Ruh tutmak

Açikçasi hangi tür mitolojik canlilarin varligina inandiginizi bilmiyorum lakin bazi ruhbazlarin sahiplendigi ruhlari sattigini duymussuzunuzdur. Bunlarin içinde ejderha,vampir,cin,gargoyle,periler ve diger bilimum mitolojik canli dahil ve içlerinden benim sahip oldugum çesitli türler mevcut. Merak ettigim dinlerde ve ezoterizmde adi geçmeyen ve günümüzde görülemeyen varliklarin nasil ruhlari oldugu. Bu ruhlar astral düzlemde mi meydana geliyor, yoksa ruhbazlarin özel konjurasyonlari mi? Yoksa bir zamanlar gerçekten ejderhalar var miydi? 722 spirit keeping’i nasil açikliyor?

YANIT

Sorunuzdan okültist olduğunuzu anlıyorum, bu yüzden yanıtımın sizi tatmin etmeyeceği konusunda kaygılıyım; çünkü seneler önce tedrici olarak bu alandan ayrıldım, giderek kuantum mekaniğine yöneldim. Bir bilim adamı olmadığım ve okültist olarak eğitildiğim için bedenim hep okültizmde kaldı; ama iki elim ve kollarım korkarım ki uzun süredir bu alanın dışında. Bu yüzden bana okült konularda sorulan soruların bazılarını bilmediğim için soruları geri çevirmek zorunda kalıyorum. 🙂

Ayrıca sorunuzda okült ortamı terk etmeme neden olan bazı düşünceler yer almakta. Bunları eleştireceğime, ya da karşı çıkıp sizi gerginleştireceğime (lütfen unutmayın; size en iyi gelecek olan, kişisel inançlarınızdır), sorunuza biraz geniş açıdan yaklaşmama, genel anlamda bildiklerimi aktararak yanıtlamama izin verin.

Bir hatırlatma daha yaparak başlayayım: Bizim sistemde kuantum mekaniği esastır; ancak bu bilimsel veriler okült bilgilerle sentezlenmiştir; bu yüzden bilim dışıdır.

Ve başlayalım artık…

Standart fiziği demode kılan kuantum fiziğinin “daha modern kuantum fiziği” ile az-biraz demodeleştiği bir zamanda yaşamaktayız! (Bilgide yenilik ivmesi, son 100 yılda, 6000 yıldaki hızını neredeyse yirmiye katlayarak aşmıştır.) Standart kuantum fiziğine göre atomaltı, parçacıklardan oluşur. Bunlar -bizim sitede de onlarla ilgili bilgilerin yer aldığı- atom altı parçacıklar ya da temel parçacıklardır. Bu yapı “Standart Model” adı altına sunulmuş ve kabul görmüştür.

Oysa QFT (Quantum Field Theories) “Kuantum Alan Torileri” bu modeli de yenilemiştir!

Bu teorilere göre parçacık yoktur; alanda eksitasyon, ya da toplaşmış enerji kesecikleri (paketçikleri) vardır! Fotonlardan gluonlara, her parçacık sadece bir alanın (kendi alanının) eksitasyonudur. Aslında eksitasyon da demode bir sözcüktür artık ve yerine kullanılan kelime rippledır. (Bu sözcüğü de bazı İngilizce sözcükler gibi dilimize çevirmeyeceğim. Benim kafama göre seçtiğim tek kelime, içeriği sınırlamaktır. Oysa okur İngilizce sözcüğü çeviri sitelerinden araştırırsa, kendi beyin yapısına en uygununu bulacak ve kavramı daha iyi anlayacak olabilir.) Aslında bu teoriyi ilk kez Faraday ortalama 200 yıl önce -elektrik ve manyetik alan olarak- ortaya atmıştır. QFT, bu iki yüzyıllık teorinin kuantum mekaniğine uyarlanmış halidir.

Okültistlerin astralı, kuantum uzayından başka bir yer değildir. QFT’ye göre bu uzayda farklı alanlardaki vibrasyonlar da parçacıklar (yapılar) var ederler; milyonlarca alan ise birbiri ile sürekli etkileşimdedir. Bu parçacıkların bazıları makrokozmosta EM dalga olarak yer alırlar. Bu farklı alanlardaki eksitasyonlar çevrenizde gördüğünüz ve göremediğiniz her şeyi yaratırlar. İşte, kuantum uzayındaki birbirinden farklı dalgaboyları olan bu radyasyonlara, parçacıklara vb. ortaçağ da insanlar spirit, demon, antite benzeri farklı adlar vermişlerdir.

Bu noktada bilinci beyin EM alanı olarak yorumlayan ETC’yi (Electromagnetic Theories of Consciousness) anımsayalım ve iki teoriyi sentezleyelim. Madem ki bilinç de bir alandır, o zaman aynı dalga boylarındaki alanlar birbirleri ile senkronize olacaklardır; dahası, aynı dalga boyundaki alanlar aslında tek bir alandır.

Zaten bizim (ve de Bohm benzeri fizik dehalarının görüşüne göre) aslında tek bir dalga fonksiyonu (alan diyelim) vardır. Bize göre bu alan Yaratıcıdır. Kuantum mekaniğine yeni girmiş ve neredeyse her parçacık fizikçisi tarafından kabul görmüş bu hipotez, çok daha alçak gönüllü şekilde yüzyıllar önce Müslümanlıkta “vahdet-i vücut” olarak yer almıştır. İnanca göre herkes Allah’ın parçasıdır ve ona dönecektir. Bu düşünce Bakara suresi 156’da “Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.” şeklinde ifade edilmiştir. Ayette kullanılan “Dönmek” (geri dönmek) fiili ise, bu süreçte ondan ayrı olunduğunun, ondan uzakta bulunulduğunun kanıtıdır.

Sürekli “Bölünen Evren” teorisi ile sözünü ettiğimiz bölünme (Big Bang), bu alandan kopmaktır. Söz konusu bölünme ile maddeleşmiş (dalga fonksiyonu çökmüş) ve kütlesi olan parçacığa dönüşmüş şeyleri biz gerçeklik olarak algılarız.

Şimdi asıl üzerinde durulması gerekli soruyu soralım: Varlıklar değişik alanların eksitasyonudur (ripple ya da enerji paketçikleridir); peki de, onların bir bilinçleri var mıdır?

Bence eğer alan bilinçli ise, alanın tüm dalgaboyları da bilinçli olacaktır. Örneğin biz insan adlı yapı bilinçli dalga boyu taşımaktayız, x ışınları adlı EM dalga boyu bilinçsizdir. Sözün özü, bilinçsiz dalgaboylarının bulunmayacağı, yani her dalga boyunun bilinci olacağı, ya da bunun tersinin doğruluğu öne sürülemez.

Bizim sisteme göre ruh, özgün olarak alanın eksitasyonu (tanrının parçasıdır). Bölünme ile makrokozmosta bedenlenmiş (çökmüş), dünyaya insan olarak doğmuştur. Bu yüzden her temel parçacık gibi hem madde (beden), hem de dalga fonksiyonundadır (ruh). Maji yaparken, rüya görürken, gözleri kapatıp geçmişi düşünürken, gelecek hakkında dalgın halde planlar yaparken dalga fonksiyonu halindeyizdir; yani bedenimizden çıkmışızdır. Ama aniden üst kattan gelen bir gürültü, telefon çalması, yüzümüze konan sinek, ya da petiniz varsa kucağınız atlaması veya yanınıza gelip patisini “pat” diye kolunuza vurması ile (maji çalışırken başıma çok geldiği için bunu yazdım 🙂 yeniden parçacık olarak -bir anlamda- çöker, bir diğer deyişle bedene geri döneriz. Evrimini tamamlanmış ruhlar ölüm ötesinde ise özgün (orijinal) yapıya (ki, ona inanca göre Allah, Tanrıça, Buda, Yaratıcı, evren, implicate order, kuantum uzay-zaman geometrisi vb. benzeri nice ad verilebilir) geri döner, alanla tam olarak bütünleşir. Ancak bu sonuçtan önce hangi alanla senkronize olacak frekansta ise, orası ile bütünleşecektir. Bu alan madde evreni de olabilir, başka mekanlar da…

Peki bu yapıda bir bilinç (alandaki eksitasyon), bir diğer alanı (belki bir ruhu, belki farklı bir yapıyı) bazı konjurasyonlarla obsede edebilir mi?

Hipotetik olarak, evet, edebilir; ancak dalga boylarının rezonans yapacak kadar aynı olmaları şarttır.

Sorun burada başlar: Bu şartlar altında acaba bir sahiplenmeden söz edilebilir mi? Yani envokasyonlarla belli frekansların yakalandığını ve bazı parçacıklarla (varlıklarla) kontağa geçildiğini varsayarsak o varlık ile ilişki bir sahiplenme olarak adlandırılabilir mi? Sahiplenme sözcüğünde bir üstünlük vurgusu vardır. Kelime, sahiplenicinin üstün erkini vurgulamaktadır. Ancak olaya kuantum açısından bakarsak senkonizsyonda bir üstünlük değil, benzeşmeye dayalı çakışma bulunmaktadır. Kuantum alanında üstünlük yoktur; her şey benzeşmeye bağlıdır. Aynı nedenlerle bir yapıya hakim olduğuna inanan (bir spiriti konjure ettiğine inanan) okültist, aslında onun tarafından da obsede olmaktadır. Bu bilgiyi yine Müslümanığa çevirsek, Allah adı verilecek ana alan ile senkronize olabilecek her ruh (enerji paketi 🙂 aslında o olacağı için bu yapıyı “En-el Hak” (Hak’tan gayrı değilim) şeklinde isimlendirmekte bir hata yoktur. Aktardığım bu bilgiler sonrasında şöyle bir hipotez geliştirebiliriz. “Senkronizasyonu sağladığı için mutlu olan ve de mutlu olduğu için rezonansı daha genleşen her bir ruh, aslında tanrıdır.”

Ayrıca, “hakim olmak” adlı eylem, akıldan geçtiği anda bile negatif alanları vibrate eder; çünkü pozitif alan olarak ifade edilen alanın temel yapısı birleştirmek, aynı düzeyde olmakla ilgilidir. Birleştirmek olayında ise üstte bir şey yoktur. Her şey YEKPAREDİR. Bu yüzden ayırmaya (üste çıkmak ve hakim olmak hedefleri, ayırma eylemini içerir) yönelik düşünceler yapıları gereği negatif alanlarla senkronize olacak, bu alanlardaki eksitasyonlarla (varlıklarla) rezonansa gireceklerdir.

İşte, kara büyünün ve lanetleme çalışmalarının -iman ortamı jargonu ile- “has kullar”a etkin olmayacağı düşüncesinin mantığı budur.

Şimdi biraz farklı bir soru soralım ve konuyu biraz giriftleştirelim, (iyice bilimdışı şekle sokalım). Adı geçen “varlıklar” acaba bir bozon (kuvvet taşıyıcı parçacık) mudurlar? Eğer böyleyseler Higgs bozonu benzeri, ama keşfedilmemiş bir bozon olabilirler mi? Yani kütle yaratıyor olabilirler, ya da kütle yaratma sürecine dahil olabilirler mi? Bu soruyu her okültist kendi içinde yanıtlamalıdır; çünkü bu sorunun yanıtı “evet, yaratabilirler” ise içinde olduğu ortamı çok daha iyi değerlendirmesi gerektiğini biraz düşünürse anlayacaktır!

