REENKARNASYON ve KUANTUM – 3. Bölüm: ELECTROMAGNETIC THEORIES OF CONSCIOUSNESS (ETC – Elektromanyetik Bilinç Teorileri)

ETC teorilerine göre bilinç (yani evrenimizin kişisel mimarı), standart bilimde yer aldığı şekli ile duygusuz nöronların deterministik çakışı ile ilgisizidir.

Bu teorilerde bilinç, fizikte ‘alan’ teriminin genel olarak kullanıldığı anlamdaki bir alanla özdeş olan bir EM alandır. Bunun anlamı, bilincin sadece süreğenliğe değil, aynı zamanda uzay-zamanda bir ‘uzantıya’ (somut varlığa) da sahip olduğudur. Eş deyişle uzay-zamanda yeri vardır ve diğer fizik alanlar gibi işler/çalışır. Fizik alan olduğu için etkisi/tepkisi bilinebilir; ne ile karşılaşınca, nasıl davranacağı kabaca da olsa bellidir.

Susan Pockett ise 2012 yayınlanan “The Nature of Consciousness: A Hypothesis” adlı kitabında son noktayı koymuştur.
(…) bilinç genellikle kabul edilen anlamda maddi değildir, ama bir tür fiziksel olmayan hayalet de değildir (fiziksel olmadığı için bilimsel araştırma için erişilebilir değildir). Bilinç (veya en azından normal insan bilinci), elektromanyetik alanın yerel, beyin tarafından üretilen, konfigürasyonu veya kalıbıdır. (…) Bununla birlikte, elektromanyetik alan, kolaylıkla gözlemlenen maddeyi etkileme özelliğine sahiptir.”1

Libet 1994’de yayınladığı raporda daha da ileri gider bilincin bir alan olduğunu; ama elektromanyetik, yerçekimi vb. gibi bilinen herhangi bir fiziksel alan kategorisinde sayılamayacağını öne sürer. Libet bu alana Conscious Mental Field (CMF) adını verir ve devam eder: “CMF, bilinen fiziksel alanlara biraz benzer olarak görülebilir… ancak CMF, bilinen fiziksel yollarla doğrudan gözlemlenemez.”2

Uzay-zamanda yeri olan, ama uzay-zamanda yer alan aletlerce saptanamayan bir gerçek…

ETC teorileri determinist ve kalıcı gerçekliği olmayan bir yapı sanılan bilincin, kalıcı ve gerçek bir alan olduğunu ortaya koymuştur. Üstelik bu alan, fizik olaylardan etkilenen ve mikrokozmosta yer alabilen bir alandır; çünkü EMnın temeli, çıkış noktası, var edilme merkezi mikrokozmostur. Mikrokozmos ise evrenimizi meydana getiren atölyedir. Üstelik bu atölye kesinlikle bildik evren kuralları ile (Newton mantığı ve kanunları ile) işlememekte; bir açıdan bakılırsa “bir masalı” andırmakta, diğer açıdan bakılırsa okültizm, mistisizm ve spiritüalizmin gerçekliğini binyıllardır savunduğu “paranormal” olarak adlandırılan olayları içermektedir. Tüm bu veriler sonrasında mikrokozmosun diğer alemin giriş kapısı sayılması gerektiğini düşünmek için çılgın olmak gerekmez.

Dahası; bilincin bu yeni yorumu kesinlikle okültizm, mistisizm ve spiritüalizmin “ruh” adını verdiği şeyi andırmaktadır.

Kısaca ETC teorileri –bilim adamlarınca reddedilse de- ruhun varlığınu ortaya koymuş olabilir.

Bilinç (okültik bakış açısı ile ruh) bir EM fizik alan olduğuna göre bir dalgaboyu bulunacak; benzer frekanslarla senkronize olacak, rezonansa girecektir. Anılan (ve son derece doğal ve sıradan sayılan) fizik olaylar ezoterizm dilinde “birbirlerini celp ederler” ya da “envoke ederler” şeklinde dile getirilir. Sözcükler farklı olsa da, olay aynıdır.

Mistisizm ve spiritüalizme göre ruh, “diğer alem” adlı ortama ait bir unsurdur. Ruh –bir anlamda- fizik gerçeklik ise ve de diğer alem denilen ortamla ilişki ise, demek ki diğer alem ile makrokozmos fizik kuralları muvacehesinde etkileşim içinde demektir.

Bu sonuç, sanılandan çok daha büyük öneme haizdir; çünkü bu durum, fizik gözlükler ile (bilim ile) artık diğer alemin deşifre edilmeye başlaması manasındadır.

Şimdi bir nefes alalım ve buraya dek elde ettiklerimizi toparlayalım:

Bu bölümde bilincin kişiye özgü bir dalgaboyu olan EM (yani fizik) bir alan olduğunu; ama fiziksel olarak (makrokozmosta) müşahede edilemediğini gördük. Bu sonucu önceki bölümdeki bilgilerimizle sentezleyelim: Evren; fizik planda yer alan bilinç (ruh) adlı alan tarafından, beynin içindeki kuantum prosesleri ile var edilir.

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

“(…) consciousness is not material in the usually accepted sense, but neither is it some kind of non-physical spook (which, being non-physical, is therefore not accessible to scientific investigation). Consciousness (or at least normal human consciousness) is a local, brain-generated, configuration of, or pattern in, the electromagnetic field. (…) However, the electromagnetic field does have the easily observed property of affecting matter.”

[2]

 

“Conscious Mental Field may be viewed as somewhat analogous to known physical fields … however … the CMF cannot be observed directly by known physical means.” Benjamin Libet – A testable field theory of mind-brain interaction. Journal of Consciousness Studies 1(1), s. 119-126.

Janus’un Beyni

merhaba janus,
sitenizi uzun zamandir takip ediyorum.burada bir çok kez ayni konulara dair sorular geldigini gördüm.öyleki bazen sorular bile ayni oluyor.yani önceden yanitlamissiniz ama baska biri tekrar ayni soruyu sormus.cevaplariniza baktigimda ise bir kez bile tekrara düsmeden ayni konuyu farkli cümlelerle farkli kompozisyonlarla cevaplamissiniz.bu durum gerçekten dikkatimi çekti çünkü ayni mevzuyu bir çok kez farkli komposizyonla yazmak kolay olmasa gerek.(belkide gerçekten kolaydir kendim yapamadigim için bilemiyorum.) böyle iyi bir yazma ve tekrara düsmeme becerisini yillar içinde mi elde ettiniz?yoksa hep bir yazma beceriniz var miydi?birde en karmasik konulari bile çok net ve anlasilir bir sekilde anlatiyorsunuz.böyle olabilmek için kendimi nasil gelistirebilirim?verebileceginiz tavsiyeler var mi acaba?son olarak anladigim kadariyla bilimi,kuantumu hiçbir temeliniz olmamasina ragmen tamamen kendi çabanizla arastirarak ögrenmissiniz.gerçekten bu denli zor ve karmasik konulari kendi çabanizla nasil bu denli iyi ögrenebildiniz? gerçekten hayran kaldim 🙂 cevaplarsiniz umarim.tesekkür ederim.

YANIT

Başarısız bir yazarı daha fazla hangi sözler mutlu eder ki? 🙂

Evet; ben başarısız bir yazarım; ama bunun nedeni adaletsiz dünya falan-filan değil; her zamanki gibi kendi hatam/seçimim. “Kitap yayınlatmak ve sonrası” adını verebileceğim rat race’e girmeye ne cesaretim, ne isteğim, ne de mecalim var. Daha yeni küçük bir deneme yaptım… hemen vazgeçtim. Yazarlık ve sonrası tabi ki rat race olmayabilir; sadece benim kimliğimin var olduğu yerden bakınca böyle görünüyor. Ne ben, ne de benime çalışan kişiler, yani araştırmalarda çalışan arkadaşlarım, popülerlikle ilgili kimseleriz. Vermekte olduğumuz eğitim kadar, hiç birimizin de şahsi TEK BİR sosyal medya sitesinde hesabı yoktur. Yazılarım Twitter, WordPress, Tumblr ve Blogger’a otomatik yüklenseler de, şimdiye kimseyi eklediğimiz görülmemiştir.

Kendi dünyamızda yaşamayı yeğleyen insanlar olsak da, insan adlı yaşam formu onay almak ister. Site izleyicileri sağ olsun; onlardan teorilerimiz hakkında bizi tatmine ulaştıracak, çalışma gücü verecek onaylar almaktayız.

Ancak ben, Janus, yazarlığım açısından bu şansa (onaylanmaya) hiç sahip olamadım. 🙂 Sizin mesajınız bu yüzden beni mutlu etti. Kesinlikle böyle bir şey peşinde değilim. Olsam kitap bastırmanın peşine düşerim. Ama geri yansıma ile karşılaşınca mutlu da oluyor insan…

Sorunuzun yanıtı beyin yapıma dayalı, edebi yeteneğime değil. Sorunuzu fırsat bilip bu konuda konuşmama (işi biraz geniş tutmama) izin verir misiniz? Vereceğinizi biliyorum, teşekkür ederek başlıyorum. Ve hemen belirteyim, kendimi anlatma nedenim, aslında sizlere, hepinizin de sahip olduğunuz bazı şeyler hakkında bildiklerimi aktarmaktır.

Önce kendimden başlayayım:

Bana sitedeki soruları yanıtlamam hakkında sorular gelir ve bunlar genelde iki şekildedir:
1- “Bu yanıtlara nasıl zaman ayırıyorsunuz; çok mu boş vaktiniz var?”
2- “Neden bu kadar uzun ve detaylı yanıt veriyorsunuz? Bunun gerisinde ticari hesap mı bulunmakta?”

Yanıtlarıma geçeyim:

1- Yanıtlama zamanımı almıyor. Üç sayfalık bir yanıtı hiç fark etmeden, ortalama 10 dakikada yazıyorum.

Hiç boş vaktim yok. Kimi zaman zamanı elime alıp germek, uzatmak ciddi bir isteğe dönüşecek kadar yoğunum. Benim bir de her gün soru soran danışmanlık öğrencilerim var, onlara verdiğim yanıtlar biraz daha fazla zamanımı alıyor haliyle.

Ayrıca bu site benim tek uğraşım değil… Maji, hayatımın orta direği olsa da, yaşamımın gerçeği bambaşka bir konudur; o da bir “iştir” ve zamanımın çoğunu o almaktadır. (Bu uğraşımı yakınlarım, hatta özel öğrencilerim bile bilirler. Çok fazla duyulmasını istemem, ama büyük bir sır da değildir.)

2- Soru yanıtlamanın (yani sitedeki Sorular sayfasının) ticari geri dönüşü olmadığını söylemem mümkün değil. Ama bu yaşıma dek sadece para kazanmak adına parmağını oynatabilmiş biri değilim. Yani soruları eğitimlere öğrenci kazanmak adına KESİNLİKLE cevaplamıyorum.

Peki neden bu şekilde yazıyorum?

Yazmayı mı çok seviyorum? Hayır! Yanıt kesinlikle bu değil. Yazmayı sevsem, farklı romanlar yazarım. Diğer yandan canım isteyince siteme kuantum ve ezoterizm konulu makaleler zaten yazıyorum.

İnsanları bilgilendirmek benim için çok mu önemli? Tabi ki de… ama o kadar da değil; çünkü her hak edenin eninde sonunda layık olduğu yere geleceğini biliyorum. Kimsenin bana fazla ihtiyacı yok.

O zaman neden nedir?

Yanıtı bilmiyorum.

Ancak kendimi Demolution Man filmindeki John Spartan’a (Sylvester Stallone) benzetiyorum. Filmde gözü kara bir polis, yaptığı bir hata yüzünden “dondurulma” cezasına çarptırılır. Olay örgüsü içinde gelecekte uyandırılır, görevine iade edilir. Hala da gözü kara bir polistir. Ancak donduğu sürece beynine “örgü örme” programı yüklendiği için –son derece atıl bir iş olan- örgü örmeden duramamaktadır. Benim karakterime de aslında yazarlık değil, diğer uğraşım uygundur; ama yine de refleks benzeri bir tutum ile soru yanıtlamaktayımdır.

Tabi ki kimse beynime böyle bir program yerleştirdi demiyorum; ama hala da neden karşı koyamadığım şekilde, nedenini bulamadığım biçimde, bu kadar uzun ve detaylı yanıtları –ücretsiz- , hatta diğer işimi bırakarak verdiğimi bilemiyorum.

Aklımdaki tek düşünce şu: “Söylemem gerek…”

Bu kadar.

Ne para (çok önem vermediğim bir şey), ne popülerlik (istemediğim bir şey), ne yardım arzusu, ne öğretmekten zevk alma… ne de aklıma gelen başka bir şey… Sadece şu: “Yapmam gerek”. Bana soru aktarıldığı zaman transa geçmiş gibi yanıtlamaya başlıyorum.

Şimdi yazım tekniğim hakkındaki asıl sorunuza geleyim:

Yazarlık konusunda hiçbir eğitim almadım. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, yanıtları planlamadan, sadece o anda aklıma ne gelirse onu tuşlayarak veriyorum. Yani yanıtlardaki beni onurlandırdığınız yapının nedeni bence beyin çalışma şeklime bağlı, teknik üstünlüğüme ya da almış olduğum bir eğitime değil. Beynim bazı konularda çok çalışıyor (bu durum haritamda açıkça görülüyor) ve ne yazık ki sadece bu tip düşünmede yetenekli. Çok saygı duyduğum bir kişi geçmişte beni “Senin beynin derin bir kuyu, keşke sığ bir göl olsaydı, daha mutlu olurdun” sözleri ile eleştirmişti… haklıydı.

