Depresyon

Depresyon dan nasil kurtulurum geçmisi düsünmekten biktim

YANIT

İlk adımda özlü sözümüzü yineleyeyim: Her insan rahat bırakılırsa kendine neyin gerekli olduğunu sezecek yetenek taşır.

Ve başlayalım:

Depresyon psikoloji disiplinin -yani bilinci determinist görüşlerle açıklayan bir disiplinin- hastalığıdır. Bir diğer deyişle psikoloji disiplinin teorileri gerçeği yansıtmaktaysa depresyon bir hastalıktır. Oysa günümüzde bilincin bir fizik alan (daha doğrusu bildik bir fizik olmasa da, uzay-zamanda yer kaplayan bir alan) olduğu, dahası, parçacık fizikçileri tarafından beyindeki kuantum durumları (quantum states) ile meydana geldiği hakkında raporlar bilim dünyasına sunulmaktadır.

İşi biraz deşelim:

Psikoloji adlı disiplin, psyche (ruh) ve logos (bilim) sözcüklerinden meydana gelse bile fizyolojiden ötesi ile ilgilenmez.1 Çağdaş psikoloji denen sistemin ilk kıvılcımları 19. yüzyıla dayalıdır. Ancak milleti hasta diye karşısına alıp geçmişi hakkında konuşturan (ve giderek insanların her sıkıntıda psikolojik sorunları olduğunu düşündüren, kendi kendilerine teşhisler koymalarına neden olan ve yarattığı kuşku ortamı ile -bence- bir sürü normal adamın dengesini bozma noktasına getiren) sistemin mimarı Freud’dur (hani, kadınların cinsel organlarının yapıları yüzünden kendilerini eksik gördüklerini, bu yüzden kaygıya kapıldıklarını iddia eden Freud… :D). Hazret öylesine ileri gitmiştir ki, işi rüyaları, dil şürçmelerini etiketlemeye dek vardırmıştır. Bu çağdaş gelişmelerden(!) sonra gördükleri rüyalar nedeniyle endişe duyan, ya da dili sürçen kişileri olmadık suçlamalarla zan altında bırakan insanların sayısının arttığını söylemeden geçemeyeceğim.

Giderek Freud’un psikanalizi alay konusu olmaya başlar, çevreden silinir. Bir takım millet ise arkasında not alan psikoloğun önündeki ünlü couch’a yatıp, dağılmaya yüz tutmuş alanları didikleyerek hepsini yeniden yaşanmış gibi canlı tuttuğu ile kalır.2 Ama bu sefer de psikoterapi doğar. (Nedense kimsenin aklına “Terapi bir tedavi metodu ise, neden bana antidepresan dayanıyor?” diye sormak gelmez.:) )

Analiz ve terapi ile vurgulanan “bilinçsizi bilinçli yapmak için beyni kelimelerle tahrik etmek” ETC teorileri açısından sakıncalıdır; çünkü bu yaklaşım, üzerinden geçilmedikçe (düşünülmedikçe) dağılacak alanları foton bombardımanları ile yeni yaşanmış gibi canlı tutmak anlamındadır. Bilinci bir fizik alan olarak açıklayan kuantum teorilerinin en çarpıcı olanları (örneğin von Neumann ve Heisenberg kuantum yorumlarına dayalı olan) Stapp ve benzerlerinin yorumlarıdır: Bu teorilere göre -psikolojinin iddia ettiği gibi- BEYİN BİLİNCİ YÖNETMEMEKTE, BİLİNÇ BEYİN İŞLEMLERİNİ KONTROL ETMEKTEDİR.3 Yani ortada beynin nasıl olduğu kesin bilinmeyen etkinliklerle adamı yönetmesi inancı yoktur artık. Yönetim, adamın eline geçmiştir.

Özetle: QM teorileri benimsenirse depresyon denilen beyin süredurumunu, bir hastalık değil, KİŞİNİN KENDİ tarafından, ataerkil yönlendirmeler ile yaratılmış EM alanlar olduğunu anlamak kolaylaşır.

Depresyon adı takılarak bir hastalığa dönüştürülen (teşhis koymak, uzayzamanda kesin kılmaktır) beyin süredurumunun (NT salgılanması ya da salgılanmaması yapısının) nedeni sadece KİŞİ TARAFINDAN var edilen bir alandır. Bu sonucun gerisinde ataerkil kültür, yani bebeklikten başlanarak sunulan (beyne perkitilen) yanlış kavramlara doğru diye inanıp yaşamı hatalı yönlerde kurmak ve böylece kişiliğin kendi gerçekliği tabanında eylemler yaparak başarıya ve doyuma ulaşmasını engellemek vardır.4 Ancak hemen bir not düşeyim: Hatalı alanların var edilme nedenlerinden bir diğeri de depresyon ya da panik atak adlı (hatta adını aklımda tutamadığım gibi, okurken bile zorlandığım isimli, sürekli yenisi icat olunan) “hastalıklar”ın varlığına inandırılmış olmaktır.

[Göründüğümden daha yaşlıyım ama genç bir hayatım var; bu yüzden eski devrileri ve yeni dönemi karşılaştıracak bilgi birikimi ve beyin enerjisine sahip olduğum söylenebilir: Eskiden ne ailemde, ne arkadaşlarım arasında, ne de çevremde depresyonu olan ya da panik atağı bulunan tek bir kişi ile karşılamadım. Şimdi ise tanıdıklarımın -ortalama- 1/10unda moda hastalıklardan biri muhakkak var.]

Alanı dağıtmanın ilk adımı sadece canın sıkıldığına inanmaktır. İkinci olarak tatmin ve bir alanda başarılı olma yolları aramak önemlidir. Bu süreçte sıkıcı konuları düşünmemek gereklidir. Alan zamanla dağılacaktır.

Serotonin benzeri NMler mili saniyede salgılanırlar… yani daha iyi bir ruh durumuna geçme zamanı dakika ya da saniye bile değil, mili saniyedir. Bu durumun başarılamam nedeni yapılamayacağına, çünkü hasta ya da kişilik bozukluğu sahibi olunduğuna yönelik inançtır. En açık anlatımı ile “Beyne hakim olamamak, onu farklı güçlerin eline teslim etmiş olmak”tır. Pop kültür tetikledikçe depresyon ve panik atak “vakalarının” artma nedeni budur.

Kişinin, ataerkil baskılar yüzünden (bedensel ve/veya ruhsal) ihtiyaçlarını doyuramaması yüzünden bunalmasından, bu durumun can sıkıntısı olarak belirmesinden doğal ne olabilir? Eskilerin “canım sıkılıyor deme, ayıp, evlenmek istiyor derler, git kendine bir iş bul” sözlerinin gerisinde büyük bir gerçek ve de çözüm bulunmaktadır.

Sorunuzun ikinci kısmına geleyim: Sürekli geçmişi düşünmek, beyinde bu yapıda bir neural pathway (yolak) ve bu yolak ile bir alan yaratmış olmak anlamındadır.

Şöyle açıklayayım: Nöronlar arası belli bir “sinyalleşme” modeli oluştu ise, bu elektriğin yarattığı bir de alan olacaktır. Söz konusu alan dağılmadıkça rahatsızlık veren düşünce ya da düşünce modeli etkinliğini sürdürecektir. Yani ortada bir hastalık, ya da “takıntı” gibi pis bir sözcük ile nitelenecek durum YOKTUR.

Bu tarz, kişiye rahatsızlık veren düşünce kalıplarını bir yeriniz kaşınınca biraz fazla kaşımaya benzetebiliriz. Eskilerin değimi ile cilt “kaşıdıkça kaşınır”. Yolak ise patika demektir. Nöronlar belli bir modelde çakmışsa ve bu model kalıcı hale (bir patikaya) dönüştürülmüşse, onu yok etmenin basit yolu “üzerinden geçmemek”tir. Sözcüğün kullanılma, yani durumun bilim ortamında patika (pathway) olarak adlandırmasının nedeni budur. Ancak üzerinden fazla geçilirse patika asfalta dönüşebilir! Bu nedenle size önerim, aklınıza geçmiş gelince hemen uyarı zillerinin çalınması ve hoşlandığınız bir konuyu düşünmeye, tercihen o işi yapmaya atlamanızdır.

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

İsmin içeriği bilindiğinde yeni moda olan “psikolojim bozuldu” sözcüğünün gülünçlüğü ortaya çıkar; çünkü bunun anlamı “ruh bilimim bozuldu”dur. 🙂

[2]

 

Psikanalizi “ti ye alan” bir kitap okumak isterseniz size Erica Jong’un “Uçuş Korkusu”nu önerebilirim. Kitap, roman tarzında yazılsa da, yazarın yaşantısını yansıtmaktadır. İçerikten bir cümle ile örnek vereyim. Jong, analisti ile kapıştıktan ve “tedaviye” son verdikten sonra şöyle der: “Psikoloğuma verdiğim seans parası ile gidip bir ayakkabı aldım… Bu ruhuma daha iyi geldi.” 😀

[3]

 

Psikoloji ve psikiyatrinin yaklaşımlarına eleştiri olarak psikiyatrist Jeffery Schwarz’ın görüşleri incelenebilir. Schwarz, bu disiplinlerin “mekanik yaklaşımları”nı (sözcük kendisine aittir) ciddi şekilde eleştiren bir psikiyatristtir.

[4]

 

Yanlış doğruların en tipik iki tanesinden biri kadınların güçsüz ve önemsiz cins sayılması gerektiği ise, bir diğeri de yaşamın zorluklarla dolu bir ortam olduğu hakkındaki inançtır. Bu konuda daha dün yakın arkadaşım olmuş eski bir öğrencimden aldığım mesajdan alıntı yapayım: “toyken neşeli olmak pek bir kolay 😀
Marifet, hayat beni yonttukça neşeli kalabilmekmiş. Yani zaman geçtikçe hayat yontuyor ve neşemizi çalıyor. NE saldırıyor.”Yaşamın böyle bir dinamikle var olduğuna inanç, NEnin davet edilmekte olduğunun göstergesidir: Hayat ruhu/kimliği yontmaz; çünkü darbe atmaz. Hoşa gitmeyen olayların gerisinde hatalı seçimler ve beyin elektrikleri vardır. Bunlar ise sadece basit uyarılardır. Söz konusu uyarıları “yol kapalı” tabelasına benzetmek mümkündür. İşareti görünce U dönüşü yapıp geri dönmek olasıdır.

Ayrıca NE de saldırmaz. Sadece davet ile gelir.

(Mesajdan alıntı, arkadaşımın izni ile yapılmıştır. Hoşgörün için teşekkür ederim sevgili danışmanım.:) )

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Havass vs. Bati Majisi

Ortadogulu bir havas alimi ile batili bir majisyen kapissa hangisi alir ?

YANIT

İlk anda -sizi tenzih ederek- şunu söyleyeyim: Bir şeyleri kapıştırma arzusu içeren ve bundan zevk alan beyin elektriği beyin sahibinin başına -onun hiç tahmin etmeyeceği alanlarda- dert açacaktır. Ataerkil kültür tarafından “ilerlemeyi tetiklediğine” inanılan rekabet adlı kavram bile diğerlerine yönelikse tehlikeli olabilir; çünkü sinesinde “üste çıkmayı” gizlemektedir. Gerçekten ilerlemeye neden olacak rekabet, ilk başta (daha iyisi, sadece) kişinin kendi içinde realize etmesi gerekli bir kavramdır.

Havass konusunda fazla bilgim yok. Ancak batılı majisyen diye bir şey olmadığını çok iyi biliyorum; çünkü batıdaki neredeyse her majisyen Kabala ile çalışır, Kabala ise Yakın Doğu’da ortaya çıkan Yahudilik ezoterizmidir (bu cümle bana ait değildir; Kabala’nın Wikipedia yorumudur). Yani kaynağı, kendini -kendi kutsal kitabında- savaşçı/intikamcı/kıskanç olarak tanıtan bir güç olan Yahveh’tir.

Tevrat – Mezmurlar 94

1 Ya RAB 1, öç alıcı Tanrı, Saç ışığını, ey öç alıcı Tanrı!

Çıkış 15

3 Savaş eridir RAB, Adı RAB’dır.

Çıkış 34:14

Çünkü ben kıskanç bir RAB, kıskanç bir Tanrı’yım.

Witchcraft dışında -bence- batı majisi diye bir şey gerçekte yoktur. Batı kültürü (Hıristiyanlık) çıkışlı satanizm bile temelde Kabalisttir. Satanizm’de yer aldığı şekli ile Şeytan diye bir şey yoktur ki, satanizm olsun. 🙂 Standart Şeytan kavram ve görüntüsü İncil ile (Hıristiyanlık ile) “doğmuş” bir tiptir, Tevrat’ta bile yer almamaktadır.

Batılı satanistlerin pek sevdiği bir ayin vardır: Black Mass. Bu ayin, Katolik ayininin 1/1 Şeytan adı ile yapılanıdır. Ayinde seks unsuruna da yer verilir ve böylece pek kötü bir iş yapıldığına inanılır.