Bu sözleri duyup tedirgin olabilecek aprentisler (ya da maji alanını bir ön incelemeye tabi tutmakta olanlar) için bir açıklama yapayım:

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Yhwh neden güçlü

Merhaba janus siteyi arada bir yokluyorum ve yazilari imkanim oldukca okuyorum kafam bazi konularda soru isareti var o da su: madem yhwh tapinan lar NE celp ediyorsa o zaman nasil oluyorda yhwh ve yhwh tapinan lar bu dünya üzerinde bu kadar güçlü olabiliyor

YANIT

Kavramlar, ataerkil kültürde gerçekdışı şekle sokularak empoze edildikleri için gerçek gücün anlamı genelde anlaşılandan farklıdır. Bu duruma örnek olarak “mutluluğun, içinde yaşanan şartlarla ölçülmesi” eğilimi verilebilir.

Söz ettiğim hatalı bilgi yüzünden ilahi adalet olarak da değerlendirilebilecek yapı kolayca gözlenemez. Bazı hatalı davranışları olan kişiler, ataerkil kültürde ultimate aim olarak saptanan şartlara sahip oldukları için “cezalandırılmamış” sanılırlar. Oysa birçok insan, özenilen şartlara sahip olsalar da, beyinlerinin elektrik yapısı nedeni ile aslında cehennemi yaşamakta olabilirler.

[Hemen bir parantez açayım: Bizim sistemimize göre Tanrı ceza vermez; acı çektirerek yönlendirme yapmaz. O, acı yaratamayacak bir yapıdır. Acı ve tüm negatif hisler, bölünme ile meydana gelmiş duygulardır. “Göklerdeki (yukarılarda/üstte duran), ulaşılmaz, ödül/ceza dağıtan tanrı” modelinin kaynağı Yahudiliktir.

Yaratıcı, sadece iyiliktir. Onunla kontakta olan mutluluk, kontağı koparan acı çeker. Bu durumu “yapılan hatalar yüzünden cezalandırılmak” şeklinde algılamak doğru değildir. Onaylamadığı davranışlar sonrasında acı verdiğini Tevrat’ta açıkça deklare eden Yahveh’tir.]

Gerçek güç, (genelde sanıldığı gibi) diğerlerinden -şartlar olarak- üstün konumlarda olmak değil; kendini ve diğer insanları, kendinin ve diğer insanların ihtiyaçlarını sağlayarak BİR ARADA (aşağı yukarı aynı düzeyde) tutma başarısıdır.

İnsanların yaşam şartlarına bakarak onların başarı katsayıları hakkında karar vermek yanlıştır. Yaşamdaki başarı, kişinin RAHATLIK ve şenlik oranı ile daha sağlıklı şekilde ölçülebilir. Bu yüzden politikadan, sanata, dinden, bilime; “daha iyi yaşama modeli” yaratan her bir teorisyenin, kutsalın, sanatçının, düşünürün sistemini test etmek adına bu kimselerin KİMLİĞİNE göz atmak gerekir. Eğer kendileri keyifli kimlikler değilseler, eğer kendi yaşamlarında hoş ve rahat bir ruh hali yakalayamamışlarsa, teorilerinin işlerliğinden kuşku duymak mümkündür.

Şimdi dünyasal yaşamdaki “en büyük başarı” olarak lanse edilen “üste çıkma” (en azından “öne geçme”) hedefinin değişik alanlarda nasıl yer aldığını inceleyelim:

Müslümanlık EŞİTLİK sağlamaya hedefli bir modeldir. Bu sistemdeki “varlığın paylaşılması” gerekliliği (örn. fitre, zekat, kurban eti paylaşımı vb.), ayrıca herkesin birbirine SELAM vermesine yönlendirme, üste olmanın kesinlikle onaylanmadığının kanıtıdır. Ama ne acıdır ki Yahudiliğin gündelik kültüre sızmaları ile Müslümanlık hatalı yorumlanmaktadır. Üste çıkmanın başarı sayılması benzeri Kuran’da yer alamayan birçok düstur, gündelik kültürlere Müslümanlık adı altında enjekte edilmektedir. Müslümanlığı anlamak için Kuran’ı birkaç defa HİSSEDEREK, önyargılardan arınarak okumak gerekir… ki, bu kolay başarılacak bir şey değildir.

Üste çıkma, paganizmde de reddedilir. En popüler pagan dinlerden olan Dionysos tapımında bayramlarda işçilerin patronlarla, kölelerin efendilerle aynı sofrada içmesi ana gelenek, hatta şarttır. O gecelerde herkes diğer sosyokültürel gruptaki kişiler ile seks yapar.

Standart fizik ve kuantum mekaniği ortamını inceleyerek eşitlik eğiliminin evrenin özünde olduğu da görülebilir:

Standart fizikte ana (buna yönetici diyelim mi?) dört kuvvet vardır. Evreni var eden bu dört kuvvettir. Söz konusu dört kuvvetin yegane eylemi ise “farklı yapıları DENGELİ bir şekilde BİR ARADA TUTMAK” sözleri ile özetlenebilir. Onlar BİRLEŞTİRİRLER. Bu “üstte olmayı sevmeyen yöneticiler” ise EM kuvvet, kütleçekimi, zayıf nükleer güç ve kuvvetli nükleer güç adlı dört temel kuvvettir.

Kuantum ortamında da durum aynıdır. Parçacıklar üste çıkmaya değil, her nerde olduklarına bakmaksızın birleştirmeye uğraşırlar. Bozonlar kuvvetleri -evreni var etmek adına- taşırlar; fermiyonlar bir arada olmasalar da daima kendilerine zıt olanlara el uzatırlar ve sonunda birlikte bir şeyler yaparlar. Dişi protonlar, hatta çapkın erkek elektronlar bile, manyetik spinlerini (çekiciliklerini) eşleştikleri anda sıfırlarlar ve eşlerine bağlanıverirler.

Kimi kuantum fizikçilerine göre (örneğin David Tong) 12 kuantum alanı (bkz Quantum Field Theroies) aslında TEKTİR. Sadece bizim duruşumuzun/bakış açımızın hatası yüzünden parçalı olarak algılanmaktadır!

Bohm gibi dehalara göre ise sadece TEK BİR dalga fonksiyonu vardır!

Süpersimetri teorisi, madde ve kuvvetlerin bile aslında birleşik olduğunu öne sürer!

Yani bu teorilere göre Cennet hala bölünmemiştir! Onu bölünmüş olarak (makrokozmos olarak) algılayan bizim BİLİNCİMİZDİR. Zaten dinsel literatürde cennetten kovulan sadece insandır. Çağdaş bir bakış ile kovulan (ana alandan uzak kalan) insan değil, insani BİLİNÇtir. Zaten kuantum mekaniğinin ortaya çıkarttığı gibi evreni var eden bilinçtir. Bilinç hatalı ise (kovulmuş bir bilinç ise, ana akıma uzak bir bir bilinç ise, ana alandan ayrı düştüğü için “insani bilinç”e dönüşmüş bir bilinç ise, evreni hatalı (parçalı) algılayacak, ya da yaratacaktır.

Bu iddialı (ama kanımca gerçeklik payı çok yüksek) teori doğru olmasa bile;
NEye rağmen TÜM EVREN EŞİTLEME, BİRLEŞTİRME, yeniden bir ve tam, hatta YEKPARE yapmaya uğraşırken, bazı -bölme eylemi ifa eden davranışlarda bulunan (dinsel açıdan bakınca günahkar)- kişilerin güçlü, başarılı, hele mutlu olduklarına inanmak çok büyük bir hatadır. Hedefleri üste çıkmak olan, karakter yapıları nedeni ile sadece üste çıkınca başarılı olduklarına inanan ve tatmin olabilen insanlar için üzülmek gerekir; çünkü bu insanlar, bu şahane olabilecek dünyada, temel evrensel eğilme ters yönde ilerlemeyi seçmişler, böylece yarattıkları kişisel cehennemlere kendilerini tutsak etmişlerdir.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Kendimi boslukta hissediyorum

Sorum kendim ile ilgili sevgili Janus.Kendimi boslukta hissediyorum.Fakat bu oyle boyle bir bosluk degil.Hiçbir yerde hicbir insanda hicbir yerde kisacasi hicbir seyde anlam bulamiyorum.Cogu zaman neden yasiyorum ki diye sorarken buluyorum kendimi.icimden hicbir sey yapmak gelmiyor ne bir seyler üretmek ne çalismak hicbir sey.her seyden sikildim.Bu oyle bir can sikintisi ki ben uzun zamandir bunun icinden cikamiyorum.böyle olmasini istemezdim.Ne yapmaliyim?ve bunun sebebi sence nedir?

YANIT

Bence fazlaca önemsenecek bir durumuz yok “sevgili” sorucu… 🙂 sadece beyninizde -büyük olasılıkla arzularınızı tatmin edemediğiniz bir ortamda yaşamak yüzünden- salgılanan NTler (bizim dünyadaki adı ile NE celbi) bunu yaratıyor. Yani sorun şartlardan çok, onlara fazla “takılmak” (onları hadlerinden fazla önemsemek, yanlış yorumlamak ve benzeri hatalı yaklaşımlar) yüzünden salgılanan NTlerdir.

Bu düşünceyi basit şekilde kanıtlayayım:

1- Beyninizdeki NT combosunu, şu anda, size (çok şey bilmekte olan bir adam kimliğinde) akıl vermekte olan bendenizin beynine aktarabilseniz, sizinle aynı hislerde olacağım, tam da sizin gibi konuşacağım bir gerçektir.

Oya ŞARTLARIM hala aynı -yani size akıl verdiğim- durumdadır.

2- Bu sıkıntınızda güçlü bir anti-depresan ya da (kesinlikle bu bir öneri değildir) LSD benzeri bir beyin tetikleyicisi aldığınızı, ya da alışıksanız sevdiğiniz bir içkiyi içtiğinizi varsayın. Birden “havanız değişir”.

Oysa ŞARTLARINIZ hala da aynıdır.

Ancak şu da vardır: Ataerkil hatalı doğrular, yaşamı genelde zorlaştırmış da olabilir.

Dilerseniz şu işi en başından gözden geçirmeye başlayalım:

İlk olarak şöyle bir düşünce deneyi yapalım: Bir adam (ya da kadın) var, evrenin en sağduyulu, dengeli adamı seçilmiş. Uyum yapma yeteneği üst düzeyde… Bu adamı minicik bir odaya koyuyorsunuz ve dışarı çıkmasına izin vermiyorsunuz, ama onun beslenme ihtiyaçlarını karşılıyorsunuz. Sonuçta ne olur?

Yanıt basit: O “en aklı başında” adam önce saçmalamaya başlar, giderek delirir.

Bu yöntem reelde Solitary Confinement adlı bir ceza tipidir ve insan hakları örgütleri tarafından yasaklanması istenmektedir. Bu cezaya çarptırılan bir satranç şampiyonunun ne hale geldiği 1960 yapımı olan Brain Washed adlı filmde izlenebilir. (Kişisel görüşüm, 20 yaşından genç kişilerin KESİNLİKLE izlememesi yönündedir.)