Bu beyin yapısı yüzünden kendimi bildim bileli sosyal ilişkilerdeki inanılmaz başarısızımdır. Beynimde tek tip düşünce yapısı olduğu için iletişim kurmak için gerekli olağan konularda bir gerizekalıya dönüşürüm. Çocukluğumdan beri “aşırı felsefi” denilecek şekilde çalışan beynim yüzünden genelde paylaşılan konulara ilgi duyamam. Otomobiller, futbol, ticaret, yatırımlar, döviz hareketleri gibi genelde erkeklerin arasında popüler olan konularda yeni bir doğmuş bir bebek kadar bilgi ve ilgi sahibiyimdir. Gruplardaki ortak ve olağan konularda (örneğin politika, hava durumu, döneme ait popüler olaylar) da aynen… Bu nedenle topluluklarda bildiğimi yapıp konuşulan konu ile ilgili derin felsefeler üretmeye koyularak milleti canından bezdirebilirim. 🙂

Abarttım… Çok yakınlarım haricinde laf ebeliği ve bilgiçlikle kimseyi kesinlikle canından bezdirmem. 🙂 Bazen tuzağa düşer ve fazla tanımadığım kişi ya da kişilerle olmak zorunda kalırım. O zaman insanlara saygılı olduğum için canımı dişime takarak üzerime çok dar gelen bir kılığa girer, onlara adapte olmaya çabalar, genelde ortamdaki kişileri tatmin ederim. Çok kişi benim için “hoşsohbet” der. Oysa ben, bir saatin sonunda ortamdan kaçarcasına uzaklaşmış, o kişi ya da kişileri bir daha yakınıma almama planları yapmaya koyulmuşumdur. Bunun asıl nedeni ikinci denemede artık önceki kadar pozitif olamayacağımı, bunaltıdan kabalaşacağımı bilmemdir. Özetle beynim normalde –sözlerim kesinlikle bir üstünlük sergileme amacı taşımamakta- olağan denen beyin yapısından farklı işlemektedir.

Bu sözlerimi doğrulamak adına birkaç örnek vereyim:

Bu yapı nedeni ile yürüyüşe çıkamam, bahçe sulayamam, hatta film izleyemem. Film izlemem gerektiğinde elimde bir ek iş olmazsa içimde ciddi bir can sıkıntısı meydana gelir. (Genelde film izlemeyiz, ama izlemem gerektiğinde elimde çin düğümleri vardır.) Bahçe sulama işindeki başarısızlığım geçmiş deneyimlere dayalı, bu yüzden zikrettim. 🙂 Bebeğimin (köpeğimin) sağlığı için her gün çıkmak zorunda olduğum uzun yürüyüşte (gerçek bir azap ve bebeğim için bence en büyük özverimdir), elimde ses kayıt cihazı ile sürekli üzerinde çalıştığımız teorilere ve danışmanlık öğrencilerime söyleyeceklerime dair notlar almaktayımdır. Beynim yine boş değildir.

Söz ettiğim şeyler size fazla önemli gelmemiş olabilir. O zaman farklı örnekler vereyim:

Uyku sırasında rüya ile uyarı gelince uykumun arasında maji yapabilirim. Uyku sersemliği ile beyni bir anda gama dalgasına çıkartmak ve sonra yine uyuyabilmek çok kolay bir iş değildir.

Bu durumun zamanla kazanılan majikal bir yetenek olduğu düşünülebilir. O zaman daha başka örnekler vereyim: Uykumdan uyanıp araştırma sürecinde gün içinde yanıt bulamadığım bir soruyu düşünüp, bir çözüm bulup, yanımda daima hazır olan kağıt kalemi elime alıp, bulgumu not edebilirim. Beyin iki ayrı şeyi düşünemez, biliyorum. Ama ben, bence (yanılıyor, kendimi aldatıyor olabilirim), bunu bir ölçüde de olsa yapabiliyorum. Bir yandan teoriler üzerinde çalışırken, diğer yandan en sevdiğim rock parçaları beynimin içinde dinleyebiliyorum. Hem de bazen değil, her istediğimde… Ama yineleyeyim: Yanılıyor olabilirim, “bana böyle geliyor” demek daha doğru belki de.

Oysa kesinlikle aşırı zeki biri değilim. Hatta girift konularda anlatılanı kolay anlayamadığımı itiraf etmem gerek. 🙂 Üç haneli rakamları aklımdan toplayıp çıkartamam. Ancak derin düşünceler denilebilecek konularda gerçekten “fazla olağan olmayan” bir yapı var beynimde.

Okültist olduğum için bu yapının nedeninin reenkarnasyona bağlıyorum. Öncel yaşamdan bu bilince sızmış bir alan… Zaten, gençliğimde yapılan bir testte (adı Who WERE You? idi) önceki hayatımda antik Yunanda düşünür olduğum söylenmişti. Uzun yıllar reenkarnasyon ile hiç mi hiç ilgilenmediğim için üzerinde durmamıştım. Ama artık buna inanıyorum.

Bu bilgilerden sonra –lutfederek- söylediğiniz beni mutlu eden yorumunuzun nedenini geçmiş hayatımda edindiğim ve bu hayatıma sızan bir yeti olarak niteliyorum.

Peki siz “Kendinizi nasıl geliştirebilirsiniz?”, ya da daha yalın şekli ile “Nasıl benim gibi yazabilirsiniz?”

Yanıtı gerçekten bilemiyorum; benim araştırma konumun kapsamında değil. Ancak yine de önerilerde bulunabilirim: Bence yapmanız gereken şey ben dahil, hiç kimsenin üslup, jargon ve tekniğine “özenmemenizdir”. Beğenmek ile özenmek (beğenilen gibi olmayı istemek) farklı şeylerdir. Bana kalırsa başka biri gibi olmaya çalışmak (danışmanlıkta kimi zaman başvurduğumuz “modelleme”den söz etmiyorum), kendi yeteneklerini geliştirememek anlamına gelebilir. Çok moda olan bir pop kültür sözü var: Kendin ol! Pop kültür sözlerinden genelde fazla hoşlanmasak da, bu söz yabana atılmaması gereken bir gerçeği içermektedir. Bu sözdeki kavramı açmam gerekirse şunları söylemek isterim: Yaratıcı olmak ve/veya üretmek adına yola çıkan herkes kendi özgün yapısını, sınırlarını, kapasitesini; bunun da ötesinde zevklerini dikkate alarak bir gözlem yapmalıdır. İkinci olarak keşfettiği bütüne
inatla tutunmalı, ama inatla olduğu yere kazık çakmamalı, inatla hem keşfettiği alanda kalıp, hem de alanı zenginleşmeye uğraşmalıdır.

Her kişi “kendi” olarak ortaya atıldığında, önceden zaten var olan, diğerlerince var edilen, gelişecektir. Kim ne derse desin, PE taşıyan (istekle, inançla, sabırla, heyecanla, girişkenlikle, iyimserlikle ve de NEŞE ile dolu olan) her şey, her ne kadar sıradışı ve alışılmadık görünse de, ortamı kirletmez, zenginleştirir.

Ben de sözlerimi sırtlayıp sıradışı laflar edeyim: Öğrenmek ile vakit yitirmeyin, hemen üretmeye ve sunmaya başlayın. Sunarken de öğrenebilirsiniz ve hayatın içinde olduğunuz için daha gerçek bilgiler edinerek öğrenirsiniz. Üniversite mezunu kişilerin yetersizliklerine karşın, ustaların beceri ve çözüm güçleri bilinir. Hayatın içinde olun… kirlenmekten korkmayın… kirletmekten çekinin. Asıl, aldığınız her darbeyi (beğenilmemeyi) son derece olağan karşılayıp öfke üretmemeyi öğrenin; yapılan eleştirileri tamamen görmezden gelmeseniz de, daima bildiğinizi (inandığınızı) okumaktan vaz geçmeyin.

Şimdi de kuantum hakkındaki sorunuza gelim.

Günümüzde hala çok saygın olan bir üniversiteyi “fen puanı ile” (bizim devirde böyle denirdi, şimdilerde sayısal mı deniyor, bilemedim) kazandım. Aile baskısı ile zar-zor okudum. Ama
staj için Koç Burroughs’a girdiğim anda (ki, artık önümde parlak bir gelecek vardı) aklımda tek düşünce gelişti: “Buradan kaçmam gerek!”

Kaçtım.

Aç ve açıkta kalmayı göze alarak kaçtım. Ailemin bin bir fedakarlıkla önüme serdikleri bilim ağırlıklı, ama güvence ve şatafat dolu ortamdan fertiği çektim. Ben bir serseriydim… öyle diyorlardı yani… Ve korkarım ki –tüm şıklığıma, kibar olma çabama, elitizme inanmama rağmen- hala da öyleyim. 😉

Yani bilim bana hiç bir zaman çekici gelmedi. Kuantuma girme nedenim önceden elde edilememiş bir açlığı tatmin değil, büyük bir özveri idi. Hem de ailem için yapamadığım bir özveri.

Bu kafadaki/karakterdeki biri (bir serseri, bir maceraperest 😉 ) olarak bilimi öğrenmeye kalkmak kolay bir iş değildi. Dahası, elimden tutacak, sizlere yapmaya çalıştığım gibi işi başından adım adım öğretecek kimse yoktu çevremde.

Peki nasıl başardım?

Gizli bir “üstün zeka” mıyım?

Geçiniz efendim, geçiniz…

Sadece bu kez çok istedim. Bilimi mi? Hayır, tabi ki değil; bilimden hala pek hazzetmem… Majiyi çok istedim! Derdim daha iyi bir majisyen olmak, başarısızlığı aşmaktı.

Bunları kendimi övmek için değil, şu mesaj adına anlattım: “Ben sadece hepimiz gibi, her birimizden biriyim.” 🙂 İnanmanızı özellikle rica ediyorum: Kimsenin kimseden temelde farkı yoktur. Makrokozmosta “insan” adlı canlı türünde çökmüş olduğumuz için BENZER dalga fonksiyonlarıyız. Dalga boylarımız değişik; tıpkı ışıkta farklı renkler olması gibi… ama hala de hepimiz ışığız (bu bir övgü değildir).

Yani, her birimizin içinde İSTEDİĞİNİ ELDE ETME GİZLİ GÜCÜ VARDIR. İş ki, elde etmeye şansı olduğuna inansın. Ataerki şans olmadığına inandırır. Bu yüzden o güç hiç aktive olmaz.

Benim şansım, isteğimin (maji nedeni ile) kuantum olmasıydı. Şans dedim; çünkü kuantuma girdikçe, biraz anlamaya başladıkça hem ayrılmak zordur, hem de öğrenmemek, anlamamak…

Tabidir ki parçacık fiziğini saf bilimsel platformda daha üç enkarnasyon anlayamayacağım açıktır. O tarz bir zekanın bende katresi yoktur. Ama kuantum o kadar sürükleyici bir konudur ki; günümüzde PEK ÇOK “amatör fizikçi” yaratmıştır! Bu “amatör fizikçi” sözcüğü artık bir “label”dır. Bu label’ın oluşma nedeni, yani amatör fizikçi denilen adamların var olmasının nedeni, kuantum mekaniğinin standart fizikten farkıdır. Kuantum mekaniği bilime, bilinmezliğe, evrenin oluşumuna, hatta hilkatin sırrına merakı olan farklı beyinlerin ortak ilgi konusudur. Ayrıca oylayıcıdır, eğlencelidir, sürükleyicidir. Kuantum mekaniği masalın gerçek olduğunu gösteren bir şeydir… ve buna pek az insan ilgisiz kalabilir. 🙂

Özetle; majikal başarı arzum beni kuantuma soktu. HERKESTE BULUNAN “istediği için özveri yapma” adlı olağan yapım devreye girdi; öğrendikçe kuantumun büyüsü beni ele geçirdi… Ve buralara geldik. 🙂

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Enokyan alfabesi

Değerli Janus,

Enokyan majisi ile ilgili sayfanızda bilgi verirseniz sevinirim. Enokyan alfabesi ve anahtarlari doğrultusunda bizim de kolayca uygulayıp sonuç alabileceğimiz bir şey midir?
Tehlikeleri varmıdır?
Kullanmak için inisiye olmak mi gerekir?
Yapılan her ritüelde ritüelin meleği! görevlendiriliyormuş bu dogrumudur ya da tehlikeli midir ?

Sayfanızdaki paylaşımları kuantum fiziği ve bilimsel dogrultuda yaptığınızı bilsem de bir okültist olarak bu konuda kendi tecrübelerinizi merak ediyorum. Beni kırmayacagınızı umuyor esenlikler diliyorum.

Sevgiler ❤

 

YANIT

Sizi ne yazık ki hiç istemeden kıracağım değerli kardeşim, çünkü sizi kırmamak için yanıtımı sözlerinizin gerçekleri ifade ettiği noktasından yola çıkarak vermem gerek… oysa bunu yapmam tüm gerçekliği inkar etmek anlamında.

İnanın ki arkadaşlarımla bu soruyu kabul edip etmeme konusunda anlaşmazlık yaşadık. Genel görüş reddetme yönündeydi; ancak ben, mesajınızdan aldığım etki ve sonundaki güzel kalp işareti nedeni ile 🙂 bildiğim gibi yanıtlamak istediğimi söyledim.

Gençlikte birkaç duayı ezbere bilecek kadar enokyenceye yakındım. Ne kadar inanılır bilemem ama hala kafam kızınca dudaklarımın arasından küfür yerine (küfür etmek bizde günahtır) bazı enokyence phases kaçar. O kadar bulaşmıştım bu işlere… Bu yüzden konu hakkında söyleyeceğim şeyler var. Ancak aktaracağım bilgiler beklentilerinizi karşılamayacak olsa da, “maji ve kelimeler” konusunda aydınlatıcı bilgiler taşımaktadır.

Yanıtımın başında sayfanın okurları için Enokyence hakkında kısaca konuşalım.

Enokyence’yi ilk olarak John Dee’nin 1659da, Kelly adlı bir medyumla yaptığı çalışmalarının anlatıldığı kitapta izliyoruz. Ancak bu lisanı 19. yüzyılda tercüme ettiğini savunanlar Golden Dawn adlı majikal örgüt (sözcüğü yanlış kullanamadım, bunlar basbayağı örgüt, aralarına da kadın almıyorlar). Peki, bu örgütün çalışmaları hangi sistemde? Kabala sisteminde. Kabala’nın kaynağı ne? Tevrat. Zaten örgütün kitaplarının her yanından İbranice, Yahveh’e saygı ve Yahudilik bilgileri fışkırır.