Oysa başını biraz duvarın üstüne kaldırıp gerçeklere bakabilen her kişi asıl şeytanlığın “can”ı var eden seks adlı eyleme günah diyen mantalitede aranması gerektiğini görebilir. İnsanlar -satanistler bile- Hıristiyanlığın doğru şeyler söylediğine öylesine körü-körüne inanmışlardır ki, kutsallık adına din adamlarını ömürlerinin sonuna dek seks yapmaktan alıkoymanın; değişim üzerine kurulu bir evrende boşanmanın -zinhar- yasaklanmasının anlamını düşünemezler. Eğer seks bu kadar kötü bir şey ise, evreni yarattığını iddia eden Yahveh, evreni neden yaşamın seks ile var olacağı şekilde yaratmıştır? İnsanlardaki bu “yargılama/yorum yapma yeteneği felci”, çocukluktan beyinlere yerleştirilen thought formlarının gücünün ve ne ölçüde yıkıcı olabileceğinin en bariz kanıtıdır. Bu yüzden aslında kötülük yapmaya hevesli satanistler Black Mass ile çok iyi bir şey yaptıklarını fark edip, illaki kötülük yapmak istiyorlarsa, daha yaratıcı olmaları gerektiğini görmelidirler. 🙂 (Tek tanrılı din olarak nitelenen dinlerden SADECE Müslümanlıkta cinsellik yüceltilmiş, boşanma kolaylaştırılmıştır.)

Sözün özü, neredeyse HER batılı yöntemin temelinde Kabalistik görüş (en azından kafa yapısı) vardır.

Bu siteyi ve yanıtlarımı izlediyseniz negatif enerjinin majikal ortamda başarı şansını düşürdüğünü defalarca yinelediğimi, “güçlü, başarılı ve karizmatik kara büyücü” modelinin bir şehir efsanesi olduğunu anlattığımı bilirsiniz. Bu modelin yaldızlanması (yani kötülükte bir çeşit karizma olduğu inancı) gerisinde yine Kabalizm ve Yahveh uydurukları vardır.

Hemen nedensellikten söz edeyim: Zarar vermek, hükmetmek, ya da baştan çıkartmak benzeri diğer kişilerin alanına girmeyi (genel olarak üstün gelmeyi, üste çıkmayı) hedefleyen beyin elektriği, bu eylemler temelde “bölme” enerjisi içerdikleri için “şıp diye” NE celp eder.
NE, öncelikle kendini çağıranı (kendine yakın olanı) yıkar… yani isteklerinin gerçekleşmesini değil, gerçekleşMEMEsini sağlar. Bu durum, istekler gerçekleşse bile, beklenen mutluluk ve rahatlığın elde edilememesi, bilakis, önceden var olanın da yitirilmesi şeklinde de tezahür eder. Bir diğer deyişle, çalışma başarılı olsa bile, sonuçta majisyen öncekine oranla daha mutsuz, rahatsız, sorunlu bir yaşam modeline doğru yola çıkar.

Kabala’da ise bizim sistemdeki gibi diğer insanların alanına girMEME (onları İSTEMEDİKLERİ bir şey yapmaya zorlama) diye bir şey olMAMAsını geçin; çağırılan spitirleri, antiteleri bile icbar etme, korkutma, tehdit etme ve ZORLAYARAK YÖNETME ortamı vardır.

Kabalistik çalışma, bütünü ile korku elementi üzerine kuruludur: Ritüel -kural olarak- elde imajinatif kılıç ile başlar. Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın kitaplarında yazdığı gibi “kılıç ile patates soyulmaz”, can yakılır. “Kimsenin canının yakılmayacağı, kılıcın var olma nedeninin korunmak olduğu” iddiası ise anlamsızdır; çünkü bu durumda da majisyenin tehlike altında olunduğu inancı var demektir… ki, gerçekten böyle bir inanç vardır. Bu konudaki bir diğer kanıt, çalışma öncesi majisyenin kendini koruma çemberine almasıdır. Bu yapıdaki bir öğretinin NE mi, yoksa PE mi taşıdığını (ve de celp edeceğini) anlamak kolaydır… tabi ki alınacak sonuçlardaki -özellikle rahatlık, mutluluk, eğlence, keyif ve doyum gibi duyguları elde etme anlamındaki- başarı oranını önceden kestirmek de!..

Diğer yandan bizler Müslümanlıkta beyaz majinin yasak OLMADIĞINA inanmaktayız; çünkü Müslümanlıkta cevaz verilen -örneğin- belli sıkıntılardan korunmak adına belli sayıda, belli duaları okumak, özellikle de belli arzuları elde etmek adına esma zikri yapmak, majinin hasıdır. Belli duaların okunması Hıristiyanlıkta da öneriliyor olabilir; ama orada amaç sadece “günahlardan arınmak” adlı hedeftir. Müslümanlıkta ise -dünyasal olanlar dahil- kişisel emel ve ülküler lanetlenmez. Bilakis, BUNLARIN elde edilmesi için belli sayıda, belli duaların okunması önerilir.

Şimdi sorunuza doğrudan yanıt vereyim:

Sistemleri Havass ve batılı diye değil; korku temelli ve rahatlık (hatta bu beyin süredurumunun gelişmişi olan sevgi duygusu) temelli sistemler diye ikiye ayıralım. Korku, en bölücü yapıdır. Bu duygu ile celp edilen NE adlı dalga boyları, fizik yapıları gereği, kendilerini envoke edenin (uyandıranın/davet edenin) gerçekliğine (beyin elektriğine) kolayca sızacaklardır; çünkü senkronizasyon yoksa, envokasyonun varlığından söz edilemez. Bu frekans, amaçlanan hedefi gerçek kılsa (dalga fonksiyonunun istek doğrultusunda çökmesine neden olsa) bile, kendisini çağıranı (yani senkronize oldukları beynin sahibi) olumlu duygulardan ayıracak, onu ana gerçeklikten (öncel evren frekansından) uzaklaştıracak, yani bildiği yegane işi yapacak: BÖLECEKTİR.

Kapışmaya dönelim: Aslında yenen ve yenilen yoktur bu evrende… Gerçekte kimse kimseyi yenemez, alt edemez. Kapışmaya (üste çıkmaya, tek olmaya) odaklı ve keyif etmeye (genele yayılmaya, yekpare olmaya) odaklı olan iki BEYİN (beyin CEMI alanının EM dalga boyu) vardır. İki tip majisyen yoktur yani, iki tip beyin vardır. Bu beyinlerin sahipleri ister majisyen olsunlar, ister rençber, ister kozmolog, ister TIR şoförü; çektikleri vibrasyonlara paralel yaşamlar sürerler. Herkes sahip olduğu dalga boyuna uygun şekilde ya keyif, eğlence, doyum, coşku; ya da acı, kaygı, korku, tedirginlik, elem, öfke, hırs içinde, KENDİ YARATTIĞI GERÇEKLİKTE yaşar.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Scientology hakkinda

Scientology dini ile diger dinler arasindaki fark nedir acaba?

YANIT

Kİmseyi doğrudan eleştirmeyeyim, “ortaya” bir yanıt vereyim izninizle…

Gruplar, hele ki tarikatlar bizim inancımıza çok ters şeyler…

13 Ocak 2020 tarihli yanıtımda yer alan bir bölümü paylaşayım:

“Bu ‘bizi okuyan ve okuduğundan hoşlanan herkes bizim gruptandır’ inancını sarsmamak, birilerini geride bırakmamak, kimini seçip kimini reddetmemek, için grup-mrup kurmuyoruz. Biz zaten bir grubuz; birbirimizi tanımaya fazla gerek yok. (…)

[Ancak bana sorarsanız, bana soru yönelten, belli konularda bildiklerimi merak eden, herkesin -kabul edilirse- arkadaşı olmayı yeğlerim. Dostluk ortamında (“arkadaşlık, Şeytan’ın kavuruculuğunu katamadığı yegane alevdir” derler) bilgi akışı çok daha kolay ilerler. Tabidir ki -çok değer verdiğim kavramlardan olan- ciddiyet ve saygı da önemlidir. Kişisel mesafeleri kolay aşmak (laubalilik, nezaketsizlik vb.) samimiyet yaratmaz, frene basma yeteneğini körelttiği için ortamı gerer. Ayrıca unutulmamalıdır ki insan, kendisine bilgi aktaran arkadaşına da saygı duyabilir… üstelik onu farklı şekilde seviyordur da… Öğretmenlerin arkadaşlar kadar sevildiğini iddia etmek ise zordur. 😉 ]

Diğer yandan üst bir konuma konulmak fazla doğru olmayabilir; çünkü gerçekten de, topyekun, her an, hepimiz, birbirimizden bir şeyler öğrenmekteyiz. Üst olan tek bir sınıf/konum vardır bence… o da bilgi değil, kalpteki incelik (beyindeki pozitif EM alanların varlığı) ile belirlenmelidir. Saygı; bilgi paylaşanlardan çok, onların hakkıdır. Yaratıcının benzersiz iyiliğini evrene (benim gibi bilgiçler değil:) onlar dökmektedirler.”

İsim takan, sınıf yaratan, sınır çizen, (yücelme adı altında kakalansa da, hatta adı brotherhood olsa da, aslında bal gibi üst sınıfların -ekabirlerin, liderlerin, mandarinlerin- varlığını pekiştiren) oluşumlara sempati duymamız olanaksızdır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

İnancımı kaybettim

Gerçekten ne söyleyecegimi bilemiyorum, keske hissettiklerimi size direkt aktarabilseydim. Simdiye kadar yazdiginiz, bilgilendirdiginiz her sey için çok tesekkürler ama biraz önce okudugum “Yaradani bu kadar gönülden sevmeye nasil ulasabildiniz?” sorusuna cevabiniz, her cümlesinde ruhumda, beynimde bir kapi açildi sanki, düsüncelerimin hizina yetisemedim, irdeleyemeyecek kadar hizlica geçti her sey aklimdan ve kalbimden. O kadar duygulandim ki, anlattiginiz her seyi o kadar iyi hissedebiliyorum ki. Siz O’nu arayip, belki negatif bazi ortamlarda, durumlarda bulunup, orda (belki her seyin içindeki o mutlak iyi olan özde oldugu için) bulmussunuz, bense O’nu bulmusken, hayatim boyunca küçük bir çocukken bile, benimle oldugunu, belki annem babam gibi sevgisini, kouyuculugunu, varligini hissederken kaybettim. Nasil kaybettim, ne buna sebep oldu bilmiyorum, çünkü iyi bir insandim onu kaybettigimde, bunu objektif olarak söylüyorum. Öyle dogal, öyle kendiliginden bir mutluluk halinde, neseli, sefkat dolu, hosgörülü, huzur veren, insani hafiflestiren, hayat dolu bir insandim ki, moda oldugu için degil, beseri ask tan sonra bir sekilde onu buldugum için sevgiyle bakabiliyordum her seye, en kötü insanin bile içindeki o iyi olmak isterken korkuyla kendini savunmanin yarattigi kötülügü, aslinda bunun arkasindaki çocukça masumiyeti görebiliyordum gerçekten, hos görebiliyordum bu yüzden, kalbimden sevgi, huzur yayiliyordu sanki bulundugum ortama hiçbir sey yapmasam da. Sonra onu kaybettim bu nasil oldu neden oldu bilmiyorum. Hak etmedigim seyler yasadim en ufak bir kötülük yapmadigim, her seferinde iyilikle yaklastigim insanlar bana zarar verdi, en sevdigim en güvendigim insan bile. Belki de dengeyi bulabilmem için böyle oldu, belki de sadece en sevdigim ögretebilecegi için, hatirlatabilecegi için dünyada oldugumuzu. Simdi onu nasil bulmam gerektigini bilmiyorum, kalbimde o duyguyu yeniden hissetmek istiyorum, bunlarin sonrasinda isyan ettim ilk defa, adalet yok dedim, ben kötü hiçbir sey yapmadim eger sen olsaydin, sevgi olsaydi böyle olmazdi dedim. Tam tersine acim uzaklastirdi beni ondan, öfke, nefret insanlardan uzaklasma olarak çikti disari. Sevgisinin var oldugunu biliyorum, O’nun sevgi oldugunu ama dogrunun be oldugunu bilmiyorum artik, iyi olmak dogru olan degil miydi diyorum, sadece onu bulmak istiyorum yeniden. Onu bulmak için bir yol varsa bana gösterebileceginiz bilmek istiyorum.

“Büyük ve digerlerinin gözünde saygi kazanmama neden olacak bir hiz ve saglamlikta ilerlesem de, çok gerilerden basladigim için hala birçok ögrencimden gerideyim.”
Ve bu söylediginize katilmiyorum çünkü niyet o kadar önemli ki, (Ögrencilerimin çogu, iyilikleri ile benim ögretmenlerimdirler.) bu sözünüz her seyi açikliyor zaten, ona duydugunuz özlem ve sevgiyi sanki ben de hissedebiliyorum, ne kadar geriden baslarsaniz baslayin, O’na ait olma ihtiyacini ve ait oldugunu bilmenin verdigi huzur ve sükür duygusunu hissedebiliyorum, kalbinizin iyi oldugunu hissedebiliyorum ve bu PE saf iyi niyet bence, iyi niyette olmak istemek ve bunu sizde hissediyorum, tabii bunu söylemek baba düsmez ama sadece hissettigimi söylüyorum.