Makrokozmosta yaşarken bir çeşit Solitary Confinement içinde olmadığımızı söylemek zordur. İstediğimiz anda istediğimiz kadar yiyecek bulamıyor, bulsak da yiyemiyor, sevişemiyor, uyuyamıyoruz. Ancak işin ilginç noktası odur ki, makrokozmos (kuantum mekaniğinin ortaya çıkarttığı gibi) ESNEK YAPILI BİR ORTAMDIR. Kişi bilinci ile var olmaktadır! Yani tutsaklıktan kaçmak kolaydır. Bu mucizeyi gerçekleştirememe nedenimiz bu mucizeden yararlanmamamız için beynimize yerleştirilen “yapamazsın” şeklindeki kalıplardır.

Demek ki yapılması gereken eylem, şartlar kadar, beyin elektriğini rafine etmeye DE odaklanmaktır. Beyin elektriği pozitif ise -evren bu yönde yapılandırılacağı için- şartlar da zaman içinde KENDİ KENDİNE (imanlı iseniz bu duruma tanrı ile kontak sonucu ondan yardım almak şeklinde görebilirisiniz; ki, ben böyle görürüm) değişecektir. Bir kez daha yineleyeyim: Şartlar değişmeden beyin elektriğini değiştirerek önce rahatlamak, sonra bu rahatlığın verdiği PE celbi ile tutsaklıktan “reelde de” kaçmak olasıdır.

Solitary Confinement’dan kaçmak; hiç umulmayacak kadar güzel bir hayat sürmek için beyin elektriği pratikte nasıl değiştirilir?

1- NE atağının gelemeye başladığını hissettiğinizde HER NE YAPIYOR OLSANIZ DA, hobinize ya da ÖNCEDEN BELİRLEDİĞİNİZ sevdiğiniz bir eyleme atlayın. Beyninizi soruna kapatın. Öncelikle sorun aracılığı ile başlayacak olan NE CELBİNİ ENGELLEYİN.

2- Kendinizi iyi hissedince (bu değişim birkaç saat de alabilir, birkaç gün de) sorunla başa çıkma yolunu (çamura yatmadan) saptayın, yöntemi yazın (saptadığınız yöntemden fıymamak için not alın 😉 ve sorunu YİNE fazla düşünmeden çözümü İFA EDİN. Sorun hakkında düşünmek/konuşmak, ilgili alanı eksite etmek anlamındadır. Ne sorun, ne de çözümüz hakkında konuşmayın/düşünmeyin, ama yapılması gerekeni YAPIN.

Sözlerimi biraz daha açayım:
– Boş bir vaktinizde, kendinizi keyifli hissetiğiniz bir gün, çok sevdiğiniz bir işi -ciddi bir zaman ayırarak, beyninizi dikkatle tarayarak- keşfedin ve bunu elde etmek yollarını arayın-bulun, bir kenara not alın. Atak başlayınca bu işi uygulayın.
– Boş bir vaktinizde, kendinizi keyifli hissetiğiniz bir gün, sevMEdiğiniz bir işi (ki, bu evden çıkmak ya da eve girmek istememek bile olabilir) -ciddi bir zaman ayırarak, beyninizi dikkatle tarayarak- keşfedin ve -bu size çok zor gelen şeyi- uygulamaya çalışın. (Kendinizi fazla da zorlamayın; basamak metodu, büyük “ben yaparım”cı atılımlardan fazla başarı sağlar.)

Bu yöntem bizim çift taraflı çözüm diyebileceğimiz “İstediğini ve İstemediğini Yap” şeklinde adlandırdığımız çok basit bir metottur.

3- “Bu sudan işler mi beni açacak? Ben aklımı dinleyeyim, hemen bu konuda deriiiin bilgiler veren kitaplar alayım, onları okuyum” mode’una girmeyin. 😉 Basit olan en etkin olandır. Doğa (doğallık) basitliği sever.

Sorunlarla biraz alay etmek, onlara aldırmamayı başarmak, hayata hafif takılmak -özellikle bu sayfayı izleyen beyinler için- uygulanması en gerekli, en etkin… ama inanılması ve uygulanması en zor yoldur.

“Ay-öf, sıkıldım beee… Amma büyütttüm haaa… Hayatta anlam-manlam neymiş? Bu gamlı halimle çoook da komiğim yani” diyebilirseniz; kendinizle (ya da hatalarınızla) dalga geçebilirseniz, biraz gülerek saçmalamayı başarırsanız, BUNU İÇTEN YAPABİLİRSENİZ, ilk PE celbi başlayacaktır.

Buraya dek aktarmaya çalıştığım düşünce biçimini daha da basitçe formülize edelim:

1- Fazla düşünme,
2- Kendini ödüllendir,
3- Soruna çözüm sapta, yan çizme, onu ifa et,
4- Canının istemediği şeylere de odaklan,
5- Bunları yapmak zor geldiyse ufaktan başla.

Şimdi de aynı yaklaşımı biraz daha bilimsel ve de “cool” jargon ile dile getirelim:

1- Beyin negatif EM alanının fotonları ile kuatum ortamındaki yüksek frekanslı, düşük dalga boylu kuantum alanlarını (din ortamının şeytanını), onlarla senkronize olarak eksite etme,
2- Sinapslarda pozitif NTler salgılanmasına neden olacak davranış ve eylemleri bulmayı ve ifa etmeyi öğren,
3- Analitik, metodik ve kararlı ol,
4- Olumsuz nöral yolakları silmek adına zorlanmayı göze al,
5- Genelde minimal hedefler belirle… AMA ASLA GERİ ADIM ATMA. Önemli olanın adımın büyüklüğü DEĞİL, kalıcılığı olduğunu unutma.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Tanri nedir ve gerçekten var mi?

Merhaba Janus, tanrinin senin için ne ifade ettigini merak ediyorum.

YANIT

En sonunda bir tepki!1
Yani beklediğim soru sonunda soruldu! 🙂

Önce vurucu cümlemi fırlatayım: “Tanrının varlığına ve iyiliğine din adamlarının sözleri ile ikna olmayan nice kişi, parçacık fizikçileri ve teorik fizikçilerin raporları aracılığı ile giderek inanmaya başlayacak olabilir!”

Ardından -bu konuya az sonra dönme sözü vererek- biraz romantik takılayım ve tanrıyı her düşündüğümde yüzüme anında yayılan mutluluk tebessümü ile tanrının BENİM İÇİN ne ifade ettiğinden söz edeyim: O; dert ortağım, en yakın arkadaşım, ailem, koruyucum, hocam, desteğim, koltuk değneğim, yeri gelince annem, yeri gelince babam…

Mutluluk kaynağım.

Zor anlarda sığındığım rahim.

Keyfim yerinde iken içinde coştuğum balo salonu.

Daha çok uzatabileceğim bu tanımlar silsilesi ise aslında bana özel değildir. Tanrı aslında herkes için bu şekilde tanımlanabilecek bir kavramdır.

Ancak herkesin tanrıyı bu şekilde yorumlaması gerekmez de, beklenemez de… Genetik yapıdan, içinde yaşanan kültür ve inanca dek değişik kalemlerin yer aldığı bir spektrumda oluşan yapı, yani kimlik, söz ettiğim yorumu algılayamayabilir.

Peki bu yorumu algılamazsa, yani basit bir söyleyişle kişi inançsız olursa ne olur?

Çok fazla da bir şey olmaz.

Hayır; bana göre o kişi ölüm ötesinde cehenneme gitmez… ama dalga fonksiyonuna geçtiğimizde (parçacık yapımızı kaybettiğimizde, yani öldüğümüzde), olumsuz alanlara (örneğin bir daha bu dünyaya) çekilme olasılığını arttıracak olabilir. İnanca göre “cennete gitme”, ya da “pozitif alanlarla senkronizasyon”, pozitif beyin elektriği sonucu gerçekleşen bir sonuçtur. Pozitif beyin elektriği mutlu insanda bulunur. (Mutlu insan acı>korku>öfke üçlemesini minimize edebilmiş kişidir.)

Ve işin en önemli kısmı: DİNSEL İMANIN (tanrıya inancın) SEROTONİN SALGILATTIĞI BİLİM TARAFINDAN KANITLANMIŞTIR. (Konu hakkında detaylı bilgi için dileyen SEROTONİN, İNANÇ ve MUTLULUK adlı yazıma göz atabilir.)

Yani bilinçli bir yaratıcının varlığına inananlar daha mutlu kişiler olacaklar;
daha mutlu kişiler oldukları için daha fazla PE celp edecekler;
daha fazla PE celp edecekleri için ölüm ötesinde keyifli alanlarla senkronize olma şansını yükselteceklerdir.

“Tanrı var mıdır?” şeklindeki soruyu ise çok kişi “Bu soruya kimse kesin yanıt veremez” biçimde cevaplar.

Bu sözler gerçeği mi ifade ederler?

Belki…

Ancak eğer bilgi havuzumuzda birbirinden farklı (hatta zıt yapılı) ortamlardan benzer söylemler birikmişse (basitçe, farklı alanlardan aynı bilgi gelmişse), bu bilgilerin sentezinin gerçeği yansıttığı şeklindeki düşünce ciddi bir değer ve önem kazanır. Bilgi havuzunda ise bilim ve din tarafından aktarılan veriler giderek ortak paydada buluşmaktadırlar… ki, bu ilginç durum, tanrının (ya da insanlara -onların beyin yapılarının kavrayamayacağı ölçüde dost ve yardıma hazır; bu yüzden de “pozitif” sözcükleri ile nitelenebilecek bir şeyin) var olduğu konusunda önemli bir kanıt sayılabilir.

Dinsel ortamda tanrının varlığı kesinlikle deklare edilir. Bu deklarasyona yüzyıllarca bilim karşı çıkmış ve yıkıcı söylemler geliştirmiştir.

Oysa kuantum mekaniğinden sonra bilim, artık eski bilim değildir.

Kuantum mekaniğinin önde gelen dahi bilim adamları tanrının varlığını dolaylı olarak ifade etmektedirler. (Bu çarpıcı bilgiler çok yenidir; öyle ki, söz konusu bilim adamlarının çoğu hayattadır ve onlarla aynı dönemde yaşama şansını taşımaktayız!) Bohm’un Implicate Order’ı; Sir ünvanlı İngiliz fizikçi Roger Penrose’un “non-computable influence in spacetime geometry”si, Stuart Hameroff’un “The level, contained mathematical truth, as well as Platonic values”u bence tanrının varlığının bilimce kabullenilmesinin ilk adımlarıdır. Bilim adamları evrenin derinlerinde, bilinmeyen bir kuantum düzeyinde “saf biçim ve gerçek”in (pure form and truth arise from information intrinsically encoded in the universe) olduğunu öne sürmektedirler.2

Bizim teoriye göre bu gizli bölgeye BİZLERİN (makrokozmos varlıklarının) ulaşamama (ondan ayrı kalma) nedenimiz bölünmüş evrende olmamızdır. Bu söylem dinsel ortamda “İnsanın cennetten kovulması”; standart bilimde Big Bang şeklinde ifade edilmektedir.

Peki artık giderek bilimce de kabul görmeye başlayan ve saf “iyilik” olarak ifade edilecek o şey bilinçli midir, yoksa bir fizik alan mıdır?

İşte bu konuda henüz elimizde bir veri yoktur ve bundan sonrası kişisel imana (seçime) dayalıdır.