Günümüzde kimi okültistler bu lisanın 4. boyutu açtığını söylerler, bu boyut da “Cehenneme Açılan Kapı”dır. Kimse kusura bakmasın, yaşamın tekdüzeliğinden bunalan, okültizme biraz değişiklik bulmak adına giren bir sürü kişi bu lafları duyunca heyecana gelir ve biraz korkarak, biraz “mal bulmuş mağribi” gibi, sözlere “atlar”. Bilmedikleri ise -hazır mısınız duymaya- evrenin 11 boyutlu olduğunun bilimsel açıdan İSPAT EDİLDİĞİDİR. (Uzun uzadıya anlatırsam ipin ucu kaçar, soru gelirse açıklarım.) Bu 11 boyut ünlü Great Unification Theory‘nin temelidir.

Ha, şu da var: Bu boyutlar cehenneme-mehenneme açılmamaktadırlar. 😀

Şimdi okültün “karşı durulması zor çekicilikteki belirsizlikleri”ni sollayalım ve olayın özüne inelim.

Her kelime, hangi alfabeden kaynaklanıyor olsa, hangi meleğin lehçesi sayılsa da, sadece ve sadece “ses” adlı parçacıklardan oluşur. Ses ise bir dalgadır.

Ancak bu dalga mekanik bir dalgadır; bizim sevgili kuantum mekaniği dalgaları gibi (beyinle algılanan diyelim) değil, ilerlemek için bir “ortama” (maddesel iletkene) gerek duyan bir dalgadır. Yani hava ya da başka bir şey olmazsa ilerleyemez, yayılamaz.

Peki dalga nedir? Dalga bir vibrasyondur.

Ve hepimiz biliriz ki vibrasyonlar “frekans” adlı birimlerle ölçülürler.

Yani seslerin belli frekansları vardır ve bunlar kulak zarına çarpınca beyine iletilirler, biz de böylece ya caddede hoparlörle domates satan kişinin ilginç ses ve lehçesini duyunca gülümser; ya da evening mood melodies adlı albümdeki parçaları dinler, gevşeriz.

Ve bu noktadan sonra korkarım ki yine kuantum mekaniğine geleceğiz. Kuantum mekaniği -bilirsiniz- her şeyi meydana getiren parçacıkların kendileri ve eylemleri hakkındadır. Yani her bir şey parçacıklardan (evrenin farklı piksellerinden) yapılıdır.

Kuantum mekaniği sesin de phonon adlı bir parçacıktan yapılı olduğu ortaya çıkartmıştır!

Fonon, bir enerjidir… Ya da bir enerjinin kuantum parçacığıdır. Sesin -evrenimizin mutfağı- mikrokozmostaki pikseldir.

Şimdi işleri biraz heyecanlandıralım: Fonon, bir bozondur!

Bozonlar kütlesiz olan, sadece belli kuvvetleri taşıyan parçacıklardır. Bozonlara biz “bedensiz varlıklar” deriz. Spiritüalistlar bize “Atma; varlıklar nedir biz biliriz, bedensiz varlıklar başkadır, sen otur majini yap, bu işlere karışma” derlerse, ben de onlara “Bir şey kütlesizse ona ‘bedensiz’ ve hala da varsa ‘varlıktır’ derim efendim” diye yanıt veririm. (Spiritüalistlerin böyle kaba konuşmadığını bilirim, çoğu iyi eğitimli, düzgün adamlardır.) Bu yüzden fononların belli kuvvetleri/enerjileri taşıdıkları söylenebilir.

Artık okülte geçelim:

722 sistemine göre majide kullanılan tanrı adalarının bazıları keşfedilmemiş bozonlardır ve fononlar, keşfedilmemiş bozonlarla ilgili yapıda olabilirler; ki, kelimelerdeki majikal güç/enerjinin altyapısında bu bilgiler vardır.

Yani evet; enokyence dahil, her bir majikal sözcük ve tanrı adında bir majikal enerji vardır.

Ve işi biraz karıştıralım: Ancak anımsanması gereken, sözcüklerin birim seslerden meydana geldiği ve birim seslerin fonon (bozon) olarak birim enerjiler taşıdıklarıdır.

Eş deyişle önemli olan sözcük, ya da lisan değil, lisanı meydana getiren sözcüklerdeki harflerin fononlarının enerjisidir.

Fonon adlı, her biri bir majikal enerji taşıyan minicik şeyler birleşirler ve ne yaparlar dersiniz?

Evet bildiniz: Harfleri yaparlar.

Bu yüzden majikal enerjiyi taşıyan aslında harflerdir. (Bu konuda eğitimde Akrofonoloji başlığında dersler vardır.)

“Lisan öğreten melekler” söylemini hoşgörülü bir tebessümle geride bırakabilsek bile; harflerin nasıl enerjiler taşıdıkları çözülmüşken, harflerden meydana gelen sözcüklerden oluşan bir dilin tümüyle majikal enerji taşıyor olması hiç akla uygun değildir. Böyle bir kombinasyon yapmak bütünü ile olanaksızdır. Eğer böyle bir lisan var edilebildiyse, servis edilen sadece bir “enerji çorbası” olacaktır.

Enokyence ve benzeri işlerin popülerlik nedenleri insanoğlundaki -sizi tenzih ederim- “avantacı” yandır.:) Maji zaten bu şekilde sunulduğu için hem popülerliğini yitirmez, hem de lanetlenir: Maji, ataerkide “Kompakt bir şeyi (bir metodu, bir lisansı vb.) öğren, istediğini elde et” formasyonunda servis edildiği için yerini bulamamış, ya da yerinden farklı yerlere savrulmuş bir disiplindir.

Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. Her şeyin bilinç ile var edildiği bir evrende, bilinci değiştiremeden, yöntem kaparak sonuca ulaşmaya olanak yoktur. Diyelim ben dangalağım, enokyence de muhteşem güçler taşıyan bir lisan. Bu şartlar altında bile kişi beyninde belli değişiklikler yaratmadan (“majikal” denilen beyin yapısına erişmeden) sabahtan akşama kadar duaları okusa da, sonuç nafiledir. Majiyi (kuantum evrenini bükmeyi) sadece bilinç başarabilir. Tamam, temel sesler –harfler- fononlardır, yani belli enerjiler taşırlar ve bunlar majide kullanırılar. Ancak “majikal beyin” denen yeteneğe ulaşamamış kişiler –sokakta domates satan pazarcının mikrofonu ile- (yani o desibelde) “Aaaaaa” veya “Eeeeeee” diye bağırsalar bile, etkileyebilecekleri tek odak kafaları şişen komşular olacaktır.

Cümlelerinize gelelim:

“Enokyan alfabesi ve anahtarlari doğrultusunda bizim de kolayca uygulayıp sonuç alabileceğimiz bir şey midir?”
Görüyor musunuz, ne kadar haklıyım: Arzunuz, “kolayca uygulayıp sonuca varmak” 🙂 Oysa evrende There is no easy way out.

“Tehlikeleri varmıdır?”
Etkisi yoktur ki, tehlikesi olsun. Ama evet, eğer tehlikesi olduğuna inanırsanız tersliklerle karşılaşabilirsiniz… ve tersliklerin nedeni gizli katlardaki yaşayan kötü huylu varlıklar veya lehçenize gülmekten görevlerini ifa edemeyen melekler değil, basitçe sizin inancınızdır.

“Kullanmak için inisiye olmak mi gerekir?”
İnisiye-minisiye gibi işlere sakın ola tevessül etmeyin. İnisiyasyon, beyninizi altın tabakta “al yoğur” diye kim olduğu belirsiz kişilere teslim etmektir.

“Yapılan her ritüelde ritüelin meleği! görevlendiriliyormuş bu dogrumudur ya da tehlikeli midir ?”
Maji gerçekliği bükmek ise, ki öyledir, gerçekliğin yaratıldığı yerin mikrokozmos olduğu ortaya çıktığından beri astralın de mikrokozmos olduğu anlaşılmıştır. Peki mikrokozosun altını üstüne getiren Tevatron ve LHC’de neden kimse bu ritüel melekleri ile karşılaşmamıştır acaba? 😀

“bu konuda kendi tecrübelerinizi merak ediyorum.”
Hemen enokyen duaları kullandığım çalışmalardaki tecrübelerimi nakledeyim: Koca bir sıfır!

Yıllarca benim de uğraştığım bu -kusura bakılmasın- çocukça işler insanları evrenin gerçek dinamiklerinden uzak tutmakta; kişiyi evrenini güzel şekilde yaratabilme yollarını öğrenmeye götürecek bilgilerden alıkoymaktadır. Gerçekler, “bilim” adlı, ulaşmak adına biraz (çok da değil) terlemeyi gerektiren yerdedirler. Oysa okült, “gizem” gibi heyecan ve ümit uyandırıcı bir mekandadır. İnsanların pek çoğundaki oportünist özün hangisini seçeceğini anlamak adına kahinliğe gerek yoktur. Ne kötüdür ki başarı (istekleri elde etme erki) sadece zorlukları aşmakla elde edilebilir. Bu evrensel yasayı ise kimse tersine çeviremez. Majisyenler bile…

Son sözümü söyleyeyim (yani son konferansımı vereyim:) ).

Enokyen anahtarlar yüzyıllarca “en bi’ gizli bilgiler” statüsünde kalmışlar, büyük dikkat ile saklanmışlardır. Fakat internetin yaygınlaşması ile büyü bozulmuş; sadece “şunun anahtarı” “bunun pek büyük anahtarı” “berikinin en öz anahtarı” adlı gizli kitaplar değil, enokyen anahtarlar da her yerde “şakır-şakır” yayınlanır olmuştur.

Peki ne değişmiştir?

Onları kullananlar kadar büyük büyücüler (Golden Dawn liderleri dahil) de hala bizim mahallenin berberi, bindiğiniz taksinin şoförü, falanın kayınçosu, kankanızın dayısıgil kadar hastalıklar, ayrılıklar, başarısızlıklarla boğuşan insanlardır… Bana bir tane bu işlerle uğraşan ve refah içinde, güzel dostlarla birlikte, hayatındaki didişmeyi en aza indirebilmiş, keyifli, sağlıklı, çok kişinin sevdiği, eğlencesi gırla, gözlerinden pırıltılar döken adam gösterin… ben de inanayım. Bu adamların ortak tek bir özelliği vardır; o da sinir küpü şekilde birbirlerini devirmeye çalışmalarıdır. Ha, enokyen anahtarlar buna yarıyorsa onu bilmem. 😀

Bana inanmanız için size kendimizden bir örnek vereyim: Maji hocası olarak ortada gezen ve bu alanda izleyenleri (hatta sevenleri) bulunan biri olarak –kötü niyet taşısak- bir sürü atmasyon ile eğitimler yaratır, bunları pazarlardık. Bu negatif yolu seçsek, çevrede öylesine yoğun bir beklenti var ki, gelirimizin defalarca katlanacağı kolayca anlaşılabilir.

Ya da şöyle bakın olaya: Pozitif olmaya özen gösteren insanlar olarak, gizli ve çalışan majikal bir şeyler olsa (ki, bunlar muhakkak ki elimize geçerdi) neden öğretmeyelim? Eğer olsaydı kesinlikle öğretirdik (ve de köşeyi dönerdik). 😀 Majiye meraklı nice insanın eğitim programımızı inceleyince “tabana kuvvet” kaçtığını bilmiyor muyuz sanıyorsunuz? 🙂 Ama katre değişmiyoruz. Eğer bu sayfalar boyunca size idealist olduğumuzu anlatabildiysek, sadece bu duruma bakarak olsun, majinin sadece “beyin ve bilim” olduğuna inanın. Bu yüzden size tek önerim şu olacak: Bırakın bu işleri. Güneşin (ya da Mehtabın) atında, sırtınızı bilime dayayarak ilerleyin. Akıl almaz evrensel gerçeklerin 1920den başlayarak bilim alanında büyük bir hızla deşifre edilmesinden beri maji artık bilimdir.

Belki içinden “Senin eline gizli bilgi yoksa bu senin sorunun… Hıh!” düşüncesi geçmekte olan kişiler vardır. O zaman ekleyeyim: Tabi ki elimizde bir dolu gizli denilen bilgi var. Uzun sayılabilecek yaşamım boyunca Bülent Kısa ve adını zikretmek istemediğim (hayatta olmayan) nice üstat ile çok yakın ilişkileri olmuş, Amerika’da bir kilise ve bir grupta senelerce bulunuş bir kimsenin elinde gizli denilen şeylerden olmaz mı? Sözlerime inanmanızı altını defalarca çizerek rica ediyorum: Bunlara elimizi bile sürmüyoruz! Neden mi? Yanıt basit: Çünkü hiçbir işe yaramamaktalar. Yaramadıkları için –mecburen- bilime girdik. Bilim hayranları olduğumuz değil, uyanık majisyenler olduğumuz için. 🙂 Çok özür dilerim ama, evrensel gerçekler bilim tarafından kesin kanıtlarla bedava sunulurken bunlara elini sürmemek, hala Orta Çağdan kalma -gerçekten gülünç- şeylerden medet ummak, bize göre en temizinden “enayiliktir”.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

İntihar

Intihar konusunda ne düsünüyorsunuz ? Sizce de, intihar eden kisiyi ölümden sonra bekleyen kötü seyler var mi ?

YANIT

Sorunuza doğal olarak 722 Sistemi temelinde yanıt vereceğim. Ancak sözlerimin mutlak gerçekler olduğu iddasında değilim. Her zamanki sözümüzü yineleyeyim: “Sistemin mutlak doğruları yansıttıkları iddia edilmemektedir. Bilgiler, ‘doğru olduğuna mutlak olarak inanılanlar’ kapsamındadır.”