Son olarak Satanizm vs. herhangi bir ilgim ya da katilimim yok ama O’nu kaybetmemle özellikle obsesif düsünceler, farkinda oldugum ama engelleyemedigim süpheler, ihtimali çok düsük seylerin gereksiz kaygisi, insanlardan soguma ve yapayliklarini, bencilliklerini görme, bunun gözüme batmasi, yikanmak istememek(titiz bir insan oldugum halde) yük gibi gelmesi, ertelemek. Satanik vibrasyonlar beyne(sizin tabirinizle) istemdisi akabilir mi ve bunun için ne yapmaliyim?

Bilmiyorum çok uzun oldu, sizi sikmak istemem ama okur okumaz beynime hücum eden seyleri keske hissettirebilseydim. Paylastiginiz her sey, bilginiz, açtiginiz pencereler ve nezaketiniz için çok çok tesekkürler, beni çok duygulandirdiniz, iyi ki varsiniz, sevgiler.

YANIT

Önce şuradan başlayalım:
“Sonra onu kaybettim bu nasil oldu neden oldu bilmiyorum.”
Pozitif davrandığınız sürece ASLA kontak kopmaz. Bu işin gerisinde sevgi, iman gibi soyut kavramlar değil, fizik yasalar vardır. Ayrıca Tanrı, sorunlardan korunmak adına sığınılacak bir yer değildir. Tanrı, sorunları aşarak ulaşılacak bir yerdir. Dahası; iyilik, sürekli vermek demek hiç değildir.

Yaratıcıya (ya da birçok parçacık fizikçisinin bile artık varlığından kuşkulandığı) derinlerdeki niteliği çözülemeyen1 pozitif kuantum ortamına ulaşmak adına ilerlerken bir anlamda yalnızısınız. Ancak atılan her adımda, adımın (dalga boyunun) genliği kadar senkronizasyon olacağı için sürekli destek alacağınız da bir gerçektir.

“insandim onu kaybettigimde, bunu objektif olarak söylüyorum. Öyle dogal, öyle kendiliginden bir mutluluk halinde, neseli, sefkat dolu, hosgörülü, huzur veren, insani hafiflestiren, hayat dolu bir insandim ki, moda oldugu için degil, beseri ask tan sonra bir sekilde onu buldugum için sevgiyle bakabiliyordum her seye”
“yasadim en ufak bir kötülük yapmadigim, her seferinde iyilikle yaklastigim insanlar bana zarar verdi, en sevdigim en güvendigim insan bile.”

Pozitif davranmak (PE celbi) kimi zaman hatalı şekilde yorumlanabilmektedir: İyiliğin PE celp ettiği teorinin temelidir; ancak iyilik (hatta iman) da aşırıya kaçabilir. Aşırı olan nerdeyse her şey dengenin yitirilmiş olması manasına geldiği için zarar verir; çünkü öncel evren (yaratıcının ortamı/kendi olan cennet) frekansı değildir. Öncel evren, ayrılmış ZITLIKLARIN bütünlüğü ortamı olduğu için, orada her şey dengededir. Bu yüzden tanrı sevgisinde de denge PE celp eder, tanrı ile kontak sağlar.

PE, imanlı kişilerden çok, yaşamın içinde aktif şekilde var olarak başarılı işler yapmış, ama bunları ZEVK ALARAK YAPMIŞ kişilerde görülmektedir; çünkü bu yaşamdaki ana amaç tapınmak değil, ilerlemektir. Makroda bedenlenmemize neden olan defektlerden ancak ilerlenerek kurtulmak mümkündür; aşılması gerekli sorunlar hep ilerdedir. Yaşam, olduğunuz yerde tanrıya sığınarak durulacak bir yer olarak algılanmamalı; tek tek aşılması gereken manialı bir pist olarak görülmelidir. Tanrı ile mutlak kontak sadece pistin sonuna varanların (engelleri geçenlerin, engelleri geçerek arınanların, tanrı ile senkronize olunacak frekansa gelenlerin) ayrıcalığıdır. Bu insanlar, yaşarken de artık sorunlarla minimum düzeyinde karşılaşırlar. Sorunlar, cezalandırarak öğreten, katı öğretmen olan bir tanrı tarafından gönderilen dersler değil, hatalı beyin elektriği ile çektiğimiz enerjilerin BİZİ TANRIDAN (ya da pozitif alanlardan) KOPARMASI yüzünden yüzleşilen alanlar, ortamlardır. Çağdaş eğitim sisteminde cezalandırma yönteminin başarıyı azalttığı bilinir. Bu -insanoğlu tarafından bile kavranmış- gerçek, onu yaratan tarafından bilinmemekte midir?

Sizin anlattıklarınıza bu bilgiler bazında bakınca belki de pozitif olmayı yanlış değerlendirdiğiniz düşünülebilir. PE, kimi zaman, sanılandan çok daha nadiren olsa da, KARŞI KOYMAYI da gerektirebilir. Bir tokat yenince ne hemen “diğer yanağı çevirmek”, ne de “kaçmak” diye kural koymak hatalıdır. PE sahibi kişi tokat yiyince sinirlenmemeyi başararak, soğukkanlılıkla ortamı ve ortamın gelişme nedenlerini inceler, en doğru kararı verir. Doğru karar diğer yanağı çevirmek de, kaçmak da olabilir… ama doğru karar kimi zaman bir tokat atmaktır. Sizin ruh durumunuzdaki kişiler genelde bu üçüncü seçeneği göz ardı etme eğilimdedirler. Bu yüzden yaşadığınız olaylar size tanrı ile kontağın kurulabilmesi için bu defektinizi aşmanız gerektiğini anlatmakta olabilirler.

Çok uzun yıllar önce yaşanan bir olayı kısaca aktarayım. Bu olay, ünlü bir korku romanı yazarının romanına konu olmuştur. Amerika, New Age’de büyük NE saldırısı altında kalır. (Bunu celp eden hazretlerin kendileridir bize göre.) Beyaz büyücüler toplanırlar ve saldırıyı gidermek adına bir ritüel düzenlerler, ancak bu ritüelde en pozitif enerjili kimseye gerek vardır. Doğal olarak aday kimseler beyaz büyü coven ve sectlerinin liderlerdir. Pozitif kişinin seçimi adına deneyler yapılır, saldıran varlıkların (bize göre alanların) aday kişilerde yarattığı tahribat ölçülür, aranan adamın onlardan biri olmadığı anlaşılır… çünkü liderler darbe almaktadırlar (yani kötülüğün gücünü yenememektedirler). Ardından “PE-yoğun kişi” din adamları arasında aranır… yine bulunamaz. Sonunda -kısa kesiyorum- rastlantı sonucu söz konusu varlıkların bir kişiye etki edemediği ortaya çıkar. Bu kişi New Jersey polis teşkilatında bir müfettiştir. Negatif etkiler bu adama hasar vermemektedir. Adamla kontak kurulur, durum anlatılır, polis anlatılanlara doğal olarak inanmaz ve ona söylenenlerin yanlış olduğunu kanıtlamak için şöyle der: “Ben sürekli içerim, bir sürü kızla olurum, karım beni terk etti… ben nasıl iyi olurum?” Oysa aynı adam çocuklarını vesayetine almış, yaşadığı zorlukları onlara hissettirmeden çok iyi bir baba olmayı başarmış biridir. Kendisi, zor durumdaki arkadaşları adına nöbete kalması ve (bazı suçlular dahil) bir sürü kişinin yardımına koşması ile tanınmaktadır. Sonunda adam inandırılır ve saldırı engellenir.

Olay gerçek midir? Artık emin değilim; ama söz konusu olay, hızlı okültist olduğum zamanlarda beni çok etkilemişti. Şimdi bazı noktalara kuşku ile baksam da, o komiserin gerçekten PE celp eden bir model olduğuna inanmaktayım.

“Belki de dengeyi bulabilmem için böyle oldu,”
Olabilir. 🙂

“kalbimde o duyguyu yeniden hissetmek istiyorum, bunlarin sonrasinda isyan ettim ilk defa,”
Bu cümleniz, “size zevk veren bir durumu yitirdiğinizde tepki vermek” anlamına geldiği için PE ile ilgisi fazla yoktur. Sabır adlı “sonuçların var olması adına bekleme becerisi” büyük bir PE celp edicidir.

“ben kötü hiçbir sey yapmadim eger sen olsaydin, sevgi olsaydi böyle olmazdi dedim.”
Biz sistemimizde sevgiye -salt sevgiye yönelerek bu hatalara düşülebileceği için- fazla sıcak bakmıyoruz. Sevgi, aşk gibi bir ödüldür. Fazla aramak, ona fazla dayanmak, yolu kaybetmeye neden olabilir. Gerçek iman, ya da sevgi sahibi kimse (yanlış anlamayın sizde gerçek iman/sevgi yok demek istemiyorum), yani beyninde PE olan kimse, olumsuz olaylarla karşılaşınca istediğini inatla elde etme eğilimini terk eder, diğerlerini suçlamayı aşar ve öncelikle “Ben bir yerde hata mı yaptım?” (daha doğrusu: “Hangi davranışımla kontağı koparttım?”) diye sorar. Diğerlerini suçlamak, soruna neden olan kişisel hataları ıskalamak anlamına gelir.

PE celbinin ana kuralı her şeye sevgi duymak DEĞİL, olabildiğince rahat olmaktır. Rahatlık adlı beyin frekansı, kime sevgi duyulacağını, kimden sakınılması gerektiğini fısıldar. İkinci kural ise yaşamaktan (kirlenmekten, hata yapmaktan) çekinmemektir. Dikkatlice denemek, PEye (yani hatalardan arınmaya, tanrı ile kontağa) götüren en iyi öğretmendir. Mutlak sevgi dolu ortamda yaşamak şeklinde nitelenen model kimi zaman atıllık taşıyabilir.

Yaşamaya başlamanın (NEden arınmanın) önemli adımlarından biri İSTENMEYEN işleri yapmaktır genelde. Bu işler kişiye özeldir ve birinin yapması gereken istenmeyen işi, diğerinkinin 180 derece zıttı olduğu için arkadaşa dert anlatmak, akıl vermek/almak, kendine iyi geleni çözüm olarak aktarmak, ya da arkadaşın “kendine iyi gelen” olduğu için önerdiklerini üstlenmek hatalı eylemlerdir. Bilgi, sezgidedir. PE ise o sezgi aracılığı ile çözümü fısıldar.

“iyi olmak dogru olan degil miydi diyorum, sadece onu bulmak istiyorum yeniden.”
Size “Elinden şekeri alınmış çocuk tepkisi veriyorsunuz” desem kırar mıyım?

“Onu bulmak için bir yol varsa bana gösterebileceginiz bilmek istiyorum.
Tanrısal esin, yani yaratıcının (ya da kuantum ortamının derinlerdeki olduğu varsayılan pozitif kuantum ortamlarının) alanları ile senkronizasyon, en mükemmel şekilde “AŞIRI iyi” değil, dengeli ve sakin kişilerin elde edebileceği bir durumdur diyeyim. Denge, kimi kişilere frene basmak, kimilerine ise -aracı biraz gazlayarak kullanmakla- kıvraklık/agilite elde etme çabası ile gelir. Size önerebileceğim şey değişmenizdir.

“ne kadar geriden baslarsaniz baslayin, O’na ait olma ihtiyacini ve ait oldugunu bilmenin verdigi huzur ve sükür duygusunu hissedebiliyorum,”
Bu yaklaşım doğru olmayabilir. “Tanrıya ait olmak” cümlesinin gerisindeki duygu yoğunluğu pozitif bir yapı içermeyebilir. Mutlak şekilde huzur aramak, şükretmeyi abartmak gibi yaklaşımlar DA kontağı kopartabilir. Huzur, PEnin TEK BİR nüansıdır ve mutluluk gibi gelip geçici OLMALIDIR. Bu gibi kavramalara aşırı bağlayan teoriler, kişinin ilerleme arzusunu köreltmekten başka, ilerlemenin gerekliliğini hasıraltı ettiği için tehlikelidirler. Ayrıca aranılanın (kalıcı mutluluk ve huzurun) bulunamaması ile tanrısal esinin var olmadığı sonucuna yönlendirebilirler.

“insanlardan soguma ve yapayliklarini, bencilliklerini görme, bunun gözüme batmasi,”
İnsanlar kesinlikle ne yapay, ne de bencildir. Öncelikle “insanlar” diye sizden ayrı bir ırk, bir yapı yoktur. Siz, ben ve insanlar tek bir oluşumuz ve ORTAK (en azından benzer) bir kaderi paylaşıyoruz. Yapaylık ve bencillik olarak izlenen hatalar, sadece hepimizin zaman zaman düştüğü yanılgılar, hatalı öğretilerin yönlendirmesi ile uygulanan hayatta kalma metotlarının sonuçlarıdır.

Size insanları (diğerlerini) sevin demiyorum, size insanları anlayın diyorum. DAVRANIŞLARIN GERÇEK NEDENİNİ GÖRMEK, hataların ortak nedenlerinin DE korku olduğunu anlamanızı ve hoşgörü duymanızı sağlayacak olabilir.

Ayrıca insanlar iyi mi kötü mü, neden böyle davranıyorlar diye kafa yormak da pek verimli bir iş değildir. Küçük sorunları, yenilen küçük kazıkları, duyulan yalanları KAFAYA TAKMAMAK ataerkinin yok ettiği muhteşem bir kurtarıcıdır.

