elektrikte çok farklı sayıda “durum” olduğu anlamında. Bu da bizi biz yapan sinyallerde bir alternatifin, bir seçme şansının var olduğunu göstermekte. Sözün özü bu hipotez ile yüzyıllardır yanıtlanamayan “Benzer elektrik sinyalleri olan çakışlar nasıl bu denli farklı bilinçleri var eder?” sorusunun yanıtı “Elektrik sanıldığı gibi bir çakış olmayabilir” şeklinde verilmiş oluyor.

Teori bir “yön tabelası” şeklinde algılanırsa çok ilginç yerlere doğru ilerlemek olası:
Dolanık beyin elektriğinin meydana gelmesinde rol oynayan ve hücre dışında büyük miktarda olan Ca iyonları hücre içine dolarak akım (sinyal) yarattıklarında nörotransmitter (NT) salgılanmaya başlıyor!

NT’lar beyin kimyasalları. Psikolojik durumumuzu belirleyen ajanlar. Antidepresanlar onların (daha doğrusu onların bir türü olan nöromodülatörlerin) bazı davranışlarını -sona ermeyecek şekilde- taklit ettikleri için etkinler. (Ancak unutulmaması gereken kalıcı olmadıkları.) Alacağımız kararlar, hedeflerimiz, hayata bakışımız, yaşam felsefemiz (iyimserliğimiz, kötümserliğimiz) benzeri gerçekler duygularımıza bağlı olduğu için tüm bu niteliklerde söz sahibiler. Ödül devrelerinden, öforiye dek mutluluğumuzla ilgili şeyler de onlardan sorulmakta… ve de söz konusu NTler Ca iyonu ile salgılanmaktalar. “Ca sinyallerinin ana tesiri -Na ve K kanallarını açıp kapamayı etkileyerek- onların elektrik aktivitesini değiştirmekte ve NT salınımını tetiklemektir.1

Sözün özü;

  • posner molekülündeki fosfor “süperpozisyonlu elektrik”i,
  • kalsiyum ise bizi biz yaptığın bile söylenebilecek NT salgılanmasını

üretmekte.

Farklı bir söyleyişle “NT salgılanmasını yaratan elektrik, süperpozisyonlu (paralel evren yarattığı düşünülebilecek) bir yapıda”. Yani NT’ler bir süperpozisyon (seçim şansı) olan bir sinyal ile salgılanıyorlar.

Yeniden Fishner’a dönelim: Ünlü bilimci “Eğer beyinde hücresel spinler ile oluşan kuantum işlemleri kanıtlanabilirse, bu durum her zaman oluşan aşırı derecede olağan bir olay demektir” şeklinde konuşmakta. Bu sözleri ise son derece önemli; çünkü “Pararlel evrenlerin süperpozisyon çöküşleri ile mili saniyede olduğu” anlamına da gelmekte.

Özetle: Hayata bakış açımızı (böylelikle de yarattığımız paralel evrenleri, yani kaderimizi) meydana getiren NTler niteliksiz elektrik çakışlarıyla değil, alternatifler taşıyan sinyallerle salgılanmakta olabilirler!

DİP NOTLAR

[1] Calcium and neuronal function Timothy J. B. Simons Department of Physiology, King’s College, London, U. K.