722, kabul gören fizik teorileri üzerine kuruludur. Bilimci arkadaşlardan hoşgörü rica ederek, kimi teorilere ezoterik ve mitolojik bilgiler katılmış ve bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Teorimizden emin olma nedenimiz onun hem din, hem bilim, hem mitoloji, hem de okült alandaki sorulara ortak yanıtlar vermesi, çelişme içermemesidir. İddiamızı odur ki, bizim yaptığımızı başarma nedenimiz üstün yetenekli kişiler olmamız değil, söz ettiğim dört alanı birbiri ile uzlaştırmak adına yola çıkmamız ve hepsinde (en az bilimde tabidir ki) bir ölçüde birikimli olmamızdır. Yani 722 sadece kuralların dışına çıkarak (düşman sanılanları uzlaştırarak) ortaya çıkmış, aslında ortada olanı gösteren bir sistemdir. (722, Bilimsel bir teori olan Kuantum Bilinci’ni (QM) destekler ve bu alanda bilinç, evrenin temel özelliğidir.)

Konuyu iki önemli nokta bazında konuşalım.

İlk önemli nokta şudur: 722 sisteminde insanları bekleyen korkunç durumlar/ortamlar, büyük cezalar, ödüller dağıtan ya da felaketler gönderen tanrı, hele ki “insanları acılarla, şanssızlıklarla, sorunlarla DENEYEN Yaratıcı” benzeri fikirlere yer yoktur.
Her şeyi var ettiğine inanılan ve insan beyninin alamayacağı kadar iyilik ile dolu bir gücün sonradan insanları sorunlarla (acı ile) denemesi ya sonucu bilmemesi, ya da deneyerek geliştirecek şekilde -en baştan mükemmel biçimde yaratmaması- anlamına gelir. Bu durumlar onun yapısına (iyiliğine, iyilik kavramına) terstir. Acı, NE celp eden bir yapıdır ve ne iyilik tarafından üretilebilir, ne de iyiliğin bulunduğu ortamda yer alabilir.

Acı varsa NE vardır.

“Tanrının acı veren sorunlar yollayarak insanı denediği” benzeri inançların kaynağı, insanlara kötülükleri (sorunları, dertleri, yıkımı) onları iyi etmek adına cezalandırma amacıyla yolladığını (ek olarak kendinin kıskanç, öfkeli, savaşçı olduğunu) apaçık söyleyen Tevrat baş tanrısı Yahveh, yani Tevrat’tır.

Bana göre Yahveh yoktur, insan uydurmasıdır… çünkü Tevrat, Kuran gibi vahiy ile yazılmamıştır; yıllar içinde onu insanlar kaleme almıştır. (Binbir macera sonucu bulunan en eski Tevrat, yüzyıllardır Tevrat diye okunandan farklı olduğu ortaya çıkartmıştır. Yaygın Tevrat’ta 35.000 düzletme vardır!) NE ise insanların beynine “sınandıkları” korkusunu var eden bir frekanstır (bunun nedenleri uzun ve konu dışı olduğu için bir yana bırakıyorum). Yani NE sahibi insanların korkuları ile yazdıklarını Yaratıcı’ya atfetmek bizde günahtır.

İşin en can alıcı noktası şudur ki; eğer Yahveh yoksa şeytan da yok demektir… cehennem de!..

Ancak tabidir ki insanlara doğa (Yaratıcı ile bileşik) yapılarından farklı şeyler hissettiren (yani onları mutsuz eden, korku yaratan, acı veren) frekanslar bulunur. Bu frekanslar ise SADECE ana alandan (Yaratıcı’dan) uzak kalınınca (bileşik/yekpare yapı bozulunca) var olurlar.

Konuyu şöyle basitleştireyim: Lüks bir yatta, dostlar, ya da sevgililer (hatta Playmates of the last five years”lar ile1) birlikte tropikal adları gezerken, “Of sıkıldım, ben maceracıyım, savaşçıyım; kıyıdaki kayalık ve berbat bölgeye çıkacağım” diye tutturursanız başınıza iş açma olasılığınız tavan yapar. Şeytan, o tekinsiz bölgedeki yapıdır sadece. Orada sizi sokmak için bekleyen böcekler, kafanıza düşüp kemiklerinizi kıracak kayalar, ya da derinizi kesecek zehirli otlar “Aman falanca buraya gelse ona kötülük yapsak, biz kötülüğüz, şeytanız! Hah hah hah haaaa!” diye beklemezler. Onlar da doğalarını yaşamaktadırlar ve o iklimin doğal yapılarıdır. Ancak Ana Alan’ın dışında kötülük olması, Ana Alan’ın mutlak olmadığı düşüncesini doğurur. Bu nedenle esprili örneği toparlamakta yarar vardır. Ana Alan dışında farklı ve negatif alanlar –bize göre- yoktur. NE, Ana Alandan uzaklaşmak ile var olmaktadır.

Ana alandan kopanlar (yani yattan kıyıya çıkanlar; bizler ve tüm diğer makro yapıları) düştüğümüz/çöktüğümüz yerde (çöktükten sonra var olmasına/sürmesine neden olduğumuz Dünya adlı planette) itişe dürtüşe yaşarken yaptığımız hataları sezer, böceklerden, kayalardan, otlardan korunma tepkisi içinde bilinç yapımızı değiştirir, frekansımızda farklılaşma var ederiz… bu evrimdir. En muhteşem frekans ise yaşamın son anında, yani son nefesi verirken ulaşılmış (o ana dek toplanmış) olandır. Bu frekans, son nefesi hohlayınca geçilen evrende -yine fizik kanunları gereği- benzeri ile senkronize olur. Ya yeniden parçacık halinde çöker (kendini Dünya ya da başka planentte bebek olarak “ıngaaa” sesleri çıkarırken bulur), ya da Yaratıcı ile yeniden yekpare hale geri döner.

İkinci önemli nokta ise kuantum fiziği ile ortaya çıktığı gibi evrenin aslında var olmamasıdır… yani evren biz ölçene dek yoktur. Biz ölçmüyorsak olasılıklar birbirine smear (bulaşık) halde çevrede akmaktadırlar. Beyin elektriğimizin yapısı (frekansı) bu karmanyola içinden kendine en uygunu ile senkronize olur, evrenimizi yaratırız. (Bu konuda bilgi edinmek adına KUANTUM MEKANİĞİ adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Ve sonunda intihar konusuna gelelim:

Diyelim bir kişi yaşadığı hayatı beğenmiyor ve kuantum teorilerini bilmediği için yüzleştiği sorunlar adına anasını, dayısını, bacanağını, kahpe feleği veya bir başka kahpeyi suçluyor; bu beter hayattan ölüm ile fıymayı planlıyor. Sokrates’in “Her gittiğin yere kendini götürdüğün sürece şartları değiştiremezsin” mealindeki sözünden de ya habersiz, ya da bu sözün kuantum mekaniği ile doğrulandığını bilmiyor. Yani intihar ettiğinde kendi bilinci ile (frekansı ile) diğer aleme geçtiği için “şıp” diye öldüğü kaderdeki bir yer ile senkornize oluvereceğini, benzer bir yerde/şartta/kaderde doğacağını (parçacık olarak çökeceğini), aynı hayata yeni baştan, ıngalayarak başlamak zorunda kalacağını, asıl yerinden (Yaratıcıdan) bir kez daha uzağa düşeceğini bilmiyor… E, o zaman da başına geleceklere razı olmaktan başka da yapacağı yok demektir.

Her yolculuk bir bilgi haznesidir. Ölüm de… ama ne gerek var ki? Bence bu yazıyı okuma kaderini yaratan kişi artık güzel karma puanlar toplamaya, iyi huylar edinmeye çabalar, frekansı düzeltir ve zamanı gelip ölünce kendini az önce söz ettiğim yatta bulur. 😉

Her şeyin gerisinde fizik vardır. Evrenin işleyişini kuantum mekaniği ortaya çıktığından beri kutsal kitaplar, ezoterizm, okültizm vb. ile anlamaya çabalamak sağ kulağı sol elle değil, sol ayakla kaşımaya çabalamaya benzer; çünkü artık standart fiziği aşan bilim, insanoğlunun tüm kuşkularını gidecek niteliktedir ve her an açıklayıcılığı artmaktadır.

Bilimden korkmayın. O eski can sıkıcı bilim (Newton fiziği) 1920de vefat etti. Onun sevgili evladı çağdaş bilim, artık nice sorularınıza yanıt verebilen eğlenceli bir arkadaştır. Hafiften ona takılmaya başlarsanız, inanın pişman olmayacaksınız. Hele ki diğer elinizde -önyargılarınızdan uzaklaşmış halde, beğenmediğiniz yerleri atlayıverecek hafiflikte- Kuran’ı tutuyorsanız…

E, bizim siteye de arada uğrar, hatırımızı sorarsanız, size anlatacağımız “bizden” şeyleri de “alesta” sizi beklerken bulacaksınız.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Maskülen referanslara hanımlar kızıyorlar, cümleme ekleme yapayım: “Elinde tek taş pırlantası ile gelmiş, aşık bir Best Model Of The World” diyelim. Siz ona “Oğlum al sen tek taşını… cebine sok… bir arkadaşın varsa onu getir” mi diyeceksiniz? Olur tabi ki, bizim için hiç bir sakıncası yok. 😉

REENKARNASYON ve KUANTUM – 2. Bölüm: Quantum Mind (Kuantum Bilinci)

Önceki bölümde “Kuantum mekaniği, gerçekliğin (içinde olduğunuz hayatın, evrenin) olmadığını, gerçekliğin sadece ölçümle var edildiğini deneysel olarak ortaya koymuştur” dedik. Bilim dünyasında ilk başta inanılmaz gelen, tepkiler alan, Einstein’a “Bakmıyor olsam da Ay oradadır işte” mealinde laflar söyleten ([I can’t accept quantum mechanics because] “I like to think the moon is there even if I am not looking at it”) bu gerçek, günümüzde ortodoks konumdadır ve standartlaşmış durumdadır.

Artık kimi bilginler tarafından kuşku duyulan konu QM, yani kuantum olaylarının beynin içinde olduğu; evrenin ölçüm değil, bilinç tarafından, beyinde yaratıldığıdır. Söz konusu atölye ORch OR teorisine göre nöronların içindeki mikrotübüllerdir. Bernroider ise 2005 ve 2007de bilim dünyasına sunduğu raporlarla nöronlar arasındaki klasik etkileşim süreci olduğunu öne sürmüştür.

Bunlardan hangisi doğru olsa da aslında iki teori de aynı şeyi söylemektedirler. “Kuantum dünyası asıl beynin içindedir.”

Max Tegrmark (kendisi son derece karizmatik ve hala genç olan bir bilimcidir) bu teorilerin gerçek olamayacağını fizik hesaplarla göstermiştir; decoherence yüzünden süperpozisyonlar yok olmakta, yani olasılıklar çökerek tek bir şeye, kütleye (bizim evrene) dönüşmektedir. Özetle, beyinde süperpozisyon (buna çok kabaca “çoklu olası kader” diyelim) yoktur.

Ancak Tegmark ardından Fisher başka bir keşifte bulunur: Fosfor iyonlarında hem süperpozisyon vardır… hem de quantum entanglement özelliği!.. (Fosfor temelli Fisher teorisi hakkında bilgi edinmek adına BEYİN ELEKTRİĞİNDEKİ BİLİNÇ –
2. Bölüm: FOSFOR ve POSNER MOLEKÜLLERİ
adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Quantum entanglement, yani “dolanıklık”, iki parçacığın –aralarında akıl almaz mesafeler olsa da- nasıl olduğu anlaşılamadık şekilde birbilerine “dolanıp” aynı biçimde davranmasıdır. Bilime göre fosfor, “farklı olasılıkların denizi” adını verebileceğimiz süperpozisyon ve “kendi olmayan bir şeyle garip bağ” diyebileceğimiz entanglement özelliği taşımaktadır.

Peki.

Ezoterizme geçelim: Ya bu özellikler başka “şeylerle” de oluşuyorsa? Beyindeki süperpozisyon ve entanglement özelliği taşıyan fosfor, “Ana Alan” adını verdiğimiz -Müslümalıkta Allah, paganizmde Ana Tanrıça/Baba Tanrı denen- gerçeklik ile de etkileşim içindeyse?

“Ana Alan diye bir şeyin varlığı kesin değildir, sizin teorinizdir, beni ilgilendirmez” şeklinde bir düşünce üretilebilir; o zaman anımsatalım ki bizim “Ana Alan” adını verdiğimiz varsayım -tabidir ki ezoterizmden arındırılmış bilimsel bakış açısı ile- “Sir” ünvanlı fizikçi Penrose tarafından Proto-Consciousness ve Fundamental Spacetime Geometry; Hameroff tarafından “Kuantum evreninde gömülü Platonik değerler taşıyan derin katman” ve Bohm tarafından Implicate Order şeklinde dile getirilmektedir. Eş deyişle, mistik açıdan QM, beynimizdeki makrokozmik yapının decoherencee tabi olmadan, diğer alem diyebileceğimizi Ana Alan ile ilintisini ortaya koymaya başlayan fizik teorilerinden biridir.

Temelimiz ezoterizm olduğu için fosfor hakkında ezoterik açıdan bilgilenmeyi ister misiniz? Yanıtınız “evet” ise biraz konuyu dağıtmayı göze alarak fosfor hakkında konuşmaya başlayalım.

Fosfor1 (İngilizcedeki yazılışındaki şekli ile Phosphorus) mitolojide bir tanrıdır ve Sabah Yıldızı, yani Venüs’tür. Astrolojide mutluluk, güzellik, aşk, dostluk, uyum ve denge olarak nitelenen Venüs ise çok farklı uygarlıkların İlk Çağ mitolojilerinde daima evren yaratıcısı Ana Tanrıça’dır. Yahudilik ezoterizminde Lucifer’a çevrilmiştir. (Yahudilik gizemciliği tarafından Sabah yıldızı Venüs’ün nasıl Şeytan yapıldığı hakkında bilgi edinmek adına SELAMÜN ALEYKÜM ve ŞEYTAN – 3. Bölüm: Lucifer/Şeytan… Yani Venüs! adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Ancak tanrı Phosphorus, Venüs’ün sabah görünen halidir. Onun bir de Hesperus adlı kardeşi vardır. Hesperus da Venüs’ün akşamları görünen halidir.