“yikanmak istememek(titiz bir insan oldugum halde) yük gibi gelmesi”
İşte bu gerçek bir tehlike… Somut bir belirti… “Depresyon”, ya da “hijyen” gibi içeriği de, adı da, alafortanfoni olan bir şey değil. 😉 Size söyleyebileceğim şey şu: Yıkanın!

Yıkanmaya yönelik büyük ölçüde isteksizliğiniz varsa su ile sıkça temas etmeye çalışın. Suyun sadece yaşam kaynağı değil, gerçekliği var eden önemli argümanlardan biri olduğu tartışılmakta.2 Bu raporları biz şöyle değerlendiriyoruz: PEnin beyindeki solitonları beyin suyu ile var olmaktadır.

Duşa giremiyorsanız sık sık ellerinizi musluk altına sokun. Giderek yüzünüzü yıkayın (güzel bir makyajınız varsa, sadece akşamları yıkayın; güzel bir makyajla gezmek, yüzü suya sokmak kadar PE celp eder;) ). Zamanla dirseğe kadar sokun. Giderek boynunuzu ıslatmaya atlayın. Her akşam bu ritüeli yaparak yatın; uyku diğer aleme kısa turdur. Hazırlık çıkın yolculuğa.

“Satanik vibrasyonlar beyne(sizin tabirinizle) istemdisi akabilir mi ve bunun için ne yapmaliyim?”
KESİNLİKLE, KESİNLİKLE, KESİNLİKLE, KESİNLİKLE akmaz, sadece davet ile gelir. PE gibi, rahat edince kendi kendine (“şıp diye”) celp olmak gibi bir erki yoktur. (Bir diğer deyişle PE ile senkronizasyonun kolaylığı gibi bir ortam NEde bulunmaz. NE ile kontak zordur; çünkü doğal değildir. Bu durum kolayca gerçekleşmediği için, zorla var etmek adına, bir kültür yaratılmıştır. Şöyle bir örnek vereyim: PE ile kontak, neşe içinde zıplaya zıplaya yürümeye başlayınca; NE ile kontak, tek ayak üzerinde zıplayarak yürüyünce var olur. Tek ayak ile zıplansın diye kültür aracılığı ile en doğrusunun bu olduğuna insanlar inandırılmaktadır.) Masum insanlara saldıran cinler, bir ataerkil yalandır. (Bu düşünceyi canlı tutan romanların yazarları, filmlerin yapımcıları, senaristleri, hatta aktör ve aktristleri de NE celbi tehlikesi altındadırlar.)

“kalbinizin iyi oldugunu hissedebiliyorum ve bu PE saf iyi niyet bence, iyi niyette olmak istemek ve bunu sizde hissediyorum,”
Doğrusu; çok iyi bir insan olduğumu düşünmüyorum. Daha çok yukarıda söz ettiğim komiser gibi biriyim belki de. Yaşama cinsellik aspektinden bakarım. Sosyal biri olmadığım gibi, kendine dönük bir yanım var. Ancak bir yandan da ciddi özverilerle bebeğime (kocaman köpeğime) bakarım.3

Zaten bizim sistemde diğerlerinden iyi olmak gibi bir şey pek yoktur. Önemli olan ideali yakalamak değil, kişilik sınırları içinde ilerlemektir. Bu yüzden birinin bir adımı, diğerinin beş adımından daha fazla PE celp edecek olabilir. Üç aşağı-beş yukarı hepimiz, her bir insan, BENZER ve ortak bir yaşamı sürmekteyiz inanın. Üstünlüklerimiz, SADECE ehil olduğumuz konularla sınırlı. Her birimiz bir konuda diğerlerinden daha iyi olsak da, uzaktan tümümüze bakılabilse, hepimizin tek bir hamurun bubbleları olduğumuz görülebilir.

Ancak haklısınız, yoğun bir iyi niyetim, karşı koyamadığım bir anlatma isteğim, tepki şeklinde yardım etmek arzum var. Bu iyi niyet parasal kazancımıza hayli darbe atmakta… 😀 Ama somut kazancımız düşse de, keyfimiz yerinde… Zaten hep böyle olur ve buna Müslümanlıkta “bereket” adı verilir. Yani meta az olsa da BİTMEZ! Paganizmde seks ile yapılan bahar ritüellerinin de amacı sadece berekettir. Yakın Doğu’da Yahudiler tarafından toprak bulmak adına saldırılan, ama yıllarca ele geçirilemeyen uygar ülkelerin şeytan olarak ilan edilen tanrıları bereket tanrılarıdır. Festivallerde, ritlerde seks, paganistler azgın kişiler oldukları için değil, seksin bereket getireceğine inanıldığı için yapılır. Yeni bir can, sadece seks ile var olmaktadır ne de olsa… 😉

“Uzun oldu biliyorum, isterseniz kesebilirsiniz,”
İlke olarak sorucu istemedikçe (ve tek bir konu dışında) metin kesmiyoruz.

Beni bu yoğunlukla okuduğunuz için de kalbi teşekkürler ediyorum. Size çok güzel bir hamur verilmiş, ama hamuru biraz fazla süre ve aşırı ısıda beklettiğiniz için aşırı kabarmış olabilir… Bence gecikmeden yoğurmaya ve lezzetli pizzalar böreklere pişirmeye başlayın. Mutfakta biraz yorulun.

Sizinki gibi yoğun güzelliklerle dolu kalpler zaman zaman makroyu aşırı zorlu bulup ürkekçe kenarda durmaya da başlayabilirler. Oysa sorunları halledici olan ve ihtiyaç duydukları gerçek güç, onların kalplerindedir.

Bilgi ise mabetlerden çok, eğlence ortamlarında elde edilebilir; çünkü eğlence ortamı adı verilen yerler yaşamın nabız atışının bulunduğu yerlerdir ve makrokozmos varlığı iseniz YAŞAMAKTAN başka da okul yoktur.

Kendi içinizdeki değeri bulmak adına, haydi, doğru geceye… aman pardon, hayata akmaya…;-)

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Bkz. Sir Roger Penrose’un Planck düzeyine embed olan Platonik ve non-computable kuantum prosesleri.

[2]

 

Beyindeki su (su molekülleri) ve bilinç üzerindeki rolü (aralarındaki pozitif ilişki) adına Kunio Yasue ve Hiroomo Umezawa’nın teorilerini okuyabilirsiniz. (Bkz. Quantum Brain Dynamics)

[3]

 

Özverileri bir anlatayım mı? Tasmasız gezer. (Yani boynundan ya da bedeninden çekerek hareket özgürlüğüne asla engel olmamışımdır.) Bu yoğunluğumda her gün bir saat uzun yürüyüşler yapar. (O önde gider, ben onu izlerim. 🙂 ) Diğer sahipsiz köpeklerle arkadaşlığına, istediği kadar kirlenmesine (çamurlu su birikintilerine kendini atmasına) izni vardır. (Hava yağmurlu ise dönüşümüzde ofis batar.) Dar gelirli olsam da en pahalı mamaları yer, ama doğal (kasaplardan alınan şeyler) gıdaları da eksik olmaz. “İkindide” (bizim zamanın öğleden sonrası) bir sigara molası için ofis dışına çıktığımda kemik yeme seansı vardır (bina çevresi buna uygun). Yatakta laptopla çalışırken uyanırsa (yalnızsam daima yanımda yatar) ve bir şey okumuyor, ama yazıyorsam yanarım; çünkü tek patisini -tıpkı bir partnerin uyanıp elini uzatması gibi- elimin üzerine koyar… Artık patisini tutup klavyeyi tek elle tuşlamaktan başka yapabileceğim yoktur.

Aslında bunlar özveri değil, yapılması gerekli davranışlardır; çünkü sevgi adlı kavramı kullanarak kimsenin (ister kuş olsun, ister kedi, ister sevgili olsun, ister evlat) bir diğer canlıyı tutsak etmeye, onun yaşam gerçeklerini kendininkine 1/1 uydurmaya kalkmaya hakkı yoktur. Bunu yapanın duyduğu sevgi değil, en hasından bencilliktir. “Ben yaparım, sana ne?”, ya da “Ben yaptım oldu!” diyenler (hatta yaptıklarının hatasını fark etmeyenler), NEnin alasını envoke etmektedirler. Bu hazretlerin bambaşka konularda yüzleştikleri ve aşamadıkları sorunlar için Allah’a, Ana Tanrıça’ya, kadere, feleğe, kahpeye, hayata, anaya/babaya düz gittiklerini de biliyorum. 😀

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Bedensiz varliklar (cinler) ne kadar güçlü olabilir?

Janus merhaba, yaygin ismiyle cin diye tabi edilen varliklarin insan karsisindaki gücünün kistasini açiklayabilir misin? Gerçekten rivayet edildigi ve büyü kitaplarinda yazildigi gibi insanlari helak edebilirler mi zira cinci hocalarin kuyu diplerinde öldürülmüs olarak bulunmasi da gerçekten çok ünlüdür, bedensel olarak güçsüz olsalar da kursun gibi delici özellikleri mi var? Birkaç kabileyle gerçekten yakin irtibatim var, bu yüzden söylentiler beni gerçekten endiselendiriyor. Henüz çok genç olmamdan ötürü de tecrübesiz sayilirim.

YANIT

Korkarım ki okültizm anlayışımız birbirinden hayli farklı. Sizin inançlarınıza ve irtibatınızın olduğunu söylediğiniz konulara saygılıyız (herkes rahat bırakılırsa kendine neyin iyi geleceğini sezecek yetenektedir); ancak bana bir soru yönettiğinize göre, sizinle çelişecek olsam da, bildiklerimi yansıtmam gerek.

Bir konu hakkında kesin sayılabilecek kanı sahibi olmak adına olabildiğince çok SOMUT veri elde etmek gereklidir. Ancak büyü kitaplarının, şayiaların, sinema filmlerinin ve romanların somut veriler olduğunu öne sürmek hayli zordur. Somut veri genelde bilimsel ortamda elde edilir. İyi haber odur ki, standart bilimi aşmakta olan modern bilim verileri ile nice okült düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı belli sınırlar içinde olsa da saptanabilmektedir.

Modern bilim olarak ifade ettiğim bilim dallarının bize göre en önemlileri nörobilim (Newton fiziğine bağlı kalmayan nörobilim), kozmoloji ve kuantum mekaniğidir. Kuantum mekaniğinin en dikkat çekici konuları ise QFT, ETC ve QM’dır. Bu teorilere göre bilinç (ezoterik ve mistik anlayışa göre ruh), beyinde nöronların yarattığı EM alanların kuantum reaksiyonlarıdır. Adı geçen alanların radyasyonları, diğer farklı alanları eksite ederler, ya da farklı radyasyonlardan eksite olurlar. Bu sistem ile sadece evren yaratılmakla kalmaz; adına cin, spirit, antite, tanrı (majikal anlamda), varlık diyebileceğiniz bir dolu unsur var edilebilir. SİZİN beyninizle kontak sonucu bunlar giderek canlanır, hatta bilinç kazanırlar. Onlar, aslında makrokozmos değil, mikrokozmos gerçekliklerinin ürünü (yani mikro varlığı) oldukları için eylem kapasiteleri sizinkinden fazladır. Ancak dikkat edin: Sizin beyninizin fotonları tarafından eksite edilerek biçimlendirildikleri (yeniden meydana geldikleri) için, eylem skalaları sizden geniş olsa da, bilgi birikimleri sizin beyninizin kapasitesi ile sınırlıdır.

Söz konusu varlıklar kendi kendine de (yani bir majisyenin bilinçli eylemi/çalışması olmadan da), ama aynı fizik kanun gereği, yani senkronizasyon ve rezonans ile meydana gelebilirler: Örneğin korku adlı duygu anaerkil ezoterizme göre bir duygu değil, bir varlık, bir yapıdır. Ezoterik bakış açısına göre varlıklar alan olduklarına göre, bir alandır. Bu yüzden korku duyduğunuz anda o negatif alanın radyasyonu ile kontağa girmiş olduğunuz düşünülebilir. Söz konusu olumsuz senkronizasyon beyinde hangi tür neural pathway’ler (alanlar diyelim) varsa, o doğrultuda, ya da o şablona göre sonuçlar yaratır. Diyelim can sıkıntınızı gidermek adına pis bir film izleme hatasına düşmüş, beyninizde cin korkusu adı verilecek bir kalıp yaratmışsanız; kontakta olduğunuz alan o kalıbı aktive eder, bir diğer deyişle o şablona uygun sonuçlar var eder.

Benzer sonuç, inanç ile de yaratılır. İnanç, beyindeki nöronlar arasında bağlantı olmadığında bile onları bir arada çaktırıp volüm transmisyonu yaptırabilir. Bu yüzden inanç ile var olan şablonlar da kontakta olunan pozitif ya da negatif alanın radyasyonunun dalga boyuna uygun inanç maplerini aktive edecektir.

Cinlerin güçleri ne kadardır?