Şahsi görüşüm, söz konusu yapının bilinçli olduğu yönündedir. Bu görüşümün nedeni ise aramızdaki iletişimdir. Yani ona benzedikçe aldığım yanıtların fazlalaşması ve çözümleyicilik katsayılarının artması, bana ondan yanıt geldiğini ve bu yüzden bilinçli olduğunu düşündürmektedir (beni buna inandırmaktadır). Ancak aldığım yanıtlar sadece belli fiziksel kuantum alanlarına senkronizasyon ile oluşan rezonans sonucu meydana gelmiş olabilir de…

Bazı bilim adamlarının (örneğin Orch OR kuantum yorumunun yaratıcısı Stuart Hameroff’un) sözlerinin benim “hissiyatıma” paralel olmaları kadar, içerikleri de, üzerinde durulması gerekli görüşlerdir.

Örneğin Hamerof, 2012 yılında Tom Huston’a verdiği röportajda şöyle konuşmaktadır:
“Eşevresizlik ile ölçüm engellendiğinde ve OR bilinç eşiğine ulaşıldığında, Penrose, belli durumlar hakkındaki seçimlerin
-yaptığımız bilinçli seçimlerin ya da deneyimlediğimiz algıların- uzayzaman geometrisine embed olan Platonik değerlerce etkilendiğini ya da bunlar tarafından yönetildiğini düşünmektedir. Penrose bu etkiyi noncomputable olarak ifade etmektedir; çünkü bu Platonik etkiler sistemin dışındadır, evren dokusunda yer almaktadır. Bilinç; kimi zaman -içe doğma, içgüdü, ilahi yönlendirme, aydınlanma benzeri- noncomputable seçimlerle oluşmaktadır.”

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!


 

DİP NOTLAR

[1]

Dikkat! Spoiler içerir.
1978yılı yapımı

The Medusa Touch

adlı kült filmde Şeytan olduğunu iddia eden Morlar (Richard Burton) adlı yazarın ölmeden önceki son sözüdür bu. Psikoloğuna kötülüğü ile yaptıklarını anlatır, ama onu inandıramaz. Psikolog (Lee Remick) sürekli “Halüsinasyon görüyorsunuz” demektedir. 🙂 En sonunda Morlar son kanıtını gösterince psikolog ikna olur ve… Neyse… Morlar ise kendini öldürmek için büyük bir heykeli ona vurmak adına kaldıran kişiye şöyle der: “En sonunda bir tepki!” Yani sonunda birini sözlerinin gerçekliğine inandırabilmiş, ölümüne sebebiyet verecek olsa da bir tepki alabilmiştir. Ben de sonunda beklediğim soruyu duyunca parmaklarımdan klavyeye Burton’un bu sözü aktı.

 

[2]

Bir çevirmen olmadığım için orijinal metinleri -metin çok uzun olmadıkça- kişisel bilgimle çevirmek istemiyorum.

 

Siyasetçiler majikal egitim aliyor mu?

Siyasetçiler majikal egitim aliyor mu?

YANIT

Bu ilginç bir soru. 🙂 Ne yazık ki öğrencilerimin kimlikleri hakkında -kendilerini tanıtanlar dışında- bilgim yok. Tanıdıklarımın arasında ise politika ile ilgilenen bile yok. Ayrıca başvuru formunda “politik başarı için eğitimle ilgileniyorum” benzeri bir sözle de karşılaşmadık. Ancak politikacılar -özellikle sağ görüşlü olanlar- (yani kural olmasa da, genelde ateizme değil, imana yatkın beyin yapısına sahip bulunanlar) kimi zaman maji ile ilişki kurmaya, ondan yararlanmaya çalışmışlardır. Tabidir ki farklı inançlardaki politikacılardan da büyüye ilgi duyanlar olmuştur.

Bu konuda verebileceğim ilk örnek Hitler’dir. Kendisinin büyücülüğe -hem de bizim tarafımızdan saygı duyulmayan, reddedilen tarzına- büyük ilgisi olduğu gerçeği son yıllarda pop kültüre de yansımıştır.

Konuya verebileceğim ikinci örnek ise şu anda diğer alemde olan Bülent Kısa adlı majisyendir. Kendisinin politikacılarla olan ilişkisini -her zamanki esprili hali ile ve gülerek- “Vekilleri sallasan üzerlerinden vefklerim düşer” şeklinde dile getirirdi. Bir keresinde birlikte iken bir iç işleri bakanı ile telefonda yaptığı konuşmayı anımsıyorum.

Üçüncü örneğim ise İran İslam Cumhuriyeti eski lideri Humeyni ile ilgilidir (ya da “belki ilgili olabilir” diyeyim). O henüz adı sanı duyulmamış bir kişi iken ve sürgündeyken biz majisyendik. Bir gün “Fransa’da birilerinin siyasi iktidar adına bazı İslami majikal çalışmalar yaptığı” bilgisini aldık. Kişisel olarak hiç üzerinde durmadım. Pek de inanmadım doğrusu. Bu yüzden de unuttum gitti. Humeyni’nin ölümünde hayatını okuduğumda Fransa’da sürgünde olduğunu öğrenince aklıma yıllar önce söz edilen kişinin kendisi ya da yakınları olabileceği düşüncesi gelmişti.

Bu örneklerden sonra konu ile ilgili kendi görüşlerimi yansıtayım. Ancak hazır olun: Bu konuda düş yıkıcı şeyler söyleyeceğim. “Düş yıkıcı” sözlerini kullanma nedenim bu sayfanın izleyicilerinin belki de çoğunun, büyücülerin toplanıp ülkenin geleceği hakkında ciddi toplantılar yaptıklarını, ritüeller hazırladıklarını ve gece yarısını çok geçmiş saatlerde esrarlı ayinler ifa ettiklerini duymak istediklerini düşünmemdir. 🙂

Bence bu çaba (yani maji aracılığı ile politik başarı elde etme ülküsü) başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Düşüncemin doğruluğunu yine bir basit örnekle kanıtlayayım: Eğer maji politik ortamda etkin olabilseydi bu gün (“bir ülkenin tüm kaynakları” olarak ifade edilebilecek bir gücü kullanma imkanı olan) Hitler dünyanın lideri olurdu. O, böylesi bir güç ve istek ile denedi… başaramadı.

Peki; neden majiyi ideların (politik görüşlerin) hükümranlığı adına kullanmak imkansız denecek kadar zordur?

Bunun nedeni gama dalgalarıdır.

Maji ile yığınları yönlendirmek adına gerekli gama dalgasını üretmek için çok büyük bir insan (majisyen) topluluğuna ve çok büyük bir isteğe (buna “morfik alan” diyelim mi?) gerek vardır. Bu insanları toplamanın ve uzunca bir süre bir arada tutmanın pratik zorluğunu geçelim; bir diğer engel gama dalgalarının da farklı frekanslarda olabilmeleridir. Ayrıca diyelim aynı frekansta gama dalgası üretilebildi; o zaman da sonuç almak adına bu üretici kişilerin imajinasyonlarının 1/1 oranında aynı olması gereklidir… ki, bu bence bütünü ile imkansızdır. Her insanın bir diğerinden bir parmak izi kadar farklı olan karakteri bu olanaksızlığa nedendir. Söz konusu farklılık; kavram ve hedefleri farklı algılamaya neden olur, imajinasyon ise iç dünya olarak nitelenebilecek bu farklı algıların ürünüdür. Yani kural olarak -sözde- aynı hedefe maji yapan kişilerin aslında aynı hedefi tutturmaları neredeyse olanaksızdır. Eğer bir mucize olsa; büyük bir grup kurulsa, gama dalgası senkronizasyonu sağlansa bile, imajinasyonlardaki detay farklılıklar sonuca yansıyacak, bir dolu da istenmeyen olaylar var edilecektir. Bu yüzden bizim sistemimizde ritüelistik majiye (grup çalışmasına) yer yoktur. Eğitimde yer alan bu konudaki dersler aprentisi kültürel açıdan beslemek amacıyla verilmektedir.

Eğer ritüelistik majiye ve politik başarılara meraklı ve illaki bu alanda çalışmalar yapmaya istekli kişiler varsa önerim onların bir sosyal klüp gibi toplanmaları (ne de olsa aynı zevki -örneğin majiyi- paylaşan kimselerin arada toplanıp birlikte bir şeyler üretmeleri eğlencelidir) ve Müslümanlığın -başka bir dinde/sistemde/öğretide benim rastlamadığım, derin anlamlar yüklü- sözü “Hayırısı ne ise o olsun” benzeri çalışmalar yapmalarıdır. “Hayırlısı” inancında yer alan PE celbi, ortak payda sağlayabilir.

Ancak şu da unutulmamalıdır: Hayırlı sonuç, sempati duyulmayan partinin başarısı da olabilir. 🙂 Yine de eğer bu kişiler beyaz büyücülerse söz konusu sonuca, yani fazla talepkar olmadıkları bir sonuçla karşılaşmaya, zaten hazırlıklıdırlar, bunu taşıyabilecek olgunluktadırlar. Gerçek bir adeptin seçkin huyu belki de “özünü yitirmeden, farklılıklara uyum sağlayabilmek” şeklinde özetlenebilecek niteliğidir.

Diğer yandan siyasetçi de bir insandır. Ve o da -her ne kadar bu düşünce popüler değilse de, birçok saf kişi bu insanları “vatanperver idealistler” sanma yanılgısına düşse de- bir meslek icra etmektedir. Bu nedenle kişisel olarak tabi ki “mesleki başarı” çalışması yapabilir. Ama çalışmalarını ait olduğu partinin (ya da idealin) genel başarısına yönlendirirse yukarıda anlattığım engellere çarpması kaçınılmazdır.

Ve asıl altı çizilmesi gerekli nokta: Peki; neden maji ideların (politik görüşlerin) hükümranlığı adına kullanılmamalıdır?

Kullanılmamalıdır; çünkü bir politik görüş adına çalışma yapmak, o politik görüşe ters görüşü benimseyenler için lanetleme çalışması yapmak demektir. Bu yapıda/karakterde/beyin elektriğinde olan (yani başkalarının yaşamına müdahil olabilen, ya da diğerlerinin arzularına kendiniki kadar saygı duymayan) kişiler NE celp etmişlerdir.

NE varsa sonuç (okültü geçin, bir fizik kuralı olarak) majisyenin mutluluk ve rahatlığının tersine gelişir. Bazı EM dalgaların (frekansları gereği) canlı hücreleri BÖLMESİNE engel olmak nasıl ki olanaksızsa, NEnin de kişiyi arzularından ayırması o kadar kaçınılmazdır.

Kötü haber odur ki, kimi zaman (bence kişi eğer ciddi oranda NE yüklü ise) negatif majikal çalışması sonuç verebilir. Bu durumu “ilk dozları bedava dağıtan” uyuşturucu satıcılarının yaklaşımına benzetmek mümkündür. Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Kabala nedir? Herkes ögrenebilir mi?

Kabala nedir? Herkes ögrenebilir mi?

YANIT

Kabala, Yahudilik ezoterizmidir. Bu yorum bana ait değil, Kabala’nın klasik tanımıdır. Bu yüzden Kabala’nın ne olduğunu anlamak adına Yahudiliğe göz atmak gerekir… Yahudiliğin ne olduğunu anlamak adına ise, onun tek tanrısı Yahveh’e…

Yahveh, Tevrat’a göre evreni bölerek var eden bir tanrıdır. Bu sözler de bana ait bir yorum değildir; Tevrat, Yaratılış bölümünde bu gerçekten apaçık söz edilir. Yahveh evreni, her şeyi bölerek (birbirinden ayırarak) 7 günde yaratır. Böldüklerine insan da dahildir. Havva’nın Adem’in kaburgası alınarak yaratılması teması, androgynous (bölünen insan) teorisinin, erkekegemen yorumudur.