Asıl önemli nokta ise şimdi başlamaktadır: Hesperus’un kızları (yani bizim dünyaya, makrokozmosa, “fosfor” olarak çökmüş olan tanrı Phosphorus’un yeğenleri) “Akşamın Kızları” adlı Hesperidlerdir. Hesperidler, dinlerde anlatılan “Cennet”e neredeyse tıpatıp benzeyen kutsal bir bahçenin bakıcılarıdır. Bu bahçede elma vardır, kutsal ağaç vardır, ölümsüzlük vardır ve bir yılan vardır. Benzerlikler bu kadar da değildir; elmaları yemek yasaktır, çünkü elmalar ölümsüzlük vermektedir. Ladon adlı dev yılan (ki, aslında bir ejderdir) ise lanetli bir aldatıcı değil, bahçeyi gelen geçenin (hak etmeyenlerin) girişinden korumaktadır. Kuran’da yer almayan “cennetteki aldatıcı şeytan olan yılan” teması, Tevrat’a bu öyküden yansımıştır. Yılanın Tevrat’ta lanetlenme nedeni, Musa’nın popülarize etmeye çalıştığı yeni dinin sürekli “şifa ilahı yılan” tapımına yenilmesidir. Yahudiler sanılanın aksine yeni dini -yüzyıllarca- kolay kabul etmemişler ve eski inançlarına dönmek için defalarca isyan etmişlerdir. Bu öykü mitolojik diye “masal” şeklinde kenara atılmamalıdır. Mitler, evren ötesi gerçekleri yansıtan alanların insan beynine yansımasıdırlar. Ancak beynin gelişmişlik düzeyine göre deşifre edilmekte, dile getirilmektedirler.

Özetleyelim: Cennet olarak ifade edilen, bize göre “Öncel Evren” ya da “Ana Alan”, mistik açıdan “Tanrının yer aldığı diğer alem” diyebileceğimiz kuantum ortamı ile makrokozmos varlığı beyin etkileşimdedir. Bu etkileşimi kuantum dolanıklığını yapan, deceoherence’yi engelleyen, böylece beyindeki kuantum olaylarını var eden fosfor meydana getirmektedir. Fosfor zaten mitolojilerde cennet olarak tanımlanabilecek bir mekan ile ilintilidir.

Yeniden bilime dönüp, kaldığımız yerden ilerleyeyim.

Fosfor iyonları ruh halimizi meydana getiren NTlerin salgılanması ile ilgili Ca iyonlarını yönlendirmektedirler! Ruh halimizin iyi olmasına PE celbi, kötü olmasına NE celbi demek; PEyi “Ana Alan’ın frekansı”, NEyi -mistik açıdan bakarak- “Şeytan’ın frekansı” şeklinde nitelemek bize göre yanlış değildir.

Toparlayayım: Adına ister Allah deyin, ister Ana Tanrıça/Baba Tanrı, ya da bazı bilim adamları gibi “derin ama mutlak pozitif kuantum alanı”; beyinde, mikrokozmosun en derininde yer alan, tümüyle pozitif (makrokozmosu yönetemeyecek kadar pozitif) bir alan ile gizli ve yok edilemez (ama zayıflayabilen) bir bağ vardır. QM teorileri, gerek ezoterizmde “diğer alem” denen yer, gerekse orada var olan, oranın kendi olan iyicil yaratıcı ile bilinç arasında bağ olduğunu da fısıldamaktadır.

Bu yapı reenkarnasyonun ilk adımıdır.

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Fosfor anaerkide sevilmeyen ışığın hayırlı karşılığı olan gizemli “pırıltı” verir. (Bu konuda bilgi edinmek adına IŞIK HAKKINDA BİLMEK İSTEMEYECEĞİNİZ GERÇEKLER adlı yazımı okuyabilirsiniz.) Işığın girmediği, ama yaşamın başladığı derin deniz (mitolojilerde deniz de Ana Tanrıça ile aynı şeydir) diplerindeki canlılarda bolca bulunur.

Ölüm sonrası yeniden kavusmak

Çok tesekkürler Janus.. beni pozitif enerjiye yönlendirdigin ve bu anlamda yardimlarin için.. Sorum söyle. Dünyada sevdigimiz bir yakinimiz(anne,baba,es,çocuk vs.) baska bir evrende veya cennet denilen yerde veya daha baska bir evrende devam ederken biz ise ondan farkli bir yere gidebilir miyiz? Sonuçta her ruhun tekamülü kendisine özel degil mi..bu durumda ölüm(yeniden dogum) sonrasi onlarla ayni alemde bulusmamiz sizce nasil mümkün olur? Umarim sorum yeterince açik olmustur..çok tesekkürler, kalpten kocaman sevgilerimle

YANIT

(Editörün notu: Sorular sayfasında reenkarnasyon konulu soruların peş peşe yayınlanması rastlantıya dayalıdır. Sorular daima geliş sıralarına bağlı kalınarak yayınlanmaktadır.)

Sorunun temeli bu kez -her zaman olduğu gibi- QM ve ETC 1 değil, yanıtlarda çok fazla söz etmesem de çok fazla kullandığımız QEDe dayalı. QED, tüm fizikçiler tarafından sadece kabullenilmekle kalmaz, baş tacı edilir. Çok basit (ve bence şirin) şekillerle (Feynman Diagramları ile) olayları özetleyen Feynman onu “Fizik alanının (tacının) mücevheridir” şeklinde onurlandırmıştır.

QED der ki, normal (makroya ait) elektrodinamiğin temelinde kuantum olayları vardır!

Bu sözler sadece girizgah… Sonrasında (çok basite indirgiyorum) kütleli parçacıkların, kütlesiz parçacıklarla ilişkisi olduğunu ve bu ilişkinin nasıl meydana geldiğini (alanlarla değil, virtual photonlarla olduğunu) açıklar. Yani dalga fonksiyonundaki kütleli ve kütlesiz parçacıkların (kütlesizlere “bedensiz varlık” demek bize göre yanlış değildir) birbiri ile sürekli iletişimde olduğunu, birbirini etkilediğini, hatta değiştirdiğini anlatır.

Bundan sonra ezoterizm devreye girer.

Biz deriz ki, ruh bir çeşit dalga fonksiyonudur. Beynin EM alanı olan bilinç, uykuda geçici şekilde, ölüm sonrası tamamen, parçacık halini terk eder. Yani ölüm sadece çökmüş halden kurtuluştur, asıl mekana dönüştür.

Buraya kadar az da olsa anlaştıysak biraz daha ilerleyelim.

Majikal tanrılar keşfedilmemiş kuvvetlerin bozonları (kuvvet taşıyıcıları), ya da keşfedilmemiş parçacıklardır. Majiyi, ya dalga fonksiyonuna geçip, ya da gama dalgası üretip (hatta ikisi birden yapıp) bu bozonları kullanarak yaptığınızı söylemek mümkündür. (Yaşarken dalga fonksiyonuna geçişte, hala beynimiz olduğu için, bilinç de sıfırlanmaz; bu yüzden çalışma sırasında EM alan frekansını gamaya yükseltmeye çabalamanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Gama dalga boyu –bize göre- majide vazgeçilmezdir. Farklı söyleyişle, teta benzeri dalgalar ilahi esin ile kontakta -belki- kullanılabilecek olsa da, majide çöptür.

Uyku sürecinde bunlarla olduğu kadar diğer alanlarla (ruhlarla) hatta makrodaki kişilerin alanları ile etkileşim mümkündür. Söz konusu etkileşime rüya görmek denir.

Peki rüyanızda gördüğünüz Kate Upton, ya da Burak Özçivit (bu yıldızların adını yanıtımı ilginç kılmak adına az önce netten araştırıp buldum), hatta “müteveffa” Ayhan Işık, Yul Brynner ve Marlene Dietrich ile (bunlar da benim devrimin yıldızları) nasıl sohbet ettiniz? Diğer alemde olanların alanları ile karşılaştınız diyelim; henüz hayatta olanlar ve de uyumayanlar (dalga fonksiyonunda olmayanlar, dipdiri parçacık konumunda, gecelere akmakta olanlarla) nasıl karşılaştınız?

Bu sorunun yanıtı ise “dalga fonksiyonu” adı altında matematik hesaplamalar adına yaratılmış bir kavram olan gizemli yapının gizemindedir.

Dalga fonksiyonu, her an her yerdedir!

Semear, yani bulaşık bir yapıdır.

Kimse burulmasın, aslında ne olduğu tam anlaşılamamıştır. Parçacığın olası yeri dalga fonksiyonu amplitude’un karesidir, tamam; ama o “smear” yapı tam da nedir? Hesap ile olası lokasyonlar tanımlansa da, içerik tam olarak anlaşılamamıştır.

Diğer alemde -bizim parçacık beyinlerimizin, daha kötüsü, ataerkil bilgilerle doğranmış parçacık beyinlerimizin- kabul edemeyeceği gerçeklikler vardır. Bunlardan biri de ruhun hem kendi olup, hem de her şey ile ilişkide olabilmesi, yani semear durumudur. Bu yapı şu anda kuantum uzayında işlemekte olan yapıdır bu akıl almaz sistem, bizim can sıkıcı makrokozmosu var etmektedir. Makronun temeli masal alemdir! Kendini biraz sıktıran bu öykülerden kolayca nemalanır… kitabı okurken, masala adım atar.

Lafları pratiğe aktaralım: Öldüğünüzde ruhunuzun -yaşarken yüzleştiğiniz olaylara verdiğiniz tepkilerle yenilenmiş- bir frekansı vardır. Bu frekans sizin diğer alemdeki ruhlarla (alanlarla) kontağınızın belirleyicisidir. Diyelim diğer evrende sizin çok sevdiğiniz, ama kendinizi bir türlü sevdiremediğinizi birisi var. Bize göre bu kişi (bu alan, bu dalga fonksiyonu) ile kontak zordur. Ancak aile bireyleri arasında bu tarz durum nadir olduğu için, bilakis, karşılık istek -yani çekim, sempatizasyon- bulunduğu için (Sempatizasyon yasasının ne dediğini anımsayalım: “Benzer, benzeri çeker”) ölüm ötesinde kontak olasıdır.

Ancak daha ölmediğimiz için bu sözler biraz “afaki” kalmakta. Yerine güncele dönelim: Şu anda, diyelim elma yerken, ya da beni okurken, ya da bir yandan elma yiyip bir yandan beni okurken, beyin elektriğini pozitive etmeyi biliyorsanız, sözlerime -katre kuşkusuz- inanıyorsanız (yani Planck seviyesinde dust speck yoksa) ve de -diyelim- “Canım annecim/babacım/teyzecim/halacım/dayıcım, burada mısın? Seni çok seviyorum! Bunu söylemek istedim sadece” dediğiniz an ardından gelen nano saniyede kontak mümkündür. Kontağın kurulduğunu bir fiziki tepki ile anlayabilirsiniz. Beyninizin içinde bir “tık” sesi duyarsınız. Üst kattan bir “pat” sesi gelir. Gözünüzün önünden bir ışık geçer, perde yerinden oynar, kapı gıcırdar, bir kuş uçar, bir yaprak düşer… bir şey olur.

[Bir keresinde PE açısından üst düzey bir ruh ile kontağımda, bir anda -en azından otuz karga (kargalar anaerkide kutsaldır) nereden çıktılarsa- başımın üzerinden pike yaparak geçmişlerdi. Babam ve üvey annemi (beni yetiştiren hanımefendidir ve ikinci annemdir) bir gün ara ile yitirdim. 2. günde kaybettiğim babamın cenazesinde iki -yine- karga, yan yana başımın üzerine pike yaptılar ve biri ağzındaki bir ağaç kabuğunu önüme attı. Bu durumu kontağın varlığı ve birlikte olduklarını belirterek bana “merhaba” dedikleri şeklinde yorumladım.]

İşin (başarının) üç kağıdı neşeli olmak, çok sevilen bir arkadaş ile karşılaşma mood’una girmek, olayı eğlenceli bir birlikteliğe adım atmak gibi görmektedir. Aşırı şekilde ağlamak, avaz-avaz ağıt yakmak, tepkisel acı duymak kontağa engel olur. Hiçbir ruh, negatif beyin elektriğine yaklaşmaz… tabidir ki kendi negatif değilse!

[Bu konuda da hz. Muhammet’ten bir veri paylaşayım: Hz. Muhammet’in yitirdiği yakınlarının cenazelerinde gözleri yaşarınca “Sen de mi ağlıyorsun?” diye eleştirenlere “Bunlar acı değil, şefkat gözyaşlarıdır” diye yanıt vermiş ve şöyle demiştir: “Cenazede ağlamak kalpten gelirse Allah’ın rahmetinin eseridir. Dil bağırır, el yaka-paça yırtarsa bu da şeytandandır.”

Kişisel olarak ben hiçbir ruhun (atıyor gibi görünmeyeyim, pek çok ruhun diyeyim) negatif olduğuna inanmamaktayım. Yani eğer ailenizde seri katil, ya da masum insanların ülkelerini fethedip(!) kahraman ilan edilen tiplerden ve benzerlerinden yoksa, aile bireyleriniz -ben, moderatörüm Mali, editörüm Uğur, baş tacirimiz Süleyman bey gibi- olağan insanlardan müteşekkil ise, sizin keyif ve inanç oranınızda kontak kurulacaktır.