Sizin beyninizdeki inanç kadar…

Genç, deneyimsiz ya da heyecan dolu okülist adayları gizemli, biraz tehlikeli, büyük kazanımlar sağlayabilecek varlıklarla kontağın peşindirler (sanki ben değil miydim?). BU yapıdaki genç arkadaşların hoşuna gitmeyeceğine emin olsam da, pratik yönden yukarıdaki (onların inanç ile var oldukları hakkındaki) sözleri kanıtlayayım: Cinlerin bilim adalarına “musallat oldukları”, ölüm ötesi deneyler yapan doktorların, idam emirleri veren hakimlerin evinde poltergeist olaylar yaşandığı, ya da seri katillerin öldürdükleri insanların ruhlarının saldırısına uğradığı -Hollywood palavraları dışında- duyulmuş şey değildir… çünkü adı geçen kişiler bu konulara inançsızdırlar. Anılan konulara inanç yaratacak beyin elektrikleri olmadığı için söz konusu meslekleri seçmekte, eylemleri ifa etmektedirler.

Ancak makrokozmosta objektif (reel) sonuçlar yaratabilecek, bu yüzden “varlıklar” denilebilecek, elementer parçacıklar (belki bozonlar) vardır. LHD’de her ay onların bir dolu yenisi keşfedilmektedir. (Maji, bunlar ile iradi senkronizasyon ile ilgilidir.) Bu “cin embriyonları” sürekli rahatsız edilmekte, yani birbirleri ile ışık hızına yakın hızda çarpıştırılmaktadır. Ancak söz edilen eylemleri gerçekleştiren, cin adayları ile bu denli içli dışlı olan parçacık fizikçilerinin hayatında tek bir açıklanamaz olay gerçekleşmez. Onların beyni, sübjektif değil, objektif konulara odaklı olduğu için “güvendedirler”. 😉 Diyelim; LHD’da görev yapan bir grup parçacık fizikçisi, bir grup kara büyücü tarafından mezarlıklarda kuru kafalardan içki içerek cin davetlerinin yapıldığı bir ritüele davet edildiler. (Eski bir arkadaşım olan ünlü bir büyücünün yaptığı bir şeydir bu 🙂 ), ola ki ritüelde bir cin var edildi ve bu cin rit katılımcılarına saldırmaya karar verdi. Parçacık fizikçileri çevrelerindeki büyücülerin, korkunç saldırı ile yerlere yeksan oluşuna şaşkınlıkla bakıp, ne olduğunu anlamak adına notlar alacak, evlerine güven içinde döndükten sonra işin (lanetin:) “sırrını” anlamak adına fizik formüllere baş vuracaklardır.

Hiçbir EM alan, sizin izniniz olmadıkça (yani beyninizin alan dalga boyu ile aynı frekansta olmadıkça) sizi etkileyemez. Vampirlerin sadece davet edildikleri evlere girebildiği mitinin kaynağı bu gerçektir.

Şimdi olayı izninizle cinlerden farklı boyuta taşıyayım: Okültizme olan yatkınlık -bu bir kural olmasa da- genelde ilk başta “haybeden” güç kazanma arzusu ile doğar. Kişinin gizemi (açık/vazıh olmayanı) çekici bulmak benzeri bir eğilimi de varsa oküitizm konusu ona eğlenceli bir çıkış yolu olarak görünür.

Güç elde etme arzusunun gerisinde kimi zaman ise acıdan (yaşam içinde alınan darbelerden) sakınma dürtüsü vardır.

Oysa “güç” adı verilen ve özünde diğerlerinin üstüne çıkmayı planlayan ataerkil unsur, acıdan kaçma değil, acı yaratmaya planlı bir kavramdır. Yani okült bilgiler ile elde edilmesi düşlenen durumların çoğu genelde asıl hedefi ıskalamanın başarılı bir yoludur. Bu yüzden okiltizm, kaynağı/içeriği/değeri belirsiz ve kuşkulu belgelere ulaşmaya çabalamakla değil, pozitif bir yönlendirici yönetiminde (örneğin bu sayfadaki yanıtları izlemek ile) öğrenilirse keyif, eğlence, başarı yaratabilecektir. Okültizm, ataerkil kavramların yönetimindeki beyinlere dikkatli olunmazsa zarar verebilir. Bu uyarı çok eskilerden beri “Sorcerer’s Apprentice” kavramı olarak Beyaz Büyü dünyasında yer almıştır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Antidepresanlar Hakkinda Ne Düsünüyorsunuz?

Selam Janus ben bugün bir çok kisiyi ilgilendiren bir konu hakkinda soru sormak istiyorum. Bir çok kisinin kullandigi antidepresanlar hakkinda ne düsünüyorsun zararli mi faydali mi fikrin nedir? Simdiden tesekkür ederim.

YANIT

Yanıtıma geçmeden bazı insanların “ruh hastası” ya da “kişilik bozukluğu olan kimse” şeklinde ifade edilmesi hakkındaki kişisel düşüncelerimi söyleyeyim; bundan sonra anti-depresanlar bildiklerimi aktarayım. Kişisel düşüncelerim köşeli parantezin içindedir ve dileyen bu bölümü parantezin kapanma noktasına dek atlayabilir.

[Psikoloji “ruh hastalıklarının tedavi yöntemi” olarak tanıtıldı; ama aynı disiplin, “ruh” diye bir şeyin varlığına inanmıyordu.

Giderek bu değim terk edildi, söz konusu durumlar “kişilik bozukluğu” olarak adlandırılır oldu.

Hiçbir insan ise bir kişinin (her ne uzmanı olursa olsun) diğerine “senin kişiliğin bozuk” demesinin, karşısındakini böyle görmesinin, böyle görmeyi olağan kabul etmesinin baştan hatalı bir tutum olduğunu ve de bu bakış açısının tehlikesini fark edemedi. Geçici sıkıntılar yaşayan insanları “kişiliğin bozuk” kanırtması ile bir yandan da çaktırmadan “hasta” ilan etmenin yaratacağı sonuçlar göz ardı edildi.

Çok yeni bilim dalları olan ve kuantum mekaniğinin çözdüğü bilimsel düğümler sonrası ortaya çıkan ETC, QM benzeri bilim dalları bilinci psikoloji adlı disiplinin kabul ettiğinden çok farklı şekilde görmektedirler. Psikolojinin -deneysel kanıtı olmayan- “bilinç, nöronların çakışı ile oluşur” determinist yaklaşımının hatalı olduğunda ısrar etmekte ve bilinç hakkında yepyeni kanıtlar getirmektedirler. Eğer bu bilim insanları yanılmıyorlarsa, antidepresan kullanıcılarının kimyasalları boşu boşuna yuttukları ile kalacakları açıktır.

Bilinç, ne olduğu bilim tarafından çözülememiş bir şeydir.
Ne olduğu bilinmeyen bir şey üzerinde, “tedavi” adı altında, uygulamalar yapmak doğru olabilir mi?

Ayrıca bilinç, somut bir gerçeklik değildir ki hastalansın? (Uzay-zamanda yeri olmayan EM alan hasta olabilir mi?) Sübjektif olan bir şeyin, hastalanabileceği ya da bozuk olduğu nasıl düşünülebilir? Sübjektif bir ortamın sorunları, makrokozmos (madde, çökmüş dalga fonkisyonu) ortamı sorunu olan “hastalık” kapsamında algılanabilir mi? Böyle algılanması ile sorunlar giderilebilir mi?

Bu “tedavilerin” bir diğer tehlikesi ise HER İNSANIN DOĞUŞTAN SAHİP OLDUĞU (tıpkı yaraların kapanması, antikorların virüslere karşı gün içinde verdiği onlarca savaşı kazanmaları benzeri) “kendi kendini iyileştirme” mekanizmasını yok etmeleri ve “insanların öncel olarak ilaç ile tedavi edilebilecekleri” hakkındaki çağdaş(!) bilgiyi sübjektif ortamlar söz konusu olduğunda bile beyne yerleştirmelerdir.

Tüm bu tutumlar herşeyi madde ortamı ile sınırlı görme (bu nedenle de söz konusu görüş ile çözüm arama) eğilimindeki -bence- hatalı düşünce tarzlarıdır.
]

Önce nöromodülatör diyelim…

Nöromodülatörler (NM), nörotransmiterlerin (NT) alt grubudur. Beyindeki nöronlarca meydana getirilen elektriğin, nöronlar arası boşluk diyebileceğimiz sinapsı geçmelerine neden olan bu kimyasallardır. NMler -kabaca- kişiyi iyi hissettiren kimyasallardır, volüm transmisyonu (buna basitçe “çoklu salgılanma” diyelim) yapmaktadırlar. Serotonin ve Dopamin bunların içinde en ünlüleridir. Antidepresanlar (AD), serotonin ve bir diğer NM olan noradrenaline yıkımını engeller, yani bunların olağan hallerinden daha fazla süre aktif kalmalarına neden olurlar. (Görevini doğal yolla ifa etmiş NMlerin, doğal şekilde nöronlara gerisin geriye absorbe edilmesini engellerler.)

Bilim dünyasında ADların yararlı olup olmadığı hakkında geniş bir tartışma vardır. Kimileri kurtarıcı, kimileri intihara bile neden olacak düşmanlar olduklarını savunmaktadırlar. Dahası, ADların etkinin sadece placebo olduğu bile bazı bilim adamlarınca öne sürülmektedir.

Bu konuda tepki görüşleri hakkında bilgi almak adına Professor Peter C. Gøtzsche’nin1 raporları okunabilir. Onun görüşlerini yansıtan bir cümlesini ekleyeyim: “’Bir psikiyatrik hastalığın beyin hasarına neden olduğunu gösteren hiçbir ikna edici kanıt görmedim, ancak ilacın beyin hasarına neden olduğunu çok fazla gördüm.”

Bazı araştırmalar ise hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin2
ADların nöronlar arsındaki bağlantıları küçülttüğünü, ilaç bırakılınca bunları yeniden büyümediğini ortaya çıkartmıştır.3

Ayrıca ADların bazı kişilerde libido azalmasına neden olduğu izlenmektedir.

Aslında ADların çok büyük bir yararı olmuştur insanlığa; çünkü terapinin işe yarar bir şey olmadığını ortaya çıkartmıştır. 🙂 Kendinize sorun: “Terapi bir tedavi şekli olsa, antidepresana gerek kalır mıydı?”

AD’lar, bence, kredi kartlarına benzetebilir. Onları kullanmayı bilemeyecek olan birçok olağan kişi üzerinde gerçekten -tıpkı kredi kartları gibi- yıkıcı etkileri olabilir. Kredi kartı, “Son taksit, son nefes”çi Amerikalıların dayattığı gibi değil; sadece ciddi sorunlar anında (çaresizlik sürecinde), yani NADİREN başvurulacak bir aracıdır. Ancak birçok insan, evrime inandırılmadığı, frene basma gerekliği ve bunun iyi bir şey olduğu öğretilmediği (ya da bu meziyetler -keyifli hayatlara yönlendiren- dostlar değil, sıkıcı bir yaşama götürecek dinsel buyruklar olarak gösterildiği) için ilk sorun anında kolayına kaçar… ve başına öncekine oranla çok daha yıkıcı, hatta altından kalkamayacağı bir bela açar.

Para yoksa… yoktur.

Para yoksa, kredi kartına değil, sorunun nedenlerine odaklanmak ve CANIN İSTEMEDİĞİ ŞEYLERİ YAPARAK sorunu aşmaya çabalamak YEGANE çözümdür.

Başka da hiç, ama hiçbir çözüm yoktur.

Yaşamın formülleri basittir.

Serotonin bir “ödül mekanizması” kimyasaldır. Ödül ise ancak bir başarı (bir zorluğun, istenmeyen şeyler yapılarak, buna cesaret edilerek aşılması) sonrasında elde edilir. Ödül; avantadan değil, bir başarı elde edilmesi sonrası kazanılacak bir ayrıcalıktır. Serotoninkeş olmaya davranmak, beynin doğal ödül mekanizmasını yok etmek anlamındadır bana göre.

Bu yüzden acıdan kaçmanın yolu “avantadan lavanta”… pardon, “avantadan serotonin” değil; acı yaratan sorunlarla başa çıkmayı DEĞİŞEREK becermektir. Bu dünyada olmanın başka hiçbir nedeni ve ereği yoktur; ayrıca bu yasa hiçbir ölümlü tarafından tersine çevrilmeyi geçin, eğrilip, bükülemez. Acılardan kaçmak adına bir beyine doğum anından başlayarak serotonin yüklemesi yapılsa bile, beyin ölümü gerçekleşip, kişi dalga fonksiyonuna geçip, doğduğu andaki orijinal yapısı ile kala kalınca, bir daha benzer bir kaderde doğmak adına melekler arasında dünyaya doğru yol almakta olduğunu fark edecektir. 🙂

Yine de evet; kredi kartı da, ADda, yararlı yardımcılar olabilirler!

AD; kriz anında çok dikkatle, doktor kontrolunda, BİR SÜRE kullanılabilir. (Oysa birçok “hasta”, bu ilaçları bırakmanın zorluklarından söz etmektedir, o da unutulmamalı.)s

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!


 

DİP NOTLAR

[1]

 

[2]

 

Kendi türünü kayırmak adına bir diğer canlı türünü bir yere kapatıp ona akıl almaz işkenceler yapan kimliklerin yaptıklarının hatasını anlamaları için bir dahaki enkarnasyonlarında bir uzaylının laboratuvarındaki denek olmalarını diliyorum. Bu bir lanet değil, bir bilgilendirme dileğidir

[3]

 

[4]

 

Merak edenler vardır belki diye not düşeyim: Benim, yitirdiğimiz arkadaşımızın, birlikte çalışma fırsatı bulduğum (araştırmalarımızı yapmakta olduğumuz) iki değerli dostumun kredi kartı ve anti-depresan kullanmışlığı yoktur. (Yalan olmasın, gençken tek bir tane yutmuştum.) Bizlerin direncini sağlayan güç yaşlı olmamızda, yani antidepresan ve kredi kartı kültürü ile yetiştirilmememizden kaynaklanmaktadır.