Bizim “Bölünen Evren” teorisine göre Müslümanlık cenneti (Kuran’da detaylı şekilde betimlenen cennet modeli) öncel evrendir. Bu yapı bir çeşit dalga fonksiyonudur. Bilimde Big Bang olarak ifade edilen bölünme, aslında dalga fonksiyonunun çökmesi ve parçacık olarak (madde olarak) var olmaktır. (Patlama, zaten bölünme anlamındadır.)

Zıtlıklar, makrokozmos bölünmüş gerçeklerden var olduğu için birbirini çekmektedirler. Zıt sanılan şeyler zıt değil, bir bütünün iki farklı yarılarıdır ve öncel hallerine ulaşmaya çalışmakta… ama başaramamaktadırlar. Yine de evreni bir arada tutan onların -önceki gibi tamlaşamasalar, bütünleşemeseler de- bir arada çalışmalarıdır. Elektrik (sistemimizde erkek) ve manyetizmanın (sistemimizde dişi) bir arada “evrenin yapışkanı” EM’yı; dişi ve erkeğin (androgynous yapıya dönemeseler de) bir araya gelerek yeni bir can yaratmaları buna örnektir.

Cennet (öncel evren) hala vardır. Bu düşüncenin kanıtı dinsel ortamda insanın cennetten kovulması (cennetten uzaklaşması, yeniden ulaşamaması) ile ifade edilmektedir. Uzaklaşan (parçacık olarak çöken, makrokozmosa düşen) sadece bir parçadır.

Cennetten kovduranın yılan olduğu ise Yahudi yalanıdır; kökeninde, Müslümanlık cennetine neredeyse tıpatıp benzeyen Hesperidlerin elma bahçesinin koruyucusu ejder Ladon vardır. Ladon kötü bir varlık değil, bahçe elmalarını kötülerden koruyandır. Müslümanlığın “İrem Bağları” ile Hesperidlerin Bahçeleri de benzerdir.

Tevrat yazarları Musa peygamberin -Mısır’dan “seçilmişsiniz” diyerek çıkarttığı mevsimlik göçebe işçileri kırk yıl boyunca çölde dolaştırırken- yüzleştiği zorlukların öfkesini anaerkil paganizmden çıkartmayı amaçlamaktadırlar. Ne de olsa seçilmiş kavimin dolaştığı ve sürekli toprak elde etmek adına saldırdığı paganist uygarlıklar (örneğin El Hazne’nin mimarı Nabatlar), onlara geçit vermemişlerdir.

Cennete (öncel evrene) ulaşmak matematik ile hipotetik de olsa mümkündür. Buna engel olan “ışık hızı”, daha doğrusu ışık hızının geçilememesidir.

Işık hızını (ışık olarak algılanan, mükemmel bir kurtarıcı sanılan, oysa aslında gözlerimizden sürekli beynimize aldığımız bir EM dalga boyu olan; dahası, parlak ve aydınlatıcı bir şey olup olmadığı bile belli olmayan “şey”i) yaratan da Yahveh’dir.

Kabala, böylesi bir yapının sansürlü ifadesi olan Yahudiliğin en gerçek hali ile halvet olmak anlamına gelir.

Söz konusu yapının yöntemleri ile sulh-u salah arayanların nasıl bir enerji ile kontağa geçeceklerini, bu enerji ile kontağa geçerlerse beyin elektriklerini ne tipte frekanslara açacaklarını anlamak için üstün yetenekli olmaya gerek bulunmadığı kanısındayım.

Sümer ve antik Mısır uygarlıklarında şifa aracı majiye itici ve ürkütücü imajını veren, majiyi (hatta günümüzde kullanılan Tarot katlarını) de eline geçiren Kabala’dır.

Ancak şu nokta çok önemlidir: İyi niyet ve saflık yüklü bir istekle (Müslümanlık bunu “temiz kalp” olarak niteler) ele alınan her şeyden güzel sonuçlar elde etmek mümkündür. Bu yaklaşımdaki kişiler -fark etmeseler de- NEyi pozitive eden bilinçlerdir aslında. PE, en olumsuz ortamlarda bulunan kişilerin bile darbe almasını engeller.

Kabala dahil tüm majikal yöntemler bir beyin sporudurlar. Zaman, irade, yetenek, sabır ve kararlılık isterler. Bu niteliklere sahip kişiler -hangi yöntemde çalışıyor olsalar da- başarılı sonuçlar elde ederler. Sorulması kesinlikle gerekli soru ise, Kabala’da “başarı” olarak algılanan “3. kişilerin hayatına müdahil olma”nın gerçekten başarı sayılıp sayılmayacağıdır. Bir diğer deyişle, bu alana girmeden önce söz konusu başarının, kişiye ne kazandırıp, ne kaybettireceği dikkatle irdelenmelidir. Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Janus’un olağan bir günü… Ve gecesi!

Sevgili Janus, bize siradan bir gününüz nasil geçiyor anlatir misiniz 🙂 Dinlemesi keyifli olacak eminim 🙂

YANIT

Beni merak ettiğiniz için teşekkür ederek başlayayım ve tamam; anlatayım. 🙂

Günüm sınırları zorlamalar, keyif dolu iniş ve çıkışlar, gözüpek atılımlar, dipleri görüşler, ardından doruklara tırmanmalar, sonunda farklı hazları tatmalar içinde geçiyor.

Her günüm bir macera benim.

Sürprizlerle dolu bir yaşamda, önüme serili istasyonlara zıplaya sıçraya yaşarım!

Diyeceğimi sanıyor, ya da bekliyorsanız (ki, sorunuzun “havasından” bu çeşit bir beklenti içinde olduğunuza inanıyorum), sizi büyük ölçüde düş kırıklığına uğratacağım. Benim günlerim günah içinde, sizlere verdiğim talkınları değil, salkımları yutarak geçmekte. 😉

Ama durun canım, hemen beni betelemeyin, günah dedimse ataerkil dinlerin söylemlerinde yer alan şeylerden değil benim günahlarım. Hepsi de gerçek… yani öz-be-öz NE celp eden davranışlardan söz etmekteyim.

Hatta bir düzeltme daha yapayım: Benim günahım tektir… ama çok büyüktür… çünkü biricik günahımın adı “dengesizlik”tir.

Evet, benim en büyük ve tek günahım günlerimin day-in, day-out, gücüm yettiğince, beynim elverdiğince, hafta sonları dahil çalışarak geçmesidir!

Yine de bir itirafta bulunayım: 2009 yılına dek en başta söz ettiğim modeli reel yaşamda, curcunanın içinde, jungle’da tükettim. Dört insanın hayatını yaşadım desem inanın abartmış olmam. Aklınıza gelecek, gelmeyecek belki de her işi denedim. Yasa dışı hiçbir şeye, ya da en hafifinden bile uyuşturucuya bulaşmasam da, cinsel ahlak açısından sınırları çok zorladım.

İlk gençliğimden beri yaşamın -olağan insanlarca benimsenmesi zor- doruklarında var olsam da, kimi insanların ciddi ölçüde özeneceği bir yaşam modelim bulunsa da, aklım hep kütüphanemde, düşünmekte, araştırmakta ve gizem dedektifliği yapmaktaydı. En büyük keyiflerimi daima yalnızken, çalışmalarıma gömülü iken yaşadım. Benim azgın kimliğime bakan neredeyse hiç kimse, o farfara görünümün gerisinde ciddi bir araştırmacı olduğunu anlayamadı. Bazı gazetelerde kitaplarımın tanıtımında yer alan “Bu dangalak bu kitabı nasıl yazdı ben de anlamadım ama fazla küçümsemeyin, içerik sağlam” mealindeki “açıklamalar” bu sözlerimin kanıtı idi. 🙂

Bu cafcaf içinde mutlu muydum?

Hayır değildim. Bunu tüm dürüstlüğüm ile söyleyebilirim, değildim.

Ve bir gün kendimi kuantum mekaniğinin içinde buldum. Yirmi senedir tanırdım onu… ama gün geldi birbirimizin arkadaşı olduk, giderek ilişki ilerledi, “halvet olduk”. Peki en sonunda vuslata erdim mi? Hayır… tabi ki eremedim. Bohr, Bohm, Hawking dahil kim erebildi ki ben ereyim?

Velhasıl bir rüzgar esti, beni hızlı hayatımdan koparttı ve kendimi bir (filmlerdeki akla ziyan icatları yüzünden nice ülkenin casus servislerinin peşinde olduğu formüller yaratsa da evinin yolunu yitiren) profesör kimliğinde buluverdim.

Bu birçoklarına göre kupkuru gelecek model içinde mutlu muyum?

Evet, büyük ölçüde mutluyum.

Ama şuna da KESİNLİKLE biliyorum: Eğer sizlere öğretmeye çalıştığım sözleri kendim 1/1 oranında uygulayabilsem (%90 uyguladığıma emin olun) benzersiz keyifler içinde yaşayacağım. Ne yazık ki gücüm bu kadar yetiyor ve “çalışmaktan biraz olsun geri durmak” adlı o erdeme ulaşamıyorum.

Bu girizgahtan sonra (her zamanki gibi konuyu dağıtıcı girizgahtan sonra) size -madem merak ettiniz- ortalama bir günümü detaylı şekilde anlatayım. Bana inanın; içerikte en küçük bir abartma veya gerçek gizleme yok.

Günüm sabah 5-6da uyanarak geçer. Uyanır uyanmaz yanımda duran laptop’um açılır, yüzümü yıkamam sonrasında yeniden yatağıma girer, onu kucağıma alır, çalışmaya başlarım. Bu saatlerde (yani beynim en açıkken), bana en sevimsiz ve zor gelen işleri yapmaya koyulurum. En sevdiklerim, en sona itilir.

Aynı sürede editörlerim öğrencilerime dersleri yollamaktadırlar. İşleri bitince bana rapor veriler ve okumam gereken linkleri aktarırlar. Erken saatlerde aramızda yoğun bir bilgi transferi ortamı başlar. Bizim günümüz sabahları mesai saatinden çok önce başlar.

08.30 gibi yataktan kalkar, müziğimi açar, hazırlanmaya başlarım. (Çalışmadığım her an müziğim açıktır. Sabahları genelde -arkadaşlarımın “süpermarket müziği” diye bana takıldıkları- smooth jazz tarzı şeyler dinlerim.) Traş olur, saçlarımı -artık pek az kalsalar da- bir avuç jöleye boğar, giyinir aynaya bakarım. Bu anlar, yani kendime baktığım anlar, en sevdiğim zamanlardır. Bu yüzden evimin neredeyse her köşesinde ayna vardır. (Rezil olduk. 🙂

Günün ikinci bölümü ofisimde başlar. Masamın başına geçip sistemi açtığımda çok az insanın mutlu olacağı kadar mutlu olur, yaşadığımı anlamaya koyulurum. Artık kendim olduğum diyara yolculuğum başlamaktadır.

Ama söz konusu yolculuk genelde “inkıtaa uğrar”; çünkü tam hızımı almışken benim aşkım, sarışınım, oda kapısına gelir, önce gözünü bana diker bakar… benden tepki alamayınca ağır-ağır, salına-salına, oda ortasına, tam karşıma gelir, kendini sırt üstü yere atar, bacaklarını kaldırır, bana -bu kez daha keskin şekilde- bakar.

Bu pozuna karşı koyamadığımı yıllar içinde öğrenmiştir.