Bir diğer örnek vereyim: Rüyanızda inançlıysanız hz. Muhemmet’i görebilirsiniz. Dinsel bakış açısı ile onun düzeyinde olmadığınızı varsaysak bile bu durum kontağın kurulduğunun, kurulabildiğinin, kanıtıdır. Senkronizasyon sizin celbinizle de olabilir, peygamberin sizi celp etmesi ile de…]

Yine eklemem gerek: Beyni bu tarz çalışmalara alıştırmak kolay değildir (en azından ilk denemelerde başarı elde edilmesi kolay değildir). Bir jimnastikçiye bakın: Bedenini verdiği şekiller insan bedeninin -zorlanınca- ulaştığı kapasiteyi gösterir. Oysa çoğumuz kolumuzu sertçe arkaya kıvırsak hafif sakatlıklar geçiririz. Bu kolumuzun değil, ona kapasitesini yaşama imkanı vermeyen karakterimizin (bilincimizin) suçudur. Beyin de böyle bir organdır. Kapasitesi büyüktür. Çok şey öğrenebilir. Örneğin ona küçük antrenmanlarla her sabah neşeli bir ruh durumuna atlaması (Pozitif Enerji eğitiminde bu basit antrenmanlar anlatılmaktadır), hatta sıkışık trafikte yoların açık olduğu paralel evrene zıplaması zaman ve çaba ile öğretilebilir.

Bu noktada bir uyarı yapmak isterim: Diğer alemdeki ruhların tam olarak konumunu hiç birimiz bilmemekteyiz. Aktardığım bilgiler araştırmalarla tespit edilmiş ve tarafımızdan denenmiş şeyler olsalar da, detaylar -oraya gidip bakamadığımız için- eksiktir. Diğer alemde enkarnasyon (alanlarla etkileşim sonrası frekansın pozitive edilmesi) sürmekte midir? Bunu bilemiyoruz (şimdilik bilemiyoruz diyeyim). Bu yüzden parçacık konumundan çıkmış alanlarla “zırt-pırt” kontak kurmaya çalışmak bize çok da doğru bir şey değil gibi gelmektedir. Önerimiz, arada sırada, kısa süreli, yanıt beklememecesine, iyi niyet ve sevgi yollama bazında kontaklar kurmaktır. Fazlası ölüm ötesindeki kişilerde rahatsızlık yaratacak olabilir.

Konu açıldı, Müslüman kardeşlerime (Müslümanlık dininden olmadığımı, Müslümanlık araştırmacısı hiç olmadığımı, yanılma payımın bulunduğunu hatırlatarak) ezoterik bilgilerime dayalı bir öneride bulunayım: Kuran okumanın ruhlara ne kadar ulaştığı hakkında bilgimiz yok. Ancak bizce onlara -keşfedilmemiş muhteşem bozonlar olan- esmaların yollanabileceğine inanmaktayız; çünkü esmalar araştırma konumuzdur.

Örneğin Vedud (Vedud hakkında bilgi edinmek adına
Esmalar (Vedud), zikirler ve alanlar adlı yanıtı okuyabilirsiniz).
Örneğin Basit (Bu konuda bilgi edinmek adına 722 RAKAMININ SIRLARI – Bölüm 9: YA BÂSİT (Esmalarda 2 ve 7) adlı yazımı okuyabilirsiniz)…

Esmalar ana alanın (buna Yaratıcı’dan Allah’a, Ana Tanrıça/Baba Tanrı’dan, “bilinçsiz ama bütünü ile pozitif değerlerle dolu kuantum alanı”na dek çeşitli adı verebilirsiniz) radyasyonudurlar. Onları beyninizle yönlendirebilirsiniz. (EM alanınıza senkronize edebilir ve arzuladığınız hedefe yönlendirebilirsiniz. İslami majinin temeli olan esma zikrinin mantığı budur.)

Her şeyin gerisinde fizik vardır… gizem değil. Ölüm, ürkünç bir son değil, bir çeşit boyut farklılığına atlamaktır; frekans pozitif ise çok da eğlenceli, hatta keyiflendirici bir durumdur… ciddi kazanımlara gebedir. Ölüm korkusunun gerisinde ataerkil kültür vardır.

Müslümanlık alıntılarım hoşa gidiyor (ben de yapmayı seviyorum); yine inanca bir dokunduralım: Müslümanlıkta ölüm -eğer kişi mümin ise- (bize göre alanı pozitif ise) “Allah’a kavuşmak” (lika) olarak nitelenir (Ankebut 5-6, Yunus 7-8). Buna rağmen Buhari ve Müslim’in aktardığı bir hadiste hz. Muhammet Allah’ın günahkarlara kavuşmak istemediğini söylemiştir. BU sözleri kuantum mekaniğinin keşfedildiği günümüz bilgi ortamına uyarlayalım: Bilinci meydana getiren EM alanın dalgaboyu pozitif (iyicil yaratıcınınkine benzer) değilse senkronizasyon kurulamayacaktır.

“beni pozitif enerjiye yönlendirdigin ve bu anlamda yardimlarin için..”
Bunu becerebiliyor muyuz az da olsa? Eğer yapabiliyorsak çok sevinirim. Yardım için teşekkür almak… Ne kadar mutlu oldum. Ya ben duygusal adamım, bu kadar güzel şeyler yazmayın, gözüm falan dolar, karizma çizilir. 🙂 Çok teşekkür ederim.

“kalpten kocaman sevgilerimle”
Bu tarz “feminen” (şirinlik dolu, sıcacık, pırıl-pırıl) sözler ofisi aydınlatıyor ve bize çalışma şevki veriyor. Ek teşekkürler…

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Kısaltmaların açılımı için lütfen mouse’unuzla Sorular ana sayfa sağ blokta yer alan “YANITLARDA YER ALAN KISALTMALARIN AÇILIMLARI” cümlesine dokunun.

Korku

Sevgili Janus hayatima devam ederken arka planda nesemi çalan bi konu var bu konuyu pek tabi psikologlara da anlatabilirim ama onlarin yollari sonuç vermiyor bende bu konuyu sana açayim dedim seninle ve bu site ile tanistigim dan beri pozitif alanda kalmaya çalisiyorum belli bir süre devam ediyor ama sonra bozuluyor neden bozulduguna gelince söyle açiklayayim ben asgari ücret ile yari aç yari tok yasayip yaslandiginda ise ki benim için bu en fazla 40 yas çünkü meslegim 40 yasindan sonra çalismama izin vermiyor dedigim gibi 40 yasina kadar yari aç yari tok ay sonunu zor getirerek yanliz bi sekilde çünkü kadinlardan yana hiç yüzüm gülmüyor hos gülmesinide beklemiyorum bu durumda yasli bes parasiz yanliz ölecegimden akrabalarimin ve arkadaslarimin beni alay ve dedikodu konusu yapacagindan , korkuyorum hayatimda yaptigim bütün planlari bu duruma düsmemek için yapiyorum planim ise yaramadiginda da bu soguk gerçekle bas basa kaliyorum sonra yeni bir plan böyle böyle devam ediyor bu konuda ne yapabilirim Janus nasil yaklasim sergilemem nasil davranmam lazim yol gösterir mi sin ?

YANIT

“ve bu site ile tanistigim dan beri pozitif alanda kalmaya çalisiyorum belli bir süre devam ediyor ama sonra bozuluyor”
PE çabanızın istediğiniz sonucu vermemesi evrendeki en doğal şeylerden biridir. Şu anda çabaya başlasanız ve yirmi yaşında olsanız; yirmi sene boyunca -özellikle bilinciniz var olurken (yani bebeklik/çocukluk arası dönemde) yoğrulduğunuz bilgiler; sonra medya, okul eğitimi, okul eğitiminde okumak zorunda bırakıldığınız eserler(!); eğlenmek için izlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar, arkadaşlarınızdan aldığınız etkiler ve daha nicesi tarafından bilgi bombardımanına tutulmuşsunuz. Bu “saldırı”nın yarattığı hasarı bir-iki kırık dökük deneme ile yok edeceğini sanmak hatalıdır. Kimsenin moralini bozmak istemem, ama Pozitif Enerji eğitimi alsanız ve öğrettiklerimizi canınızı dişinize takıp her gün deneseniz bile biz “ilk kımıltılar için bir yıl verin” diyoruz. Değişimin ciddi ölçüde start almaya başlama süresi iki yıldır.

İki yıl, yirmi yıllık hasarın 1/10u oranındadır. Yani pozitif tarafa geçmek kolaydır; çünkü evrenin temeli pozitiftir. Sonuç alınamama nedeni ataerkinin verdiği enerjilerle “her şeyi bir anda, en azından kısa sürede elde etme isteği” diyebileceğimiz bir alandır.

Bizim bir özlü sözümüz vardır, size onu söyleyeyim, çok basit bir şey: “Bir daha, bir daha, bir daha, bir daha, bir daha…” bu sözcüğü yüzlerce kez yazabilirim. Beyin; denemekle, morali bozmamakla, başarının görece GEÇ geleceğini kabul etmekle, tekrar etmekle HER ŞEYİ öğrenir.

Başarısızlığın bir nedeni sebatsızlık ve inançsızlık ise, diğeri de yoğun NE varlığıdır. Bizim metotlar “yoğun” diyebileceğimiz birikimlerde etkisiz kalabilirler. Sizin beyninizdeki inanç alanları ise gerçekten yıkıcı bir NE varlığına kanıt olabilir. Hayata bakışınız bütünü ile hatalı iken, sözlerimin kıymet-i harbiyesi olabileceğine inanmak gerçekten güç sevgili kardeşim. Yine de soru sormak gibi bizleri onurlandırıcı bir yaklaşımda bulunmuşsunuz… sizi kızdırmak pahasına bildiklerimi cümlelerinizi eleştirerek aktarayım. Bir uyarı daha yapayım: Sözlerim size ağır gelecek olabilir. Lütfen kalın camlı bir hoşgörü gözlüğü ile sözlerimi okuyun.

“açiklayayim ben asgari ücret ile yari aç yari tok yasayip”
Bu bir kader değil, seçimdir. Para kazanmak sanıldığı kadar zor bir şey değildir… ve sanılandan zordur! Bir alanı iyi seçip (sadece zevkinize göre değil, rantabl alanlardan sempati duyabileceğiniz bir alanı seçip) o alanda derinizi yüzmecesine kendinizi zorlarsanız (hayır efendim, deri filan yüzülmeyecek, yani acılı bir şey değil istenen, vurgulanan sadece korkuyu yenmek, yani İSTENMEYEN ŞEYLERİ YAPMAKtır) bir süre sonra, uzunca bir süre sonra, para gelmeye başlar. Bu bir şans değil, kozmosun işleme sistemi ile ilgilidir. Crowley’in bir sözü vardır ve der ki “Yeterince uzun çabalayan tacir daima pazarı yener.” Korkuyu yenip istemediği, inanmadığı, kendine acı veren GEREKLİ işleri yapan, bunları stres altına girmeden yapan, sabreden (bir süre direnen), daima parayı bulur.

“40 yasina kadar yari aç yari tok ay sonunu zor getirerek “
Aç yaşamayı geçelim; yakından tanıdığım bir felakettir. Açıkçası bu dehşetli ortamı tattığınızı sanmıyorum. Ancak “ay sonunu zor getirmek” illaki mutsuzluk nedeni değildir. Yanınızda sevdiğiniz eşiniz/sevgiliniz, okutmakta olduğunuz çocuğunuz, kendinize sevginiz, size keyif veren arkadaşlıklarınız, eğlenceli ve çok para harcamanızı gerektirmeyen bir hobiniz varsa, çok borca batmamışsanız (alacaklı adlı kişilerin alanına girmemişseniz) dar gelirli olmak sadece can sıkıcı bir ortam yaratır, felaket değil. Bir daha yaşamak istemem, aç kaldığımızda ve günde bir defa, camlı balkonda ateş yakarak, dumandan gözlerimiz yanarak, yumurta pişirdiğimiz anlardan aklımda sadece eğlence kalmıştır. Şartlar kişiye her zaman göründüğü gibi etki etmeyecek olabilirler.

“yanliz bi sekilde çünkü kadinlardan yana hiç yüzüm gülmüyor hos gülmesinide beklemiyorum”
Kadınlarla ilişkilerinde başarısız erkekler tarafından kadınlar aleyhine ne yazılırsa yazılsın, ne söylenirse söylensin, kadınlar piçleri tercih etmezler. Erkek bakış açısı ile “piç” gibi görünen bazı erkekler sadece heyecan verici kimliklerdir ve kimileri gerçek “kadın-sever”dirler… kadınlar bunu sezmektedirler. (Diğer yandan aileler tarafından “ideal damat adayı” görülen ya da toplum içinde “vatana-millete yararlı” şeklinde nitlenen decent guylar arasından gerçek kadın ruhu katilleri çıkabilir.)

Ancak tabidir ki kadınlar da kimileyin yanılabilirler, Grek tanrıçası değildirler; yine de –bence- genelde NE kumkuması tiplere -isterse Adonis yakışıklığında olsun- pek ilgi duymazlar. En azından bu kimlikler onlara başta ilginç gelse de, kısa sürede foyayı ortaya çıkartıp uzaklaşırlar. (Kadınlara yöneltilen “kolay terk ederler” suçlamasının gerisinde giderek adamı deşifre etmek vardır bence.) Nice fiziksel açıdan çarpıcı olmayan erkeğin hanımlar konusundaki başarısının gerisinde kadınları ve de hayatı gerçek anlamı ile sevmesi (ve bu yüzden “gerekeni yapması”) vardır.

Eş değişle, eş bulmak demeyelim de, hareketli bir flört yaşamı sahibi olmak da karakterle ilgilidir; yakışıklılık ve -her ne kadar tersi iddia edilse de- zenginlik, hatta gençlik, İKİNCİ PLANDADIR. Tıpkı para konusunda olduğu gibi, flörtler için de doğru davranmayı bilmek kadar, kendini istenmeyen şeyleri yapmaya zorlamak (korkuyu yenmek) gereklidir. Korku yenilip doğru davranmaya başlanınca PE celp olur, PE celp olunca sorunlar çözülmeye başlar.