Biz kadınlar, ne yapacağız bu erkeklerle?

Merhaba Janus, insallah iyisindir. Gözlemledigim bir sey ve sana sormak istedigim bir soru var babamin kuslari var ve çiftlesme sonrasi disi yumurta üzerinde kuluçkaya yatmasi gerektiginde erkek onu beslemedigi için yumurtasini kirdi ve yuvadan atti. Yani bir nevi erkekten destek göremedigi için yavrusunun hayatina son verdi, hayvan bile olsa bir disi için çok üzücü. Simdi dogada üremek-hayati devam ettirmek- için erkekler yuva yapma, disiyi besleme, dans, etme gibi bu kadar çaba gösterirken ve sonuç olarak gen aktarip bu yönde evrimlesirken insanda neden bunun böyle olmadigini merak ediyorum. Yani alfa olmak, gerçek bir erkek olmak, disiyi mutlu etmekle mutlu olmak ve bunun bir basari olmasi dogada bu kadar yayginken, insanda neden tam tersi yönde gidiyor? Hormonlar vs. mi yoksa bu erkeklere sans vermemiz mi, bu yüzden oldugunu sanmiyorum çünkü bu çok birdenbire oldu evrimsel olarak çok kisa zamanda, çok fazla nesil gelmeden, bundan bir nesil önce bile her sey çok farkliydi, dogal seçilim nedeniyle oldugunu düsünmüyorum. Kova çagiyla ilgili oldugunu söylediniz ama bu bir kötüye gidis degil mi, nasil bu durumun içinden çikabiliriz? Erkekler ve kadinlar olarak ne yapmaliyiz? Simdiden tesekkürler, sevgiler. 🙂

 

YANIT

Yanıtıma başlamadan bir not düşeyim: Bütün hayvanlar pozitif değildir ve NE yayan hayvanlar vardır. Örneğin hamam böcekleri, karıncalar, tavuskuşları, devekuşları, horozlar, örümcekler ve üzülerek söylemem gerekir ki (gençliğimde evimde sayıları 18e varacak kadar sevdiğim) kediler… Bu sözlerden yola çıkarak bir hayvan türüne korku duymak, ya da antipati beslemek, onda var olan negativiteyi ABARTIR. Kediler ise fazla PE taşımadıkları halde, aralarından köpeklerden bile fazla PEye sahip olanlar vardır. Bunlardan birçoğunu kendi yaşantımda görmüş, yakından izlemişimdir.

Şimdi insanlara gelelim… ve Kova Burcu Çağı diyelim:

Çağlar DAHİL hiçbir şey PE sahibi beyni etkileyemez. İnsanların bireysel mutsuzluğunu Çağlar, hatta politikalar/politikacılar (şartlar) DEĞİL, kişinin yaşama bakışı belirler. Bu yüzden ÖNCELİKLE “nevmit” (na-ümit) olmamayı öğrenmek gerekir.

Ve erkeklere gelelim:

Erkeklerin bir kısmının NEye yatkın olduğu doğrudur. Kadınların büyük bir kısmının NEye yatkın olmadığı düşünülürse bu durum bizler için fazla keyif verici bir hal değildir. Erkeklerin bu handikaplarının (NE celp ederek gerektiği kadar keyifli bir yaşam süremeyecek olmalarının) nedeni ise -bize göre- y kromozomudur. Bu konuda üyelere özel sayfada bir araştırma var.

Fakat erkeklerin nicesi çağımızda önemli oranda pozitif enerji taşımaktadırlar. Bu durumun göstergesi de y kromozomunun giderek küçülmesidir. Eğer siz, sürekli kötü örneklerle karşılaşıyorsanız bunun nedeninin hatalı kimlikleri celp edecek beyin EM alanı olduğu düşünülebilir.

Şimdi erkekler konusuna biraz ara vererek, bir cümleniz hakkında konuşalım; bizlerin yapısı hakkında konuşmayı (belki de hanımların fazlaca hoşuna gitmeyecek şekilde:) az sonra sürdüreceğiz.

“Yani alfa olmak, gerçek bir erkek olmak, disiyi mutlu etmekle mutlu olmak ve bunun bir basari olmasi dogada bu kadar yayginken, insanda neden tam tersi yönde gidiyor?”
Bu cümlenizin iki farklı açıdan anaerkil ezoterizm temelinde çok hatalı olduğunu söylememe izin verin.

1- Alfa erkek olarak adlandırılan model, bütünü ile -bize göre- gerçek, yani anaerkil, erkek modeline terstir. Anaerkide lider yoktur. Antik anaerkil uygarlıklarda liderlik ve ruhban sınıfının olmaması ve bu yapı ile tarihe benzersiz uygarlık düzeyi ile geçmiş (örneğin Mohenjo Daro, Harappa, Çatalhöyük ve Hacılar uygarlıkları) ülkeler arkeologları şaşırtmaktadırlar.

Topluluklarda bir “belirleyici” kimlik vardır ama o -genelde anlaşıldığı manada- lider değildir. Liderlik ataerkide ayrıcalık verir, diğerlerine birçok konuda üstünlük verir… Oysa anaerkide “belirleyici”, en ağır yükleri taşıyacak ve bunun geri dönüşleri peşinde olmayacak kadar -her açıdan- güç sahibi kişidir.

Bu yapı bence en güzel şekli ile 1998 yapımı olan Small Soldiers adlı filmde dile gelmiştir. Kabaca filmin konusu kahraman ataerkil komando asker oyuncaklara karşın, Gorgonite1
adlı farklı bir ırk oyuncağın savaşıdır. Gorgonite ırkının tek istediği bir cennet ülkesi olan Gorgon’a ulaşmaktır. Gorgoniteların lideri Archer, kendini “emissary of the Gorgonites” olarak tanıtır. Türkçeye “Gorgoniteların sözcüsü” olarak çevrilse de, aslında bu sözcüğün gerçek anlamı “temsilci”dir. Grupta en sakin, sabırlı, cesur ve güçlü olan kendisidir. Tüm ağır yükleri o taşır, tehlike anında hep o ön plandadır. Bu üstün niteliklerin ise üstünlük veren herhangi bir geri dönüşü YOKTUR. Bir film sitesi onu şu sözlerle tanımlar: He has a very noble and kindhearted personality.2

Filmin göz ardı edilen bence en çarpıcı mesajı ise pozitif lider kimliğinin kahraman komandolarda değil, canavarlarda bulunmasıdır.

Sözün özü; anaerkil liderliğin, daha doğrusu “temsilciğin”, ana vasfı beceriklilik ve cesarete ek olarak “asalet ve iyi kalplilik”tir. Bir hanım olarak öncelikle erkeklere gerçek rolleri vermeyi öğrenmeniz gerek.

2- Hiç kimse sadece karşı tarafı mutlu ederek mutlu olmaz. Mutluluğun, yani cennet frekansının, mest edici duygular verme nedeni içeriğindeki en önemli nüansın DENGE olmasıdır. Mutluluk ne sadece alarak, ne de vererek tesis edilir. Mutluluk, almayı ve vermeyi dengeleme becerisini kazanmış karakterlerin ödülüdür.

Cümlenizden yeniden mesaj geneline dönelim.

İnsanda ters yönde gittiğini düşündüğünüz konu eğer biz erkeklerin duygusallığa sizler kadar yatkın olmamamız (ya da sizi düş kırıklığına uğratacak, beklentilerinizi karşılamayan davranışlarımız) ise, bence düştüğünüz bir diğer hata bir erkekten kendi cinsinizin övgüye değer yanlarını beklemenizdir. İki cins farklı genetik karaktere sahiptir ve eşleşmenin bütünleyici anlamı ve değeri buradan gelir. Yani eş ya da partnerinizde sizde olanları aramak hatalıdır, sizde olmayanların tadına varmak mutlu edicidir.

Erkeklerin tek eşliliğe kadınlar kadar yatkın olmaması ise gerçekleri bütünü ile yansıtmamaktadır. Erkekler DE aşık olabilir ve kural olarak erkekler DE aşık olunca tek eşli oluverirler. Aşık olanın “gözü aşkından başkasını görmez”; eğer görüyorsa aşık değildir. Bu denklem asla şaşmaz. Erkeklerin bazı kadınları mutlu edemeyen yaklaşımlarının nedeni, erkeklerin kadınlar kadar kolay duygulanamaması, yani aşka kadınlar kadar yatkın olmamalarıdır. Unutulmamalıdır ki astroloji dahil tüm ezoterik sistemlerde aşk planeti Venüs, aynı zamanda -tıp dahil- kadınları sembolize eder.

Erkekleri -tabi ki PE taşıyan örnekleri- kadınlardan farklılıkları yüzünden suçlamanın doğru sayılamayacağını, bu konumun/gerçeğin birçok iyi şeyin meydana gelmesinin nedeni olduğunu fizik bilimine dayalı (ama ezoterik yorumlarla) anlatayım:

Eğitimde, derslerde detaylı olarak anlattığımız gibi atom bir yuvadır. Çekirdekteki proton dişi, nötron çocuk, çekirdek dışındaki elektron ise erkektir. Proton pozitif yüklüdür. Elektron negatif. 😀 (Bilim jargonunda yer alan “Yüklerin, Pozitif ve Negatif şeklindeki adları, olumlu ya da olumsuz durumları göstermezler” inancı ezoterizmde geçerli değildir. Bu iki kelime olumlu ve olumsuz yapıyı -hafiften- gösterirler.)

Çekirdek (yani dişi ve çocuk) elektronu atoma bağlayan güçtür. Elektron ise her fırsat bulduğunda “fıyma” (yaramazlık etme, diğer atomlara gitme;-) ) eğilimdedir. Çekirdeğin çekim gücü bitince, ya da devreye başka elektron girince, hatta elektron diğer bir atomun çekimine kapılırsa, kabuğundan çıkar, atomu terk eder ve gider.

Ancak bu -bir nevi- ihanet (aslında eylem kapasitesi) evrenin dengesini sağlayan durumdur; çünkü elektrik böyle meydana gelir. 🙂

“Elektrik meydana gelmeyiversin, eşim de benimle kalsın, eşleşme bozulmasın” diyecek hanımlar olabilir. Haklılardır… Elektrik anaerkil ezoterizmde -hafiften- olumsuz, manyetizma -fulllllll- olumlu gerçeklerdir. Ama sonrasını anlatayım: Elektrik, elektrik alan yaratır… Elektrik alan ise manyetik alan yaratır! Ve bu ikisi, evreni bir arada tutan ve “evrenin tutkalı” denen elektromanyetizmayı yaratırlar! Bu yüzden elektriği yaratan da, evreni bir arada tutan da elektronların serüvenci yapısıdır. 😀

Kadınlar kadar pozitif olmayan erkekler DE, bazı kadınların eleştirdiği yapıları ile evrenin bir arada olmasına katkı sağlamaktadırlar!

Bu yüzden erkekleri biraz rahat bırakmak, kadınlara acı verici gelen davranışların aslında kesinlikle kötü niyetle yapılmadığına inanmak (bu gerçeği görmek), bazı davranışların bir -erkeksi- ihtiyaç olduğunu kavramak mutlu eşleşme için gereklidir. Eğer sizi uyaran erkek adlı cins ise, ki, heteroseksüelseniz öyledir, o zaman sevdiğiniz yaşam forumunu gerçeği ile sevmeye ve kabul etmeye çalışmanız SİZİN AÇINIZDAN iyi bir şeydir. Onu istediğiniz formasyona sokmanızın anlamı ise artık bir erkekle değil, kadın olmaya başlamış bir erkekle olacağınız anlamındadır. 🙂

Altını önemli çizeyim: Yukarıdaki sözlerim PE taşıyan erkekler kastedilerek söylenmiştir. “Ben erkeğim…” sözleri ile başlayan ve bildik şekilde devam eden söylemi üreten kafa yapısında; aşırı otoriter, sert, bağnaz, katı, saldırgan, küstah, egoist, algıları/sezgileri köhnemiş, eşleşmeye her şartta isteksiz, eşleşmenin anlamını kavrayamayacak kadar hissiz -yani ataerkil- kimlik taşıyan kişiler, bizlere göre gerçek erkek olmayan kimseler, sözlerimin hedefindeki erkekler değillerdir.

Özetle: PE taşıyan erkekler DE kadınlardan farklıdırlar. Ancak onlar farklılıklardan kaynaklanan sorunlara duyarlı, bunları halletmeye istekli, halletmek adına özveri yapabilecek güçte karaktere sahiptirler.

Onlar lider değil, Archer gibi sorunları çözmek adına öne çıkacak güçteki “temsilci”lerdir.