O anda içimde yoğun bir öfke ile yoğun bir sevgi dövüşmeye başlarlar. “Çalışıyorum, görmüyor musun? Para kazanamasam kendi yiyemediğim şeyleri sana yediremem, bunu anlamıyor musun?” azarı ile; “Bebeğim, haklısın, bunaldın, gezmek eğlenmek istiyorsun; hem sen olmasan, beni zorlamasan, belki de kör-kötürüm olurum” sözleri zihnimde dans etmeye başlar. Sonunda hep sevgi kazanır, bana işimi bıraktırır, yerimden kaldırır. Artık yapacağım tek şey sarışınımın tasmasını takıp, onunla bir saatlik yürüyüşüne çıkmaktır.

Apartman kapısının önünde çete (sarışının haylaz arkadaşları) bizi çoktan beklemektedirler. Hep birlikte bir saat boyunca otoyollar aşar, parklardan geçer, gecekondu mahallelerine dalar, sonunda yorgun ve mutlu halde ofise döneriz.

Kahvaltımı etmem sonrası çalışmam yine başar ve artık -derler ya- “top patlasa fark etmeyeceğim kadar” dalar giderim. Bilgi, benim için reel bir mekandır. Kara deliklerde bilginin saklandığının matematiksel olarak kanıtlanmasından sonra bu hissimin gerçekliğini görmüşümdür. (Bu konuda bir yazı hazırlıyorum.) O diyarda -yanıtımın en başında söz ettiğim- her çılgınlığı yaşarım: Farklı serüvenlere dalar, bazen korkar, bazen bunalır, bazen sevinç dolar, bence (seks dışında) gerçekten sadece orada yaşarım. O büyülü diyarda hiçbir zift rengi negativite bana diş geçiremez.

Akşam 5.30da bir çalar saat çalmış gibi çalışmalar durur. Arkadaşlar bu huyuma “Sen yazılı sınavda ‘kalem bırak’ eğitimcilerindensin” diye takılırlar. O anda sistem kapatılır; bilgi, ertesi günkü buluşmamıza dek kara deliğe, yuvasına döner. O giderken arkasından teşekkürlerimi sunsam da, ışık hızında yol aldığı için beni duymaz. Yıllardır -çok büyük olaylar olmadıkça- saat 17:30da içkimi bardağıma dökmeme hiçbir güç engel olamamıştır.

Akşamlarım genelde yalnız geçer. Yalnızlığı, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar, hatta hatalı olduğunu gördüğüm halde, tanrımdan (ve varlığımdan) uyarılar alsam da vazgeçemediğim kadar, çok severim. Yalnızlık aşkım, yenemediğim en kötü huylarımdan biri, ikinci günahımdır.

Telefon çalarsa inanılmaz şekilde gerildiğimi itiraf edeyim. Bana yakınlarım hala e-posta ile ulaşırlar. Özelime girmek için adım atan değerli kişiler bu yanıma saygı ya da anlayış göstermezlerse yakınlaşma adına hiçbir şansımız olamaz. Bana telefon edecek yakınlıktaki pek az dostum telefon etmeleri gerektiğinde önce yazılı mesajla uyarırlar, onay alınca ararlar. Günüm, neredeyse dakikasına dek programlıdır.

Akşam tek başınalık saatlerimde ofisteysem kişisel bilgisayarımda bir manzara linki açarım. Elimde içkim, kucağımda sarışın, drone ile tropik adaları gezerim, camlarını yağmurun dövdüğü ortaçağ kütüphanelerinde kitap okurum, ya da bir kulübenin camının gerisinden karın yağışını izlerim.

Müziğim ise hard rock, senfonik rock, ya da klasik müziktir. Rammstein genelde eksik olmaz gecelerimden… Il Divo da… Bazı arabesk parçalara neden “damardan” dendiğini anlayacak kadar rock müziğe düşkünümdür. O saldırgan davullar, vahşi elektro soloları kanımda… yok, nöronlarımda, en haz yüklü, dünya dışı, nörotransmiterleri salgılatır, yasak alemlere uçururlar beni.

Yalnızlık tutarağımı bilincinde olduğumu, haftanın bir gecesi bana konuk gelen bir arkadaşımla bu hatamı yenmeye çabaladığımı (çamura yatmadığımı) eklemem gerek. (Kimi zaman iki gece da oluyor hani. 😉

Ancak haftanın bir günü, daha doğrusu tek bir gecesi, kendime verdiğim bir tatil vardır.

Neden o gün tatildir? Yani neden o günü “tatil” olarak adlandırırım? O gün tatildir; çünkü sürekli üzerimde taşıdığım pozitif kimliği o gecelerde çıkartır, kendime “kendim” diyebileceğim bir şey olma izni veririm. Bu kendim, özümdeki -bu gün yapmakta olduğum işi yapmama ve bir yandan da ülkülerimi kovalamama izin vermeyecek biridir. Bu iş, yani elimden geldiği kadar farklı inanç, bakış açısı, eğilim vb. deki kişilerin hepsine iyi gelecek ortak şeyler söylemeye çabalamak (özetle BİRLEŞTİRMEK) o kişi ile, kendim ile, yapılacak iş değildir. O (kendim) bir liderdir. Oysa benim işimde, hedefimde, idealimde -sanılanın aksine- liderliğe yer yoktur. Oysa hala da kimliğimde silinemez bir liderlik eğilimi vardır. İşte o yanımı sadece haftada bir gece, tatillerde yaşarım.

[Topluluklarda lider olmayan bir yönlendirici modeli bence en başarılı şekilde Small Soldiers adlı filmde izlenebilir. “Elit komandolar”a karşı direnen gorgonite adlı grubun yönlendiricisi kendini “Gorgoniteların Sözcüsü” olarak tanıtır. En ağır yükleri o taşır, tehlikelere en önce o atılır, büyük özverileri o omuzlar, arkadaşlarından güçlü ve zekidir… ama lider değildir. Anthony Robbins’in güç tanımı anaerkideki erkeksi güç kavramını çok güzel özetlemektedir: “Güç, kesinlikle mutlak hakimiyet gerektirmez. Güçlü kişi, kişilere hak ettiklerini verebilir; çünkü güç, diğerlerinin ihtiyaçlarını tanıma ve giderme yeteneğidir.”]

Kendim olduğum gecelerim elbise seçimi ile başlar. American Jigolo adlı 1980 yapımı filmde erkek eskort Julian (Richard Gere), gece avına çıkmadan önce gardrobunu, çekmecelerini açar, gömlekleri, kravatları yatağın üzerine atar ve “kombinler” yapar. Ben de -gardrobum mütevazi olsa da, kombin-monbinden anlamasam da- o gece ne giyeceğime (siyahlara mı bürüneceğime, beyaz bir ceket mi giyeceğime, ya da gri bir takımı mı seçeceğime) zevk içinde karar veririm. Sonunda giyinir, parfönümü -ölçüsünde- sıkar, yeniden ayna karşısına geçer ve bana bu güzel yaşamı veren iyiler iyisi yaratıcıya şükranlarımı sunar, günahlarım (çalışmaya bu denli düşkünlüğüm ve yalnızlık tutkum) adına pişmanlığımı dile getirir, çabalamaya devam edeceğime söz veririm.

Tatil gecelerimin mekanı -eğer param varsa- lüks otellerin barlarıdır. Arkadaşlarım bu huyumla “bu kadar mekan varken oteller ne iş?” sokuşturmaları ile dalga geçerler.
Ben ise kendimi savunmak adına “en iyi martininin otel barmenlerince yapıldığını” öne sürerim. Maddesel durumum kırık ise, ki, genelde öyledir, daha kendi halinde bir mekana akar, screwdriver’a (votka portakalın gerçek ve cool adı) razı olurum. Bu gecelerde de kural olarak yalnızımdır.

Gittiğim mekanda köşede, diplerde bir yere oturur, içkimi söyler, bir hafta boyunca -kendi isteği ile- şatomun kule odasında kapalı duran göz enerjimi serbest bırakır etrafa salarım. Ancak yine yanlış anlamayın; bir daha asla pis ve nalet bir herif olmam… asla olmam. Ama artık ne birkaç saat önceki kadar nazik, ne o kadar anlayışlı, ne o kadar sevecen, ne de o kadar güler yüzlü, ne de o kadar uyumluyumdur. O geceler benim kendim olduğum, gerçek kişiliğimin hücrelerimden fışkırmasına izin verdiğim tatillerdir.

Ve sonra gece başlar.

Bu ne mi demek?

E, o kadarı da bana kalsın… 🙂

Nasıl? İllaki öğrenmek mi istiyorsunuz? O zaman siz de tatil verin kendinize, girin kimliğinizin derinlerindeki çılgınlığa arada sırada. Sınırları aşmadan, geri dönüş yolunu kaybetmeden, ölçüyü kaçırmadan, arabanızın kabak olacağı kadar dans etmeden, daha bir kendiniz olun. Dönmemiz kaçınılmaz olan sisteme bağınızı (silver line’ı) kopartmadan, yayılın. Orası, eğer kendiniz olmaya çalışırken NE celp etmedinizse, cennetin manzarasının en güzel seyredildiği yer, beyninizin balkonudur. Giyinin süslenin, çıkın oraya, erkekseniz açın pelerininizi, kadınsanız kaldırın eteklerinizi (isteyen erkek etek giyebilir, isteyen hanım pelerin takabilir, sorun yok :D) ve havalanın kısa süreliğine de olsa.

Bakarsınız o sınırsız çılgınlık içinde karşı karşıya gelir, yasak frekanslarla birlikte sevişir, katlana katlana boşalır, gerçek özgürlük ve macera için en önemli aracın beyin olduğunu bir kez daha anlarız.

Hawking ne diyor: “Ben sadece fizikçi ve kozmolog değil, aynı zamanda düş gezginiyim; sizlerle bir bilgisayar aracılığı ile konuşabilsem de beynim özgür.”

Hadi bu gece sizin “o” gecelerinizden biri olsun sevgili sorucu. 🙂 Hem de yatağınızda penyelerinizle yatıyor olsanız da!.. Madem ki beyninizin içinde tüm yasak diyarlara otoyollar vardır… o zaman bu gece başlayın gazlamaya. Böylece maji dünyasına bence ilk adımı da atmış olacaksınız.

Ama erkekseniz kesinlikle geceleri kadınlara yol verin; geceler öncelikle kadınlarındır. Hayır; bu sözlerimin gerisinde trafik kurallarına uymaya yönlendirmek isteyen korumacı bir tavır yoktur. Sözlerimin nedeni Yunan mitolojisi yaratılış mitidir. Bu ve benzer bazı başka mitolojilerde en ilksel (primordial, anasız babasız doğan, kendi kendine var olan) olgu/varlık Gece’dir (Nyx)… ve dişidir.

Ilahi adalet

Merhabalar, sizi ilgiyle takip ediyor ve verdiginiz bilgileri ufuk açici buluyorum. Diger yandan hep göz ucuyla bir çesit ilahi / evrensel adalete dair iz aradigimi farkettim, bu konuya bakisinizi merak ediyorum. Bu sadece entelektüel bir kaygi degil benim için, zor bir çocukluk geçirdim, özellikle son 5 yilda çok defa dibi gördüm, eger bu isimleri önemsiyorsaniz borderline kisilik teshisi aldim, kendimi ve kafami da hala toparlayabilmis sayilmam. Kimisi geçmis yasamlardan, kimisi çocukluktan, kimisi irsi yönlerimizden bahsediyor ama söyle bir ortak nokta var ki, sizin üstüne düstügünüz kisim zihinsel yeteneklerimiz bir nevi, söyledikleriniz uygun bir kapasite istiyor, ve belki bazilarimizda bu yok, bazilarimiz için de daha zor gibi görünüyor. Sizin görüsünüzde adalet nereye oturuyor ? Ve bana ayrica verebileceginiz bir tavsiye var mi ? Tesekkürler.