Eş (hayırlı eş diyelim) ve aşk ise -varlığımın sözü ile- cennetten yollanır. Yani eğer PE celp edecek bir karaktere geçerseniz ve bekleme mode’una girerseniz, eninde sonunda eş ve aşk size yollanacaktır. Gelen her kimse (her zaman Angela Jolie gelmez, yollanan özürlü bile olabilir), onu kabul etmek ise yine PE varlığı belirtisidir. Bu yüzden bizler “Kişi aşk ilişkilerindeki başarısına bakarak taşıdığı NE veya PE miktarı hakkında karara varabilir” deriz.

“bu durumda yasli bes parasiz yanliz ölecegimden”
Yalnız (ancak acı çekmeden, müstear durumda kalmadan ) ölmek kişiye verilmiş bir ayrıcalık olabilir. Ben her zaman Erol Büyükburç gibi ölmeyi istemişimdir. Ölüm döşeğinde iken yanınızda insanların olmasının hiçbir anlamı yoktur; hatta süreci çok da zorlaştırabilirler.

[Çok ağır hastaları hastaneye yatırmak, son anlarını sükun içinde değil, kolunda kan/serumla geçirtmek acaba ne derece doğrudur? Bizim zamanımızda makroda kalmalarından umut kesilenler için “Gönlünü hoş edin” lafı ve süreci vardı. Sanki insanlar daha kolay ölürdü. ]

“akrabalarimin ve arkadaslarimin beni alay ve dedikodu konusu yapacagindan , korkuyorum”
Herhangi bir durumla -durum değil acı verici, son derece komik olsa bile- alay etmek, alay edende NE varlığına kanıttır. Alay, genelde ezme isteğinin tezahürüdür, çok yaldızlı görünümlerle (örneğin sanatla) maskelenebilir. Ezmek isteyenler ise kendilerini ezik gören, ya da ezilecek kimlikler olduklarını düşünenlerdir. Sizin yapabileceğiniz tek şey sizinle alay edenlere (ki, anladığım kadarı ile kimse alay etmemiş, bu sadece sizin kaygınız) -başlarına gelecekler için- acımaktır.

Bu düşünce nedeni ile anaerkide kişilerin aşağılayıcı resimlerini çizen karikatüristler (insanları gülümsetenler değil, belirli kişilerin çirkin şekillerini çizenler) NE celp eden kimseler olarak görülürler. İnsanları küçümseyebilen, göze hoş gelmeyen fiziksel özelliklerini vurgulayan, hayata ve insanlara bu açıdan bakanların (bunları görecek bakışı olanların) başı ciddi derttedir. Bu gibi kişilere değer vermek ve hele ki yorumlarından etkilenmek -lütfen darılmayın- çok “enayice” bir tutumdur; önünüzden geçerken gaz çıkaran bir tavuğu kafaya takmaktan farkı yoktur. 🙂 İnsanların bir kısmının -her ne yapsanız da- sizi beğenmeyeceklerine, hatta kötü olanların alay edeceklerine, arkanızdan konuşacaklarına hazırlıklı olmak, bu durumların SON DERECE doğal olduğunu kabul etmek, BU YÜZDEN bu gibi şeylere hiç de aldırmamak hayatı kolaylaştırır. Elektriği böylece pozitive olan beyine PE celp olaya başlar. PE ise sorunları “şıp” diye çözmesi ile ünlüdür.

“hayatimda yaptigim bütün planlari bu duruma düsmemek için yapıyorum”
İşte hatanız! Bir şeyi çok fazla istemek genelde ya korku, ya hırs içerir. Bu duygu ise üretildiği beyin sahibinin bilincini halis zeytinyağı ile yağlanmış soğuk balık olarak şeytanlar ziyafetinin sofrasına kayık tabağı içinde sunar. Bir idealinizin olması ve bunun için ciddi ölçüde çabalamak ile bir şeyi tutku haline getirmek, ondan başka hiçbir şeyden mutlu olamamak ve de olamayacağına inanmak farklı şeylerdir.

“planim ise yaramadiginda da bu soguk gerçekle bas basa kaliyorum sonra yeni bir plan”
Yukarıda söylediğim gibi, yaşamınızda ana hedef olması, bunun için planlar yapmak, ter dökmek çok da güzel şeylerdir. Evet, başarılı olmayınca can biraz sıkılır, ama söylediğinize göre çok da yerinde davranıp “Oluyo işteğğğ… Kadersizim, kadersiyzz” mode’unda çamura yatıp “depresyondayım” türküleri okuyacağınıza yeni bir plan daha yapıyorsunuz… İşte bu doğru davranıştır.

Ancak bence hatanız, yine yukarıda söylediğim gibi, hedefinize “ya olur, ya öldürür” yaklaşımınız. Gerçekten başarılı insanların BENCE en büyük yetenekleri ESNEK olmalarındadır. Onlar başarıya ulaşmak adına farklı departmanlara sıçrama gücünü taşırlar. Bu sıçrayışlar kimi zaman ülküleri yeniden gözden geçirip, biraz farklılaştırmayı da SIK SIK içermektedir.

Kendi yaşamımda karşılaştığım bir kişiden söz edeyim, adı bende kalsın, olayı biraz kurcalayanlar kimliğini bulabilirler. Bu kişi yazar (romancı) olmayı çok ister, ama başarılı olamaz. Yerine ülküsünü değiştirip gazetecilik işine el atar ve sonunda ünlü bir gazete çıkartmaya başlar. 1950 li yılların sonunda gazete binası infilak eder. Adam geride kalan yığına bakar, neredeyse bir ceket ile kalmıştır. Ceketi aldırmaz bir şekilde omuzuna atar ve “Ben sapasağlam ayaktayım ya, sen ona bak, yine yapacağım” der ve uzaklaşır (aktardığım görünüm ve sözler gerçeklerdir). Aynı adam sonra basımevi işletmeye başlar. Artık gazeteci ya da yazar değildir… ama çok zengindir! (Kimse bilmez, bir gemi sahibidir.) Mutludur; hoş sohbet olması nedeni ile çevresinde çok kişi vardır. (Sözleri fıkra ve anekdot olarak günümüze kadar gelmiştir.) Bu süreçte ise gazetelerde fıkra, röportaj ve anıları yayımlanmaktadır. Kendi yazamamıştır… ama sözleri yayınlanmaktadır. 🙂

“nasil yaklasim sergilemem nasil davranmam lazim yol gösterir mi sin ?”
Eğer sözlerime güvenir, öncelikle insanların düşüncelerine (insanlara değil, düşüncelerine; çünkü bir dolu pozitif insan ataerki yüzünden hatalı düşüncelere sahiptir ve hatalı davranıyor olabilir) fazla değer vermez, kendinizi -belki de bir bilge olarak- yığının biraz dışına alır, oralarda ne olup bittiğine fazla bakmazsanız beyninizdeki “NE pompacı merkezi” adı verilecek alan dağılacaktır. Kadınları sever, onları sizi boşaltacak/zevklendirecek cins değil; güzel, farklı, ilginç, hatta giderek değerli yaşam formları olarak görür, erkekliğinizi yitirmeden (ortamı kankalığa çevirmeden) onlarla olmaktan zevk almayı beyninize öğretebilirseniz, hele biraz da erkeksi etkileyicilik adlı girift konuda bilgi edinirseniz, hanım arkadaş bulmanın pek zor olmadığını görebilirsiniz.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

İlişkilerde hoşgörü ve unutabilmek

Merhaba. Dünya üzerinde insanlarin zoruna gidebilecek seyler yasanabiliyor. Olabiliyor ve sadece benim düsüncem degil sanirim bu. Yine çogu insan haksizliga ugradiklari inancinda olabiliyor. Bu haksizlik bazen gerçekten haksizlik da olabiliyor sanirim. Belki. Belki de degil.

Bu tarz olumsuz hislere yol açabilen (açan degil açabilme ihtimali bulunan) iliskileri, kisileri hosgörmenin, unutmanin yolu nedir?

Olumsuz iliski tecrübelerinden yipranmis biri (böyle biri de vardir illaki) bilinçli tek basinaligi tercih ediyor ve sadece dogal uyumlu oldugu, rahat anlasabildigi kisilere yer veriyor hayatinda. Bu yaptigi veya yapmayi düsündügü (o bile kesin degil) sey caiz midir hocam?

Umarim herkes benim gibi bir gün hayatin ve tüm insanlarin günes kadar çekici, Venüs kadar güzel, ay kadar tutkulu, Plüton kadar gizemli.. Ikizler Burcu kadar delirtici oldugunu görebilir.

YANIT

Eski öğrencime, hala benim için en özel kişilerden olan öğrencime, merhabalar!

Benim öğrencim olarak mesajınızın içeriğinin hatalı olması üzücü. Ancak hoşgörülü olmak adına yola çıkma isteğiniz çok büyük bir adım.

“Merhaba. Dünya üzerinde insanlarin zoruna gidebilecek seyler yasanabiliyor. Olabiliyor ve sadece benim düsüncem degil sanirim bu.”
Hatalı bir tutum çok kişi tarafından benimsense bile hata oranı azalmaz. ”Gerçek söz konusu olduğunda sayısal çoğunluk tamamen değersizdir. Sokrates.

Sözlerinize dayanak olarak yaptığınız hatalı kerterizi bir yana bıraksak bile düşünceniz yanlış; çünkü evreni bilinciniz kurar. “Zorunuza gidecek” davranışların sayısının fazlalığının yegane nedeni negatif beyin elektriği (yani hayata olumsuzluklara ağırlık vererek bakacak bir bakış açısı, hatta karakter) sahibi olmanızdır.

“Bu haksizlik bazen gerçekten haksizlik da olabiliyor sanirim.”
Bu cümlede çok ince bir dengeyi vurgulayacak bilgi var. Açalım: Öncelikle biliyorsunuz, kelimeler beyin elektriğinin dışa vurumudur. Bu yüzden feedback ile, yani beyin elektriği değil, kelimelerdeki pozitifleştirme ile, beyin elektriği rafine edilebilir. Aynı neden yüzünden cümleleri dikkatli kurmak gerekir. Önce kendinizi zorlayarak oluşturduğunuz konuşma jargonu, giderek alışkanlığa dönüşür ve beyniniz etkilemeye koyulur. Eğer hayata “haksızlık” diye bir kavram temelinde bakıyorsanız (ki, bu doğal, çünkü ataerkil kültür sanattan eğlenceye, her koldan bu kavramı yayar, “Haksızlıııkkk… Adaletsizliiiik… Başkaldırrrr” diye “yaygara koparır”, beyninizde bu bakış açısının olağan olduğu kalıbını var eder) NE celp etmeniz kolaydır. Zaten amaç, acı/kayıp yaratan hatayı diğerlerine yükleyip, kişiyi çözümlerden uzak tutmak ve NE celp ettirmektir. Bu bakış açısı kişinin kendini mağdur kahraman ilan etmesine ve bir yandan hata yaparken, diğer yandan kendine bir üstünlük vermesine neden olur. Böylece kısır döngü kurulur ve NE celbi sürer.

Oysa hayata (evreni bilinçle var etmekten öte) “Arada sırada, nadiren de olsa, kazalar olabileceği” çerçevesinden bakarsanız, o zaman sadece küçük ve onarılması kolay bir şanssızlık yaşadığınızı görürsünüz. Ayrıca kazaların nedeni çokluk dikkatsizlik ve önlemsizliktir.

“Bu tarz olumsuz hislere yol açabilen (açan degil açabilme ihtimali bulunan) iliskileri, kisileri hosgörmenin, unutmanin yolu nedir?”
Ne yazık ki bir formül, yani hap yutup iyileşmek benzeri “yapınca düzelecek” bir önerim yok kardeşim. Hoş görmek, anlayışlı olmak, empati yapabilmek, bir insanın varacağı en yüce (yani elde edilmesi pek de kolay olmayan) konumdur. Bu erdemlere sahip insanların -genç olduğunuz için vurgulamak gereği duydum- cinsel yaşamları (flört ilişkileri) de pozitive olur. Çok eşlilik onlara yarayacaksa çok eşli olurlar, aşk yarayacaksa mükemmel aşk bulurlar. Bu sözleri söylediğim öğrencilerim bana olumsuz tutumlar içindeki erkekleri ve onların cinsel/flört hayatlarındaki başarılarını anlatmaya koyulurlar. Oysa öncelikle çok eşli olmak bir başarı değildir. Başarı, (tabi ki kimlikte eğilim varsa, ancak pek çok insanda vardır) tek eşle hem mutlu olmak, hem mutlu etmektir. Başarılı cinsel hayatları olan kişilerin başarı oranı hakkında gerçek kararlar almak için ilişkilerinde celp ettikleri enerjinin biçimine bakmak gerekir. Bence NE sahibi kişilerin ilişikleri tek eşli de olsalar, çok eşli de, sorunlarla doludur.

Konuyu -size özel, sormasanız da- saptırdım biraz. Kusura bakmayın. Toparlayayım: Benden “yol” adı altında istediğiniz çözüm, uzun zaman içinde, adım-adım, ama istek varsa her bir gün öncekinden güzel olmak kaydı ile PE celp edecek davranışlara ilerlemektir.

Dahası; siz bir maji öğrencisisiniz. Elinizde bu uzun ve biraz zor yolda (altını çizeyim, zorluk en çok baştadır) çok güzel bir desteğiniz, kol değneğiniz var; bunu küçümsemeyin. Maji, bir çeşit anti-depresandır. Hayır, belli beyin sistemlerini uzun süreli aktive ederek rahatlık sağlamaz. Zaten anidepresanlar kişi sadece rahatlasın diye verilmezler. Maji de benzer bir kol değneğidir.

Siz ise kesinlikle değişmek değil, olduğunuz yerde -yakından bildiğim- acıları sıfırlama peşindesiniz. Bu yaklaşım evrende bedel ödemeden sahip olma hevesidir. Makroda hesabı ödemeden restorandan kaçabilirsiniz. Bir AVM de hoşa giden bluzu aşırabilirsiniz. Hatta hırsız olup malikanelere girip mallar çalabilir, bilgisayar sistemlerini hackleyebilirsiniz. Bu tavırlarla “Ah” alındığı için olumsuz geri dönüşler olur; ama yine de yapılabilir bunlar. Oysa kuantum ortamında (QM teorilerine göre beynin içinde, mikrotübüllerdeki kuantum ortamında) hesap ödememek (yani avantadan lavanta 😉 ) şansını sıfırdır.