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Gorgonite sözcüğü Yunan mitolojisinin canavar soyu Gorgonlardan olan “Medusa Gorgon”dan geliyor olabilir. Ataerkil Yunan mitolojisinde korkunç olarak tanıtılan bu figür önceleri saçlarının güzelliği ile ünlü bir kızdır. Akıl tanrıçası (annesiz olarak, babasının beyninden doğan, ki, bu mit ataerkil bir söylemi, “erkeklerin hiç bir alanda kadına gerek duymadıklarını” vurgulamaktır) Athena onu lanetlemiş ve saçlarını yılan yapmıştır. (Yılan, anaerkide kutsaldır ve eski bir şifa ilahıdır. Günümüzde tıp ve eczalığın sembollerinde bu yüzden yılan bulunur.) Saç ve yılan ataerkide hep lanetlenir: Antigone’nin saçları da -saçlarının, Zeus’un karısı Hera’dan güzel olduğunu söylediği için- yılana çevrilir. Antigone ise anaerkil (Anadolulu) Truva’nın kraliçesinin kız kardeşidir. Truvalıdır. Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı’nın altını çizdikleri gibi on yıl süren Truva savaşları iki farklı düzenin savaşıdır… ve savaşta yenilemeyen Truva, bir üç kağıt ile yenilir. Bu olay anaerkinin sonudur.Bir ilginç detay daha: Archer’ın okunun üzerinde bir çift boynuz vardır. Mitlere ve ezoterizme uzak kişiler bunu Şeytan’ın boynuzları sanabilirler. Bu düşünce hem doğrudur, hem de yanlış: Boynuzun Şeytan adlı insan düşmanı varlığa ait olmasının çıkış noktası Yahudilik ve Hıristiyanlık’tır. Bunun gerisinde boynuzun kökeninin “Bereket Boynuzu” (Cornucopia) olması kadar, anaerkil birçok bereket ilahının boynuzlu olması vardır. Kabalist Levi, bu ilahlardan yola çıkarak boynuzlu ve keçi kafalı Şeytan’ı (Baphomet) yaratmıştır. Kabalizm ürünü tüm Tarot kartlarındaki Şeytan figürünün aslı budur. Ancak düşünülecek olursa boynuzlu hayvanlar, derilerinden sütlerine dek insanlara varlıkları ile destek veren canlılardır. Yani boynuzun gerisinde ataerki tarafından lanetlenmiş iyilik vardır. Ana Tanrıça’nın emanasyonlarından Isis boynuzludur. Ana Tanrıça’nın oğlu sayılan Büyük İskender metal paralarında boynuzludur. Tanrı Janus, bazı resimlerinde boynuzlu betimlenmiştir. Baba Tanrı’nın emanasyonlarından olan Dionysos’un uğrunda savaşıp kazandığı Hindistan’da inek ve öküzler bu yüzden kutsaldırlar.

[2]

 

SPOILER İÇERİR
Filmin son karelerinde Gorgonitelar, cennete benzer ütopik ülkelerini bulmak adına yola çıkarken filmin kahramanı delikanlı onlara Gorgon’u dünyada asla bulamayacaklarını anlatmaya çalışır. Archer ise şöyle yanıt verir:
“Even if you can’t see something, it doesn’t mean it isn’t there.” (Bir şeyi göremiyor olman, orada olmadığı anlamına gelmez.) Bu sözler, Gorgoniteların Gorgon’u bulamayacaklarını, ama yine de orada yaşayacaklarını göstermektedir. Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Paralel evrene mi atladık?

Selamlar Janus. Sizin paralel evrene atlamakla ilgili bahsettiklerinize istinaden bir soru sormak istiyorum. Ben 16 yasindayken bir aksam annem ve babam ile birlikte taksiyle evimize dogru gidiyorduk. Bir anda korkunç bir saganak yagmur basladi, firtina çikti öyle ki günler sonra bile gazeteler o aksam ki Istanbul sokaklarini sele döndüren, arabalari sürükleyip ters eden hava sartlarini yazdilar. Simdi bu kismi nasil anlatacagimi bilemiyorum çünkü o kadar uçuk ki bana inanmazsiniz korkusunu tasiyorum ama vallahi de billahi de biz bunu yasadik) Araba bir yerden sonra selde sürüklenmeye basladi, camlarin en üst tepesine kadar suya gömüldük ve biz o aksam ölüyorduk. Birden annem, çok bagli bulundugu manevi hocasi ile rabita kurmaya basladi ve Allah’tan yardim istedi. Bize lütfen bagirmamizi, sadece dua okumamizi söyleyip gözlerini kapatarak rabita dedigi seyi yapti. Janus Bey, size yemin ediyorum bir ya da iki dakika içinde biz ayni sokaktaydik ama etrafimizda sular çekilmis, çok hafif bir yagmurun eslik ettigi bir durumdaydik bunu açiklamam imkansiz. Daha da garibi taksicinin ve babamin az önce, çiglik çigliga selde sürüklenirken olan hallerinden eser yok, ikisi de sessiz sakin bir haldeydiler, “bu nasil oldu, bu sular nasil bir anda çekildi” gibi sorulari zihinlerinde yoktu, saskin degildiler. Sanki selde sürüklendigimiz kismi onlarin zihinlerinden silinmis gibiydi. (Su an bile aradan 20 sene geçti, babam o aksamki seli sel gibi degil de çok yagmurlu bir andi gibi hatirliyor) Arabada tek saskin olan, annemin bazi degisik özelliklerine defalarca sahit olmama ragmen, bendim… Annemle arka koltukta oturmus simdi kupkuru olan yollardan geçerek eve Allah’in izniyle sag salim dönmüstük. Bu olayi hiç kimseye anlatmadim çünkü asla inanilmayacagini biliyorum. Size uzun uzadiya anlatmanin sebebi içindeki soru. O gün annemin Allahin lütfuyla gerçeklestirdigi sey midir paralel evrene atlayis? Sizin bahsettiginiz bu mudur? Peki eger ayni seyi konusursak ben ve ailem o gece paralel bir Evrene atladiysak orada mi kaldik yoksa yine eski beyin frekansimiza ait olan Evrene mi düstük? Atlanilan evrende nasil uzun kalinabilir? (çöktürülen gerçeklikte) ve neden babam olayi eksik hatirliyor?

Size daha önceden de soru sormustum ve beni nokta atisi cevaplarinizla çok mutlu etmistiniz, tesekkürler. Hersey gönlünüzce olsun! 🙂

YANIT

Sözlerinize inandığımı belirterek başlayayım. Benzer olaylar şahsen yaşadığım ve Quantum Jump, araştırma konularımız arasında olduğu için anlatılanlara inanmam kolaydır.

Ancak bir hatanızı düzeltmeme izin verin: Gerçekliğin çökmesi benzeri sözcüklerle konuşmanız beni gerçekten mutlu etti; ama gerçekliğin çöktüğü durumlarda paralel evren kalmaz. Paralel evrenler adı da verilen teori (yani Many Worlds Interpration), evrenlerin çökmediği, hepsinin varlıklarını sürdürdüklerini öne sürmektedir. Yorumlardan hangisinin gerçekliği yansıttığı bulunamamıştır ama ya çöken, ya da atlanan evrenler olduğu kesindir.

“O gün annemin Allahin lütfuyla gerçeklestirdigi sey midir paralel evrene atlayis?”
Öyledir bence. Ancak “Allah’ın lütfu” olarak ifade ettiğiniz durumu yaratan bilincinizdir. İmana yatkın kişiler, o bilinci verenin Allah olduğuna inandıkları için olayı “Allah’ın lütfu” olarak görebilirler.

Yine de farklı olasılıktan da söz edeyim: Tehlike anında bazı beyinler ani olarak yüksek frekansta gama dalgası üretmektedirler. Gama ile beyin çok hızlı çalışmaya başladığı için olaylar ağır akıyor gibi görünür (bunu şahsen yaşadım). Basketbolcu Magic Johnson, bu durumu sıklıkla yaşadığını öne süren bir sporcudur. Örneğin Johnson kendisine bazı anlarda diğer oyuncuların ağır hareket ettiklerini gördüğünü, bu yüzden kolaylıkla onların arasından geçerek basket attığını söylemiştir. Kişisel kanım, eskinin ünlü futbolcusu Pele’nin de aynı yeteneğe sahip olduğu, ancak onun zamanında kuantum mekaniği bu denli popüler olmadığı için yaşadığını yorumlayamadığı hakkındadır. Bu yeteneğe ciddi oranda sahip kişiler kendilerine sıkılan bir kurşundan kaçma şansınına bile sahip olabilirler.

Orch OR adlı kuantum yorumuna göre gerçeklik nöronların mikrotübül adlı bölümündeki gama senkronizasyonu ile meydana gelmektedir. Bizim sistemde majinin temeli buna dayalıdır. Bu nedenle bazı anlarda gama dalgası üretme yeteneğine sahip beyinlerin paralel evrene atlamadığı, ancak bir evren yarattığı öne sürülebilir.

Sözün özü, annenizde (ve sizde) böylesi bir yetenek de bulunabilir.

“ben ve ailem o gece paralel bir Evrene atladiysak orada mi kaldik yoksa yine eski beyin frekansimiza ait olan Evrene mi düstük?”
Bu soruya yanıt vermek ne yazık ki çok zor. Paralel evrenler yaşanan modelin genelde aynısı oluyor, ama şartlar ya pozitife, ya da negatife dönüyor. O günden sonraki yaşantınızı gözlemleyerek bu soruya yanıt arayabilirsiniz.

“ve neden babam olayi eksik hatirliyor?”
Eğer gerçekten (ki, bence öyle) paralel evrene atlayabildiyseniz, atlayan siz ve annenizdir; babanız, diğer evrende kalmıştır. Yani siz, her şeyin yolunda gittiği evrene atladığınız için oradaki babanız, önceki olaydan haberdar olmayacaktır. Sizin bir doppelganger’ınız ise farklı bir evrende belki de yaralanmış olabilir. Unutmayın ki süperpozisyonda iki milyondan fazla olasılık bulunduğundan söz edilmektedir. İnanılması güç olan bu sözlerim kişisel yorumlarım/görüşlerim değil, bilimsel temelli teorilerdir.

“Atlanilan evrende nasil uzun kalinabilir? ”
Bu sorunun yanıtını

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Bedensiz varliklar (cinler) ne kadar güçlü olabilir?

Janus merhaba, yaygin ismiyle cin diye tabi edilen varliklarin insan karsisindaki gücünün kistasini açiklayabilir misin? Gerçekten rivayet edildigi ve büyü kitaplarinda yazildigi gibi insanlari helak edebilirler mi zira cinci hocalarin kuyu diplerinde öldürülmüs olarak bulunmasi da gerçekten çok ünlüdür, bedensel olarak güçsüz olsalar da kursun gibi delici özellikleri mi var? Birkaç kabileyle gerçekten yakin irtibatim var, bu yüzden söylentiler beni gerçekten endiselendiriyor. Henüz çok genç olmamdan ötürü de tecrübesiz sayilirim.

YANIT

Korkarım ki okültizm anlayışımız birbirinden hayli farklı. Sizin inançlarınıza ve irtibatınızın olduğunu söylediğiniz konulara saygılıyız (herkes rahat bırakılırsa kendine neyin iyi geleceğini sezecek yetenektedir); ancak bana bir soru yönettiğinize göre, sizinle çelişecek olsam da, bildiklerimi yansıtmam gerek.

Bir konu hakkında kesin sayılabilecek kanı sahibi olmak adına olabildiğince çok SOMUT veri elde etmek gereklidir. Ancak büyü kitaplarının, şayiaların, sinema filmlerinin ve romanların somut veriler olduğunu öne sürmek hayli zordur. Somut veri genelde bilimsel ortamda elde edilir. İyi haber odur ki, standart bilimi aşmakta olan modern bilim verileri ile nice okült düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı belli sınırlar içinde olsa da saptanabilmektedir.

Modern bilim olarak ifade ettiğim bilim dallarının bize göre en önemlileri nörobilim (Newton fiziğine bağlı kalmayan nörobilim), kozmoloji ve kuantum mekaniğidir. Kuantum mekaniğinin en dikkat çekici konuları ise QFT, ETC ve QM’dır. Bu teorilere göre bilinç (ezoterik ve mistik anlayışa göre ruh), beyinde nöronların yarattığı EM alanların kuantum reaksiyonlarıdır. Adı geçen alanların radyasyonları, diğer farklı alanları eksite ederler, ya da farklı radyasyonlardan eksite olurlar. Bu sistem ile sadece evren yaratılmakla kalmaz; adına cin, spirit, antite, tanrı (majikal anlamda), varlık diyebileceğiniz bir dolu unsur var edilebilir. SİZİN beyninizle kontak sonucu bunlar giderek canlanır, hatta bilinç kazanırlar. Onlar, aslında makrokozmos değil, mikrokozmos gerçekliklerinin ürünü (yani mikro varlığı) oldukları için eylem kapasiteleri sizinkinden fazladır. Ancak dikkat edin: Sizin beyninizin fotonları tarafından eksite edilerek biçimlendirildikleri (yeniden meydana geldikleri) için, eylem skalaları sizden geniş olsa da, bilgi birikimleri sizin beyninizin kapasitesi ile sınırlıdır.