YANIT

Psikoloji disiplinine ters düşen şeyler söyleyeceğim için gerçekten üzgünüm. Ancak bir soru sorulunca yanıt vermek zorundayım. Eleştirimin -insanlara yardım etmek için iyi niyetle yola çıkmış kişiler olan psikologlara değil- sadece bir disipline olduğunun altını çizerek başlayayım. (Bu konudaki görüşlerimizi öğrenmek için lütfen “Sorular” sayfasının sol üst köşesinde yer alan “Temel İnançlarımız” linkine dokunun.)

“eger bu isimleri önemsiyorsaniz borderline kisilik teshisi aldim”
Bizlere göre böyle bir şeyden söz etmek yanlıştır; çünkü evren nano saniyede İNANÇLARINIZ doğrultusunda, SİZİN tarafınızdan yaratılır. Teşhis denen yönlendirmelere inanırsanız, artık o yapıyı (“hastalık” sözcüğünü kullanamam) beyninizde (kaderinizde) kurarsınız. “Teşhis koymak, kesin kılmaktır”. İnanç ile “Yok” dediğinizde yok edebildiğiniz bir evrende yaşamaktasınız. Bu gerçek, kuantum mekaniği ile ortaya çıkmış, defalarca test edilmiş ve her defasında kanıtlanmıştır. Geleceğin şifa vermek için yola çıkan kimseleri (belki doktor ve psikologları) sadece bu konuda (evreni kurmayı öğretmek konusunda) yönlendirmeler yapacaklardır bana göre. Placebo adlı durum tıp ortamında kanıtlandığı halde, doktorların bu yönde değil, tam tersi yönde, yani kişileri hasta olduğuna inandıkları yönde davranmalarının gerisinde onların art niyetli kişiler olmaları değil, kuantum mekaniğinin olağan bir bilgi ortamı şeklinde halka yansımamış olması vardır. (Doktorlar üstün varlıklar değil, hepimiz gibi halkın parçasıdırlar.)

Önce bu konuda anlaşalım diye buradan başladım.

Ve devam edelim.

Yaşanan sıkıntılar kabaca;

  • Makrokozmos ile öncel senkronizasyonlarınızdaki (buna “öncel yaşamlarınızı iyi değerlendirememeniz” yüzünden diyebiliriz) hatalardan;
  • Bu yaşamda hatalı tutumlarınızdan (hatalı düşünme şekillerinizden);
  • Seçilmiş kişilerdenseniz doğum anında özellikle saldırıya uğramanızdan

kaynaklanıyor olabilir.

Bu üç şartın üçünde de NE celbi vardır ama NE’nin varlığı kötü bir insan olmaya değil, dikkatli davranmayıp (gerekli önlemleri almayıp) üşütmüş olmaya benzer. Bir terslik sonucu yaşanan acıyı, korkuyu ya da öfkeyi yaşamayı uzatırsanız NE celp olur, giderek -katlama usulü ile- artabilir.

NE celbinin nedeni üçüncü seçenek ise kurtulması kolaydır. Sıkıntı yaşanacak olsa da, seçilmişlik adlı yapı (güçlü bağışıklık sistemi), eninde sonunda hastalığı yener.

Neden ilk seçenek ise bu yaşamda geçmiş yaşamlarda edinilen bilgiler ile bedenlenildiği için yine atlatmak çok zor değildir.

İkinci seçenek ise (ki genelde böyledir) işler karışır: Ataerkil kültür tarafından yanlışların doğru olduğuna sürekli inandırılan bir kişi (hemen bir örnek: “Kadınlar erkeklerden güçsüzdür” dogması) doğru davranmaya çalıştıkça hata yapar!

Genelde yapılan hatalardan diğerleri

  • sorunları -dertleşmek dahil- 3. kişilere anlatmak,
  • çözüm aramak adı altında sürekli düşünmek,
  • yardımcı olmayan bir yaratıcıya öfkelenmek,
  • kendine acımak

benzeri yüzlerce davranıştır. Düşünmek ve konuşmak, fotonlarla EM alanların yeniden eksite edilmesi (geçmiş olayların canlandırılması) anlamındadır. Söz konusu eksitasyon dalga fonksiyonunun bu yönde çöktürecektir. Tanrı dahil herhangi bir odağa öfkelenmek, ya da (kişinin kendi dahil) herhangi bir odak adına acı duymak da NE celbine meydan verir.

Sizi tanımadığım için “zor çocukluk” sözlerinizin içeriğini bilemem; ancak bu söylem (inanç, konuşma/düşünme biçimi) bizim tarafımızdan hiç sevilmeyen bir ataerkil kalıptır (tuzaktır). Çocuklukta zor ve kolay günler; yaşamda zor ve kolay dönemler vardır.

İşi başka taraftan ele alalım: Beyninizde “Zor çocukluk geçirdim” inancı olduğu anda geçmişi zorlaştırırsınız! Geçmiş de esnek ve değişebilir bir yapıdır! Zamanın İçindeki Her An Şimdiden Vardır. Tarafınızdan zorlaştırılmış geçmiş, bu güne (“hal”e) yansıyacaktır.

Yaşanan bitmiştir. Sona ermiştir. Geride kalmıştır. Sanılanın aksine düşüne-düşüne ders alınmaz; sadece hatalar canlı tutulur. Gerekli ders, nöral yolaklarınıza -varlığı yeni yeni meydana çıkan beyin “alt yolları” ile- zaten işlenmiştir. (Detaylı bilgi için Beatrice de Gelder araştırmalarına göz atılabilir.)

En zorlu geçmişler bile “Ay dertlenmekten sıkıldım, bence o kadar da kötü diildi; ya, millet nelerle başa çıkıyor, üf, zaten bitti gitti, walla daha fazla hiiiiiiiç kendimi yoramam” benzeri neşeli, kolaycı, geniş düşünme tipleri (EM dalga boyları fışkırtmaları) ile pozitive edilebilir.

“sizin üstüne düstügünüz kisim zihinsel yeteneklerimiz bir nevi, söyledikleriniz uygun bir kapasite istiyor, ve belki bazilarimizda bu yok, bazilarimiz için de daha zor gibi görünüyor”
Zihni doğru düşünmeye programlamak bazıları için değil, insanların ezici çoğunluğu için zordur; çünkü hepimiz aynı ataerkil kültürde, aynı aldatmalar tarafından yönetilmekteyiz. Ancak hala da kararlı ve inançlı bir kişi için EN FAZLA bir senelik çabalama ile çok ciddi başarılar elde edilebilmektedir. Adı geçen süreç, majikal destek ile sürece kısaltılabilir, başarı oranı arttırılabilir, sonuç kalıcı kılınabilir. (Majiyi, komşudaki ultra mini etekli dilberi baştan çıkartmak, ya da nalet personel müdürünün ayağını kaydırmak için çalışmak sağ kulağı sol ayakla kaşımaya benzer. Majinin ana çalışma konusu beyin elektriği yapısını rafine etmek olmalıdır.)

“bana ayrica verebileceginiz bir tavsiye var mi ?”
Tabii ki var 🙂 Pek prototip ve artık alışıldık olacak ama bildiğim yeğene yol da bu: Her ne yaparsanız yapın; kendinizi aldatın, güzel şeyleri bulup onlara odaklanın, Polyannacılık oynayın, ya da size özel bir yönetme geliştirin: Kendinizi keyifli kılın. Asla sorunların ciddiliğine ve büyüklüğüne odaklanmayın. Çözmek adına bile olsa odaklandıkça, büyüyecektir. Sorun yoktur; sorun denilen şeyi yaratan (gerçekliği o yönde çöktüren) beyin elektriği vardır. Elektrik düzeltilebilirse evren, yani kaderiniz, hatta geçmişiniz, yeniden inşa olur. Sadece gelecek değil, geçmiş de süperpozisyondadır.

Son olarak ilahi adalete gelelim:
İlahi adalet diye -standart şekilde anladığımız, bize belletilen (Yahudilik [Tevrat] çıkışlı olan, Kuran’da asla yer almasa da, Yahudilik tarafından etkilenen pop kültürün yarattığı, göklerden bizi gözleyen, despot, kuralcı, zalimliğe kayacak kadar sert yapılı, bir yandan adalet dağıtan, diğer yandan ürkütücü cezalar veren, lider tipli tanrı modeli) bir kurum olduğundan kuşkuluyum; çünkü aslında her şey mantıklı (ama rastlantıya dayalı!) fizik sistemler esasına bağlıdır. Bu gerçeği basitçe “Ne yaparsanız, aynı biçimde geri yansır” şeklinde rezüme etmek mümkündür. Yapılan (düşünülen) her şey -sadece alanlardan meydana gelmiş olan- evrende, bir eksitasyon yaratmaktır. Bu gün foton ve elektron dahil tüm parçacıkların alan eksitasyonu olduğu ortaya çıkmışken (detaylı bilgi için bkz. Kuantum Alanları Teorileri, QFT, Quantum Field Theroies) artık tanrısal adalet olmadığından söz etmek -bilim açısından bile- mümkün değildir. Bu sözlerde ise hiçbir bir tanrısızlık yoktur; çünkü asıl kumaş (bkz. Fabric of Cosmos) her ne kadar bölünmüş olsa da (ki aslında sadece bir parça kopuştur), yaratıcı tarafından dokunmuştur.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Doğum haritam

(…)
Dogum haritamda çok fazla 7.ev var (yay) ve bunlar ugursuz gezegenlerde. Bunun (olumsuz kadere) bir etkisi olabilir mi? Janus yorumlarsa sevinirim.

YANIT

Genelde astrolojik harita yorumu yapmasam da, kabul ederseniz, sanal öğrencilerimden olduğunuz için bir kereliğine bu kuralımı bozuyorum.

Önce önemli bir hatanızı dile getirmekle başlayayım: Uğursuz gezegen yoktur, dikkate alınmazsa zarar verecek konum vardır.

Ve sorunuzda yer almasa da söylemek istediğim bir gerçeği yansıtayım: Harita, kompakt bir yapıdan söz etmez; değişme potansiyeli tam olan esnek bir doku adına uyarıcıdır. Yani harita kesin kaderi belirlemez. O, yaşamda yapılabilecek hataları ve kişilikteki kazanç sağlayacak detayları gösteren bir advisor’dır. Uzun yaşamım boyunca, kendiminki dahil, defalarca haritaların -kaderlere paralel olarak- değiştiğine tanık olmuşumdur.

“Dogum haritamda çok fazla 7.ev var”
Doğum haritalarında daima tek bir 7. ev (ya da başka evler) vardır. Göğün bir parçasını, göğün başka yerlerine monte etmek olanaksızdır. Acaba “7. evde çok fazla planet var” mı demek istediniz?

“bunlar ugursuz gezegenlerde”
Uğursuz gezenlerde ne olduğunu da anlamadım. Gezegenlerde bir şey olmaz, gezegenler bir yerde (konumda) olurlar. Karamsarlığa düşmeden önce sağlam astroloji bilgisine sahip olmak daha akılcıdır. 😉

7. ev ise geleneksel olarak “evlilik evi”dir. Aslında insanın kabuğundan çıkıp diğer insanlarla ilk eşleşme başarısını (yapısını) gösterir. Bu yüzden bu ev aslında iş ortakları hakkında da bilgi verir. Bu evde stellium (planet birikimi) olmasında herhangi bir hayırsızlık yoktur.