“Olumsuz iliski tecrübelerinden yipranmis biri (böyle biri de vardir illaki)”
Bu cümle, mesajın içeriğinde bir çok yerde olduğu gibi, kanı güçlendirmek adına, hatta bana kendi düşüncesini empoze etmek adına belki de kurulu! Soru değil, inanç aktarmakta. Bu sözleri yazarken beyninizdeki tehlikeli alanları nasıl aktive ettiğinizi fark etmemeniz sizin açınızdan büyük kayıp.

[Bizlerin psikologlara -belki de bir ölçüde- karşı tutumumuzun nedeni budur. Kişiler onlara danışmak DEĞİL, dert anlatmak, bildiklerini ve inandıklarını anlatıp-anlatıp sözde rahatlamak için para ödemektedirler. Psikologların önerilerini dinleyen değil, duyan bile çok az sayıdadır. Oysa bu “anlatmalar” beyindeki alanları kelimelerle eksite edip durmak manasındadır.]

Ayrıca içerik hatalı: “Olumsuz iliski tecrübelerinden yipranmis”. Yıpranmak, gerçek anlamı ile yıpranmak, tahmin edemeyeceğiniz kadar zordur… tabidir ki doğanıza sizi koruması için izin verirseniz. Doğanın kendi kadar, kişinin doğası da onu en iyi şartlarda hayatta tutmak için programlıdır. Doktor, ilaç yokken, milyonlarca yıldır insanlar böyle var olmuşlardır ve hayvanlar hala böyle var olmayı sürdürmektedirler. Hiç kimse birkaç düş kırıklığı yaşadı diye yıpranmaz. Bu doğal yasalara terstir. Sıkıntılı olaylara, acılı manzaralar yükleyip, beyin elektriğini “yıpratan” kişinin kendidir. Hiçbirşey sizin ona yüklediğiniz anlamdan ötesini taşımaz.

Olumsuz geri dönüşlerde biraz canın sıkılması, bir katre öfkelenmek, azıcık kendinden kuşku duymak doğaldır. Ama BUNLAR eğer izin verirseniz, eğer ataerkil yalanlara kendinizi gömmezseniz, doğanız tarafından kısa sürede size unutturulurlar. Sistem doğal mekanizma işlemesin, unutmayın, bunlara saplanın, alan yaratın diye size yanlış şeyler öğretmektedir. Amaç sizden (üreteceğiniz NE ile) beslenmektir.

“bilinçli tek basinaligi tercih ediyor ve sadece dogal uyumlu oldugu, rahat anlasabildigi kisilere yer veriyor hayatinda. Bu yaptigi veya yapmayi düsündügü (o bile kesin degil) sey caiz midir hocam?”
Ben yalnızlıkta bir yanlış görenlerden değilim ve bu Amerikan çıkışlı “sosyalleşmenin” olumlu olduğuna inanmıyorum. Sosyal olmak eğer PE yaratıyorsa iyi bir şeydir; kavgalara, çekişmelere, kıskançlıklara, üste çıkma arzusuna, bencilliğe neden oluyorsa o ortam bir “güruh”tur. “Dinlemenin olmadığı yerde konuşmadan değil, gürültü çıkartmaktan söz edebiliriz.”

Ancak önemli olan kişinin gerçek yapısını (arzusunu, ihtiyacını) fark etmesidir. NE genelde kişinin ihtiyacı olan şeyi (ki, bunu belirleyen özgün kimliğidir) tersini empoze eder. Yani NE içindeki kişi çok sosyal olabilecek biri iken, NE ona “sen yalnızlığı seviyorsun” düşüncesini empoze eder.

Sizin haritanıza insan ilişkileri, aşk ve flört ile ilgili evler biraz sert. Dahası; inziva evi (bu evde -yalnız yaşamak kadar- akıl hastaneleri, hastaneler, hapishanelerde var) pırıl pırıl. Tanrı korusun, böyle bir durum yaşarsanız bu durumun size çok büyük yarar sağlayacağını unutmayın derim. Ayrıca sizin kişiliğiniz bu -kimse kusura bakmasın- “kırık dökük astroloji bilgileri”ni ezip geçecek kadar güçlü. Bana “astrolojiye kırık dökük diyorsunuz, kişiliğimi de haritada görüyorsunuz” demeyin. Harita, kendi izlenimlerimi doğrulayan bir detaydır, pusula değil. Ayrıca sizin gözünüze baktım, sizi gördüm, düşüncelerinizi dinledim… Yorumum öncelikle bunlara dayalıdır. Ancak -darılmamanızı rica ederim, bu bir aşağılama değil, gözlem- tembelesiniz. İnatçısınız. Beyninizi kullanmayı hiç beceremiyorsunuz. Siz iyiliğe inanmıyorsunuz. Oysa siz bir anaerkil ezoterizm rahibi olabilirsiniz. Bizlerin dünyasına ve doğrularına o kadar büyük yatkınlığınız var. Siz ise beyninize doldurulmuş ataerkil bilgilere tırnaklarınızı geçirmiş, başka türlü düşünmeye karşı inatla direnen bir haldesiniz. (Bu sözlerde kınama hiç yok.)

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

REENKARNASYON ve KUANTUM – 1. Bölüm: Kuantum Mekaniği

Herkesi ön yargılarını geride bırakıp eğlenceli bir ortama, “bilim alanına” girmeye davet ediyorum; çünkü bilim artık “düş gezgini işi” olacak kadar sürükleyici şeyleri anlatmaktadır.

Reenkarnasyonun gerçekliğini;

  • madde ve madde ötesi arasında bağlantı (hatta geçiş/değişim) olduğunu görebilirsek,
  • ruhun ne olduğunu anlayabilirsek,
  • ruh ile madde ötesi arasında ilişki kurabilirsek

ortaya çıkartacak olabiliriz. İyi haber odur ki, üç kuantum mekaniği teorisi (QM, ETC ve QED) söz konusu durumların varlığını doğrulamaktadır. Bize kalan ise bu üç teori ile ezoterizm sentezi yapmaktır.

İlk adımda kuantum mekaniğine göz atmaya başlayarak konuya girelim.

Kuantum denince çok kişinin içini -söylenenleri anlayamayacağına yönelik- bir tedirginlik ürpertisi kaplasa da, aslında içerik –biraz hafifletilerek yansıtılırsa- masallarda okuyup, hoşgörülü bir tebessüm ile “Çocuklara göre şeyler” dediğimiz olaylar kadar büyüleyicidir!

Üstelik bunlar masal değil, yasadırlar!

Söz konusu yasalar;

  • her şeyin bir anda var olduğu, bir anda yok olduğu,
  • tek bir şeyin aynı anda iki yerde bulunabildiği,
  • bazı şeylerin duvarlardan, hatta bedenimizden geçebildiği,
  • farklı şekilde bölünebildiği sonra yine birleştiği,
  • canı isteyince maddeye (kütle sahibi olmaya) başladığı,
  • bazen etrafta dalga (dalga fonksiyonu) haline dolaştığı

şeyleri ve bunlardan yapılı bir evreni tanımlarlar.

Yani ortada iki evren/uzay vardır:
Biri, masallardakine benzeyen mikrokozmos; diğeri, masal evreni ile karşılaştırılınca can sıkıcı görünen makrokozmos, yani bizim mekandır.

İşin inanılmaz yanı, bizim evreni masal evreninin var ettiğidir!

Kuantum mekaniği bizim evreni meydana getiren -daha fazla bölünemeyecek kadar- küçük parçaların, bir anlamda “büyülü piksellerin”, bilimsel adı ile “temel parçacıkların” yapılarını, hareketlerini ve birbirleri ile etkileşimlerini inceleyen bilim daldır.

Söz konusu piksellerin (yani temel parçacıkların) kiminin kütleleri olsa da (onlara dokunabilsek de), dalga fonksiyonu denen “bir anda her yerde olan yekpare yapı”ya dönüşebilmektedirler. Farklı bir söyleyişle, her parçacık “ele gelir” varlığından öte, dalga fonksiyonu da olabilmektedir. Değişik bir ifadeyle bir kez daha dile getirelim: Temel parçacıklar kimi zaman “madde” adlı kalıpta (kütleli), kimi zamansa bir deniz dalgası gibi “her yerde”dirler. Bu durum ataerkil doğrularla kalıplanmış aklın kolay kabul edeceği bir şey değildir.

Kuantum mekaniğinin ortaya çıkarttığı gibi, evren aslında yoktur; dalga fonksiyonudur. Onu makrokozmos haline sokan ölçümdür. Bu cümle bir teoriyi değil, gerçeği ifade etmektedir; çünkü deneysel ortamda kanıtlanmıştır.

Kuantum lisanı ile: “Nothing is real, until it is observed.” (Ölçene dek hiç bir şey gerçek değildir.)

“Ölçüm”ü ise sadece göz değil, cansız bir ölçüm aleti yapınca bile bu işler böyledir!

Keyifli şekilde, geniş-geniş, dalga şeklinde, her yerde gezinmekte olan büyülü piksel, bizim ona baktığımızı, ya da farklı şekilde ölçtüğümüzü, hatta ortada bir ölçüm aleti olduğunu sezebilmekte ve “şıp” diye, bildiğimiz (bizler gibi) kütleli hale geçivermektedir.

Bu durum da ataerkil beyinlerin kolay benimseyebileceği bir şey değildir. Öyle ki, deneylerle olayı kanıtlayan bilim adamları buna inanamamış, aletlerin hata verdiğini düşünmüş, deney üzerine deney yapmış ve sonunda derin bir nefes alarak “Gerçekten de bu dünya okültistlerin dediği gibi gözün görebildiği şeylerle sınırlı değil. Tüh, keşke yüzyıllardır onları az da olsa dinleseydik” demişlerdir.

Şaka bir yana, yukarıdaki sözleri tabidir ki demediler ve demeyerek iyi ve doğru bir iş de yapmış oldular. Bilimin farklılığı deneysellik ve kesinlikle ilgilidir. Onu benzersiz ve güvenilir yapan bu kuşkucu ve “kesinci” zihniyettir.

Ama bence pek çoğu yukarıdaki sözlerimi içlerinden geçirmiş olabilirler. 😉

Reenkarnasyon nedir ve neden var?

Iyi günler Janus,

Reenkarnasyon nedir (senin fikrine göre) ve neden var? Ruh göçü bana inanilmaz mantiksiz geliyor bir önceki hayat hatirlanamadigi için. Sen neden reenkarnasyona inaniyorsun, yasadigin bir durum var mi?

Saygilar, sevgiler.

YANIT

Standart reenkarnasyon söylemini ruh göçü vb. şeklinde okursak içerik beni de gülümsetiyor. Zaten yıllar boyunca majide başarı sağlayamama nedenim “falanca planet saatinde çalış, çalışırken fülfülüebyat yak, bir kağıda şu kargacık burgacık şekli çiz, “abra kadabra”dan iki gömlek ciddi, tekerleme benzeri lafları söyle, gökte katlar var, bunlarda asansör gibi yükselmek için kuş imajine et, civciv hayal et, tavuk gibi gıdakla” benzeri dayatmalardı. 🙂

Maji buydu. (Hala da birçok yerde böyle…)

Yıllarca hiç bir halt becermedim. İçimden gülmek gelirken uzay-zamanı nasıl bükebilirdim ki? 😉

Ben de bana dayatılana baş kaldırdım; isyankar halde teorilere bilimsel karşılıklar aradım, bunları tespit ettikçe ikna oldum, inanç oluşturdum ve başarı giderek gelmeye başladı.

Sonuçta benzerlerimi bularak, somut sonuç almak adına majide yapmamız gereken şeylerin nedenselliğini elimizden geldiğince bilimsel alanda aramaya koyulduk ve böylece bir sistem kurduk. Bu süreç (bu araştırma süreci) içinde -tıpkı simyagerlerin altın ararken bir dolu ilaç ve zehir yaratması gibi- yollarımız farklı alanlara çıktı.

Bunlardan biri de reenkarnasyondu.

Reenkarnasyona hiçbir zaman ilgi duymadım. Dr. Refet Kayserilioğlu beyefendi (ki, alanında ciddi ve çok değerli bir üstattı) beni sözlerine ikna edemediği gibi, anlattıklarıyla (hatta benim hakkımdaki yorumlarıyla) içten içe canımı da sıkardı. Her defasında sildim attım kafamdan sözlerini.

Ancak araştırmalarımız bizi ETC, QM ve özellikle QED’e (kısaltmaların anlamı için lütfen Sorular ana sayfası sağ bloktaki açıklamalara bakın) getirdiğinde, hiç istemesek de, aramasak da, ilgilenmesek de, kendi kendine taşlar (daha doğrusu puzzle parçaları) yerli yerine oturdu ve büyük resim önümüzde açıldı.

Gördüklerimizi reddetmek zordu. Biz de inançsızlık edemedik.

Sizi reenkarnasyonun gerçek olabileceği konusuna ikna edebilmek adına “Cık, reenkarnasyona yok diyenler bilmiyo, reenkarnasyon var işte!” dememek için (ve de konu hakkında merak dolu olanlar için) REENKARNASYON ve KUANTUM adlı bir makale yazdım; sizi oraya davet etmekteyim.

Lütfen “Offf… Vıyyyy… Biliiiimm!” diyerek gözlerinizi belertmeyin. Bilim, ona “uzaktan temennah ederek” geçenler için son derece ilginç ve sürükleyici olabilir. İçine girince zordur; zorluk, konu uzmanları (bilimciler) içindir. Ayrıca bilmenizi isterim ki sözlerimi hafif ve eğlenceli şekilde aktaracağım.

Haydi, şimdi gelin, Bu soruya yanıt olarak yazdığım makaleyi baştan okuyun >> ya da

makaleye topluca göz atın >>

Umarım yazıyı okur, sorularınıza yanıt bulabilirsiniz.