Söz konusu varlıklar kendi kendine de (yani bir majisyenin bilinçli eylemi/çalışması olmadan da), ama aynı fizik kanun gereği, yani senkronizasyon ve rezonans ile meydana gelebilirler: Örneğin korku adlı duygu anaerkil ezoterizme göre bir duygu değil, bir varlık, bir yapıdır. Ezoterik bakış açısına göre varlıklar alan olduklarına göre, bir alandır. Bu yüzden korku duyduğunuz anda o negatif alanın radyasyonu ile kontağa girmiş olduğunuz düşünülebilir. Söz konusu olumsuz senkronizasyon beyinde hangi tür neural pathway’ler (alanlar diyelim) varsa, o doğrultuda, ya da o şablona göre sonuçlar yaratır. Diyelim can sıkıntınızı gidermek adına pis bir film izleme hatasına düşmüş, beyninizde cin korkusu adı verilecek bir kalıp yaratmışsanız; kontakta olduğunuz alan o kalıbı aktive eder, bir diğer deyişle o şablona uygun sonuçlar var eder.

Benzer sonuç, inanç ile de yaratılır. İnanç, beyindeki nöronlar arasında bağlantı olmadığında bile onları bir arada çaktırıp volüm transmisyonu yaptırabilir. Bu yüzden inanç ile var olan şablonlar da kontakta olunan pozitif ya da negatif alanın radyasyonunun dalga boyuna uygun inanç maplerini aktive edecektir.

Cinlerin güçleri ne kadardır?

Sizin beyninizdeki inanç kadar…

Genç, deneyimsiz ya da heyecan dolu okülist adayları gizemli, biraz tehlikeli, büyük kazanımlar sağlayabilecek varlıklarla kontağın peşindirler (sanki ben değil miydim?). BU yapıdaki genç arkadaşların hoşuna gitmeyeceğine emin olsam da, pratik yönden yukarıdaki (onların inanç ile var oldukları hakkındaki) sözleri kanıtlayayım: Cinlerin bilim adalarına “musallat oldukları”, ölüm ötesi deneyler yapan doktorların, idam emirleri veren hakimlerin evinde poltergeist olaylar yaşandığı, ya da seri katillerin öldürdükleri insanların ruhlarının saldırısına uğradığı -Hollywood palavraları dışında- duyulmuş şey değildir… çünkü adı geçen kişiler bu konulara inançsızdırlar. Anılan konulara inanç yaratacak beyin elektrikleri olmadığı için söz konusu meslekleri seçmekte, eylemleri ifa etmektedirler.

Ancak makrokozmosta objektif (reel) sonuçlar yaratabilecek, bu yüzden “varlıklar” denilebilecek, elementer parçacıklar (belki bozonlar) vardır. LHD’de her ay onların bir dolu yenisi keşfedilmektedir. (Maji, bunlar ile iradi senkronizasyon ile ilgilidir.) Bu “cin embriyonları” sürekli rahatsız edilmekte, yani birbirleri ile ışık hızına yakın hızda çarpıştırılmaktadır. Ancak söz edilen eylemleri gerçekleştiren, cin adayları ile bu denli içli dışlı olan parçacık fizikçilerinin hayatında tek bir açıklanamaz olay gerçekleşmez. Onların beyni, sübjektif değil, objektif konulara odaklı olduğu için “güvendedirler”. 😉 Diyelim; LHD’da görev yapan bir grup parçacık fizikçisi, bir grup kara büyücü tarafından mezarlıklarda kuru kafalardan içki içerek cin davetlerinin yapıldığı bir ritüele davet edildiler. (Eski bir arkadaşım olan ünlü bir büyücünün yaptığı bir şeydir bu 🙂 ), ola ki ritüelde bir cin var edildi ve bu cin rit katılımcılarına saldırmaya karar verdi. Parçacık fizikçileri çevrelerindeki büyücülerin, korkunç saldırı ile yerlere yeksan oluşuna şaşkınlıkla bakıp, ne olduğunu anlamak adına notlar alacak, evlerine güven içinde döndükten sonra işin (lanetin:) “sırrını” anlamak adına fizik formüllere baş vuracaklardır.

Hiçbir EM alan, sizin izniniz olmadıkça (yani beyninizin alan dalga boyu ile aynı frekansta olmadıkça) sizi etkileyemez. Vampirlerin sadece davet edildikleri evlere girebildiği mitinin kaynağı bu gerçektir.

Şimdi olayı izninizle cinlerden farklı boyuta taşıyayım:

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

yarattigimiz evrende nasil kalici olunur?

Merhaba Sevgili Janus,
Önceki yanitlarda “yarattigimiz evrende nasil kalici olunur? Soran olursa yanitlarim” gibisinden bir sey yazmistiniz.Ben bunu yazip gönderene kadar bu konuyu soran oldu mu bilmiyorum ama ben sormak istiyorum artik çünkü merak ediyorum.gerçekten düsündügüm Zaman hayatimda bazi günler oluyor iste istedigim seyler oldu böyle evet diyorum degistirdim hayatimi falan mutlu mutlu geziyorum.Sonra bir sey oluyor hoppalaa her sey tepetaklak 😀 diyorum yine döndük mü eskiye sonra bir süre de böyle gidiyor sonra tekrar düzeliyor böyleee sey gibi döngü gibi.Anlamadim ben niye böyle oluyor var midir bunun bir hal çaresi?Niye degisen seyler kalici olamiyor? Simdiden tesekkür ederim yanitiniz için.

YANIT

Anımsadığım kadarı ile yanıtımda yer alan sözüm paralel evrende nasıl kalınacağı değil, neden paralel evrende kalmanın, paralel evrene atlamaktan zor olduğu hakkında idi. Herneyse… Sorunuza yanıt vermek için işe biraz başından başlamak gerek…

Kuantum teorileri iki çeşittir. Çok kabaca özetlemek gerekirse birinde (Stapp ve benzeri fizikçilerin teorisi) evreni bilincinizle yaratmaktasınız. Bu teoriye göre yarattığınızı (süperpozisyondan seçtiğiniz) evrende beyin elektriğinizin yapısı değişene dek kalıcı olmaktasınız. Yine aynı teoriye göre süperpozisyondaki diğer (sizin tarafınızdan seçilmeyen) olasılıklar yok olmaktadır.

İkinci teoriye göre ise (Everett ve benzeri fizikçilerin teorisi) seçtiğiniz evrene sıçramaktasınız… bu teoriye göre süperpozisyondaki diğer olasılıklar yok olmamakta, enerji yapısına göre sıçramayı -bir anlamda- beklemektedirler.
Yani teorik olarak ortalama iki milyon+ seçenek arasında oradan oraya sıçraya-sıçraya yaşamak olasıdır.
Geri dönüş olarak nitelenebilecek durum bu teoride geçerlidir.

Paralel evrene atlamanın bir Hollywood prodüksiyon düşü değil, bilim adamları tarafından kabul gören bir gerçek olduğunu vurgulayayım ve bu cümleme kanıt olarak ünlü ve popüler kozmolog Max Tegmark’ın insanların da aynı anda iki farklı yerde olabilecekleri düşüncesinin savunan sözlerini aktarayım:“Kuant mekaniğine göre elektron sadece iki ayrı yerde olmakla kalmıyor; Heisenberg Uncertainty Principle’a göre iki ayrı yerde olmak zorunda. Bir lazer işaretçiden çıkan ışın, bir saydam yüzeyden geçince iki veya üç ayrı yerde oluyor. Yani fotonlar aynı anda üç yerde oluyorlar. Biz de parçacıklardan yapılıyız. Eğer onlar aynı anda birkaç yerde birden oluyorlarsa biz de olabiliriz. Kaldırımda yürürken birden sağa mı, yoksa sola doğru mu ilerleyeceğim hakkında ani bir karar veririm. Verdiğim karar beynimde bir parçacığa bağlı ise sonuçta ben her ikisini de yapmışım, yani yaşamım iki paralel evrene ayrılmıştır.”

Tegmark akıldan geçen her düşüncenin bir paralel evren yarattığını ve bunların arasından seçtiğimiz düşüncede ilerlememizin, seçtiğimiz paralel evrene sıçradığımız anlamına geldiğini anlatmaktadır.

Yanıtıma quantum jump (kuantum sıçraması) gerçeği hakkında biraz bilgi aktararak devam edeyim:
(Aşağıdaki üç paragraf eğitimlerimizden alıntıdır.)
Her şey cam tüpte ısıtılmış bir gazdan çıkan ışığın bir prizmadan gözlemlenmesi ile başladı. Görülen ışık, gök kuşağının yedi rengindeydi, tıpkı bir prizmadan geçirmişsiniz gibi… Ancak meydana gelen fark, renklerin gök kuşağında olduğu gibi bir çeşit bulanıklık, ya da bir renkten diğerine “dalgalanarak” geçmesi şeklinde olmamasındaydı. Renkler, düz çizgi şeklinde ve kesintisizdi.

Bu oluşumun bilimsel nedeni ancak 20. yüzyılda kuantum mekaniğinin doğması ile anlaşıldı. Danimarkalı, Nobel Fizik Ödülü sahibi fizikçi Bohr, atomların güneş sistemleri gibi oluğunu, elektronların gezegenler gibi çekirdek etrafında döndüğünü düşünüyordu. Elektronların belli kabukları (yörüngeleri) vardı ve bunlar “herhangi bir yörünge” değillerdi. Her yörünge kuantumlar denilen enerjiler taşımaktaydı, elektronlar bu yüzden belli yörüngelerdeydiler.

Atom ısıtıldığında elektronlar uyarılmakta ve bir yörüngeden diğerine sıçramaktaydılar. Her bir sıçrama ışık formunda çok belirgin frekanslarda enerji (foton) yaymaktaydı ve atomların ürettiği renklerin nedeni buydu.

Bilim adamları bu gerçekten yola çıkarak “insanlar elektrondan yapılı olduklarına göre, onlar da kuantum sıçraması yapar” düşüncesini savunmaya başladılar.

Ancak ortada bir Law of Conservation of Energy (Enerjinin Sakınımı Yasası) vardır.

Bir enerji düzeyindeki elektron bir diğerine atladığında, (Bohr, Kramers ve Slater’in altını çizdikleri gibi) elektron adı geçen yasayı ihlal (violate) etmekte, edebilmektedir. Ancak yasa gereği elektron yeniden yerine (kabuğuna) dönmektedir.

(Bazı raporlara göre söz konusu yasa üç durumda daha ihlal edilebilmektedir!) 1

Madem ki ETC’a göre beyin elektriğinin yarattığı EM bilinçtir; o zaman her EM alan gibi beyin alanının da bir dalga boyu olacaktır. Farklı dalga boyu taşıyan alanların fotonları da farklı enerji seviyelerindedirler. Yani beyinlerin EM alanlarının enerjileri farklıdır ve aynı beyin, elektrik yapısını ve buna bağlı olarak dalga boyunu değiştirebilirse, farklı enerji seviyelerine geçebilecektir. Enerji düzeyinin değişmesi ile farklı kabuklara (diyarlarda) atlamak mümkündür.

Peki beyin EM alanının enerjisi değiştirilebilir mi?

Evet, değiştirilebilir; eğer frekans/dalgaboyu değiştirilebilirse, enerji de değişecektir. Tayf, enerjileri değişik EM dalgalardan oluşur. Bu yüzden soru, “EM alanın pratikte frekansı nasıl değiştirilebilir?” sorusuna evrilmiştir artık.

Buraya kadar bilim alanındaydık, artık bilimsel verileri geride bırakıp, okültizm alanına geçiyoruz. (Aşağıdaki sözler bilim dışı varsayımlardır.)

Okült teorinin zaten temeli EM alan frekansının değişmesine (pozitive edilmesine) dayalıdır. Pozitif bir alan (Orta çağ literatürüne göre bir melek, ya da bizim görüşe göre cennet) ile senkronizasyon sonucu alınan fotonlar, tıpkı ısı enerjisi almış elektronun kabuk atlaması benzeri, bizim elektronları da farklı kabuklara kuantum sıçraması yaptıracaktır.

Şimdi asıl sorumuza (sorunuza) gelelim: Neden pozitif düşünce, ya da anlık (self-induced veya bir olaya bağlı) rahatlama sonrası atlanılan evrende kalınamamaktadır?

Yukarıdaki bilgiler gereği artık bu sorunun yanıtını vermek zor değildir: İlgili pozitif alanla kontak ne kadar sürdürülürse, kalıcılık o kadar uzun ömürlü olacaktır.

Sorun ise atlanan paralelde kalmaya enerjinin yetmemesidir. Enerjinin sakınımı yasası gereği elektron eski yerine çekilmektedir. Ancak yukarıda belirttiğim gibi bu yasanın violate edilebildiği (tıpkı ışık hızının geçilebildiği gibi) giderek ortaya çıkmaktadır… yani atlanan evrende eğer enerji fazlalaştırılabilirse kalıcı olmak mümkündür.

Bu yüzden yapılması gereken atladıktan sonra DAHA FAZLA pozitif bakış ile, daha fazla PE envoke etmektir. Oysa alışkanlıklar (beyinlerdeki ataerkil düşünce kalıpları) yüzünden söz konusu eylem pek de kolay değildir. Karşılaşılan bir olumsuzluğa direnememe, hissedilen yorgunluk, ya da inancı yitirmek nedeni ile yüzleşilen isteksizlik gibi durumlar enerjiyi azaltmakta, NE celp etmekte, böylece enerji yapısı farklılaşmakta ve elektron (adam) geldiği kabuğa (evrene) geri dönmektedir.

Bu kadar laftan sonra minik (ve belki de en işe yarar) bir öneri paylaşayım:

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!