Ancak sizin verdiğiniz tarihe göre çıkarttığımız haritanızda 7. evinizde stellium yok. Haritayı hangi yöntemle çıkarttınız bilemem, ama benim kullandığım yöntem en yaygın olarak benimsenen ve güvenli görülen sistem olan Placidus’dır. Bu yüzden ben kendi çıkarttığım haritada gördüklerimi aktaracağım.

Haritanız zor bir harita, kolay demem hata olur. Ancak bir dolu da çıkış noktası da var.

Sakınmanız gereken şey öfke ve sertlik. Mars (öfke, saldırganlık) ve Satürn (sertlik, kısıtlama) arasında zor bir açı olan opozisyon var. Dahası, çift taraflı (ki, bu çok ilginç) Finger of God, yani Yod bulunmakta. Bunlarla başa çıkmak bir genç için zor olabilir.

Diğer yandan Mars ile Pluto, Yay burcunda, konjüksiyon (kavuşum) halinde, ki, bu konumun neredeyse aşamayacağı engel yoktur; çünkü ciddi bir direnç, kararlılık ve irade gücü verir. Ayrıca para konularında sıkıntı gördüm. Bu durum dostluklar, su, deniz yolculukları, insan toplulukları, içe bakışlar, hayal gücü, gizli esinler ile aşılabilecek gibi duruyor.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Anaerkide annelik, kürtaj

Selam Janus. Çocuk sahibi olmanin anaerkideki yeri nedir? Bazi dinlerde kürtajin yasak olmasini nasil degerlendirebiliriz? Bu hassas konudaki düsüncelerinizi ve bilgilerinizi paylasabilir misiniz? Saglicakla kalin!

YANIT

Dinleri eleştirmek haddim değildir;1
çünkü yürekten gelen bir iman gönlün mücevheridir. (Bu sözler “daha pozitif bir yaşama ulaştıracağına inanılan sübjektif bir sisteme/yapıya/disipline bağlılık yaratan nöral yolak” şeklinde de ifade edilebilir.) Bu yüzden sorunuza biraz dolaylı yanıtlar vereyim. Ama bence sonuçta aradığınız cevabı elde edeceksiniz.

Anaerkide kürtaj yasaklanmaz.

Anaerki, kadının cinsel yaşama -eşleşene dek- son derece aktif katılımından (çok eşliliğinden) yanadır. Bu tavrın nedeni ise kadının kendine en uygun olacak eşi seçme ortamını zenginleştirmek, yani aday havuzunu geniş tutmaktır. Anaerkide belirleyici kadındır. Hedef, bu belirlemeyi en ideal seçimler ile yapması için ortam hazırlamaktır.2

Çok eşlilik genelde sanıldığı gibi “ahlaksız” adı verilen bir karakter yapısının görünümü değildir ve insanların -tabi ki rahat bırakılırlarsa- doğasında bulunan bir itilimdir. Zamanı gelince (eş bulununca) arayış kendi kendine sona erer.

Bu durum evrenin temel yapıtaşlarında, örneğin elektronlarda, bile izlenmektedir. Eşleşmemiş elektronların (çok kabaca anlatıyorum) manyetik spinleri vardır, çekicidirler. Eşleşme olduğunda spinler birbirini yok eder, manyetizma sıfırlanır. (Bu konuda bilimsel raporlara dayalı bilgiler Manyetik Maji eğitiminde aktarılmaktadır.) Aynı gerçek pop kültüre “Aşk, kendi sadakatini yaratır” görüşü ile geçmiştir. Yani aşık olunduğunda (daha doğrusu, gerçek anlamı ile eşleşildiğinde) sadakat şeklinde ifade edilen tek eşlilik aktive olur.

Ancak çok fazla evlilik dışı ilişki, çok fazla evlilik dışı hamilelik demektir.

Bu yüzden kadınlar kendi dünyalarında bu soruna çözümler geliştirmişler ve değişik kürtaj ya da sezaryen metotları yaratmışlardır. Orta Çağ (Hıristiyanlık) sonrası söz konusu bilgi ve beceriye sahip kadınlara, günümüzün ebelerine, “cadı” diye yaklaşılmış ve tümü büyük baskı içinde engellenmeye çalışılmışlardır.

Bu durumu Erica Jong, 18. yüzyılda geçen “Fanny” adlı kitabına çarpıcı şekilde anlatır. Fanny’nin zengin sevgilisi onun doğumunun en iyi şekilde geçmesi için erkeklere güvenmektedir. Erkek doktorların ise -erkek oldukları için- doğum yapmakta olan kadının cinsel organını görmeleri yasaktır. Bu yüzden doğumu çadır gibi bir oluşum içinde yapmaktadırlar. Ayrıca o zaman çok modern sanılan bazı aletler kullanılmaktadırlar. Fanny’nin doğumunda ise bütünü ile yetersiz kalırlar, ona büyük acılar çektrirler. Sonunda erkekler tarafından cadı olarak suçlanıp alnına haç işareti kazanınmış bir ebe gelir ve son anda Fanny’yi kurtarır.

Oysa çağdaş (ataerkil) batı kültüründe acımasız ve negatif olarak tanıtılan, gerçekleri metodik olarak gizlenen, ama giderek ortaya çıkmakta olan (örneğin gladyatörlerin sadece gösteri yaptıkları gerçeği), anaerkiye çok yakın uygarlık Roma imparatorluğunda evlerin altında, kanalizasyonda bulunan cenin kalıntıların, kürtajın yapıldığı düşüncesini doğurmaktadır.

Anaerkide aile içinde babanın önemi ikincildir. Bu yapı erkeğin ve kadının doğal yapısına uygundur. Kadının, çocuk sahibi olunca eşine yönelik ilgisinin (hatta sevgisinin) bir ölçüde azalmasının, bebeğine az da olsa eşinden daha fazla odaklanmasının, erkeklerin aşırı baskıcı baba ve aile erkeği modeline itildiklerinde yaşadıkları sıkıntının gerisinde geleneksel ailenin doğal rol modellere ters düşmesi vardır. Sıkıntılar, uyumsuzluklar, kaçma istekleri, adaptasyon boşlukları genelde doğanın “kaç” komutunun fısıltılarıdır.

Bebeklerin bedenleri besin ile, ruhları sevgi ile gelişir. Bu besleyici sevgi ise annede yer alır. Tabidir ki erkekler de ciddi oranda sevgi gösterme kapasitesine sahiptirler. Tabidir ki babanın da çocuk üzerinde yapıcı rolü vardır. Anlaşılamayan ise dişide, erkekte olmayan, üstün olarak nitelenmesi gerekmeyen, sadece farklı olan ve bebeğin çok ihtiyaç duyduğu yapıda bir sevgi ve sezgi (pop kültüre “kadınsı içgüdü” olarak geçen yapı) bulunmasıdır. Bu sevgi, tıpkı memelerinden akan besin gibi (bu doğal bir mucizedir), bebeklerin temel ihtiyacıdır. Yani doğa bebeğin yönetimini ağırlıklı olarak sadece hamilelik ve doğum değil, doğum sonrası bakımda da dişiye vermiştir.

Kadın, sezgi kapasitesi ile bebek hakkında verilmesi kararı hisseder. Erkek ise sezgi açısından zayıflığı yüzünden -acıdan kaçmak adına- gözlemler yapmak ve bunların sonuçlarını analiz ederek bazı kurallar koymak zorundadır.
(Bunda da bir yanlış yoktur; bu bir çıkış yoludur.
Erkek sezgi açısından kadına oranla zayıf olsa da, irade gücüne bağlı sağlamlık, değişmezlik açısından üstündür. Kimse diğerine göre daha aciz, daha zayıf, ya da daha kötü yapıda değildir. Kötülüğü yaratan bakış açısı, inanç ve erkeğin doğrusunu kadına yüklemektir.)

Evrende ise kural yoktur. Kurallı evreni yaratmaya çalışan Newton yaklaşımının kuantum mekaniğinin doğması ile gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmıştır. (Bu sözler bana değil, parçacık fizikçilerine aittir.) Evren, rastlantılar üzerine kuruludur! Bu yapıyı ise kurallaştırmak imkansızdır. Söz konusu (kuantum mekaniği ile ortaya çıkan, geçmişi 8.000 yıllık insan tarihinde sadece 100 yıl olan) gerçekleri devrimci sanılan Einstein da kabul etmemiştir. Kuantum mekaniğinin rastlantısallık şeklinde yorumladığı evren yapısına “Tanrı zar atmaz” sözleri ile karşı çıkmış, kurallara dayalı işleyen evren düşüncesinden geri adım atmamış, hastanede ölüm döşeğindeyken bile Bohm’un hipotezlerinin hatasını bulmaya uğraşmış, ama sonunda ona “tanrıya ne yapması gerektiğini söylemeyi kes” diye yanıt veren Bohm’un teorilerinin doğruluğu kanıtlanmıştır.

Bu yapıdaki kuralsız (bir anlamda anaerkil) evreni de (en azından bizlere göre) yaratan tanrıdır.

Ataerkinin zararı burada -egemenliğin “an’a bağlı doğruyu sezen” kadına değil, “kural koyan” (hata yapma ve bunun sonucu olan acıdan sakınmak adına kural koymak gereği duyan) erkeğe verilmesi ile- ortaya çıkar.

Kadına egemenlik vermek (anaerki) ise bildik toplumsal düzeni (örneğin “bir lider tarafından yönetilme gerekliliği” sanısını) erkekten alıp kadına vermek (“baskı ile kısıtlama” adlı engelleyiciyi aktif tutmak) asla değildir. Sistem aynı kaldığı sürece aktif cinsin değişmesinin hiçbir anlamı yoktur.

Anaerki (kadın egemenliği), ortada “egemen” adlı bir konum olmayan, her cinsin doğal yapısı gereği yetkin oldukları alanda aktif olmasını teşvik eden bir sistemdir; böylece cinsler yan yana durarak, birbirlerinin eksik yanlarını besleyerek, YEKPARE bir evren yaratmak adına, yeni ve doğala dayalı bir sistem kurma şansı bulurlar.

Bu yapının ütopik olduğu düşüncesi ise gerçek dışıdır. Herhangi bir lider ve ruhban sınıfının olmadığı bazı kültürler (Örneğin Çatal Höyük ve Hacılar uygarlıkları, Mohenjo Daro uygarlığı) var olmuştur ve bunların tümü tarihe gelişmiş uygarlık düzeyleri ile geçmişlerdir.

[İnancımızda kutsal sayılan, Türk adlı ırk ile sanılandan çok daha yakın ilgisi bulunan (bu sözlerim araştırmalarımıza dayalıdır) kurtların sürülerinde (ve onların ırkdaşı “insan dostu canlı” olan köpeklerin sürülerinde) bir lider yoktur. (Kurtlar da köpekler gibi sürü halinde yaşayabilen, yani sosyal yanı güçlü canlılardır.) Ataerkillerin çok sevdiği ve kendileri ile özleştirerek baskınlık kazanmaya çalıştıkları “alfa wolf” kavramı sadece insanlar tarafından belli bölgelere sıkıştırılmış sürülerde ortaya çıkmaktadır.]

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!