REENKARNASYON ve KUANTUM – 4. Bölüm: QUANTUM ELECTRODYNAMICS (QED – Kuantum Elektrodinamiği)

(Bu yazıda QED, reenkarnasyonun varlığını doğruluyor olabilen üç konudan biri bağlamında ele alındığı için (temel konu reenkarnasyon olduğu için) yazı, QED hakkında özgün bir makale değildir.)

“QED, son yüzyılın (tabidir ki kuantum mekaniğinden sonra, çünkü kuantum mekaniği branşıdır) en büyük ve güçlü teorisidir. Bu teori Einstein’ın -kuantum mekaniği gerçekleri ile bir türlü uzlaşamayan- Özel Rölativite’si ile kuantum kanunlarını uzlaştırmıştır” diyerek konuya girelim ve bu “baba” lafları biraz anlaşılacak hale sokalım.

Önce elektrodinamik ne demektir, onu hatırlayalım: “Elektrodinamik, makrokozmosla ilgili (mekanikle ilgili) bir branştır ve sözcükteki ‘elektro’ lafından anlaşılabileceği gibi elektriğin (elektrik akımının) manyetik alanlar ile ilişkisi hakkındadır.

Şimdi de kuantum elektrodinamiğine gelelim ve onun ne olduğunu çeşitli cümlelerle anlatmaya çalışayım:

QED;

  • elektrodinamiğin kuantum alanlarında nasıl işlediğini,
  • kuantum seviyesindeki parçacıklar arasındaki etkileşim ve parçacıkların başka parçacıklara dönüşme dinamiğini,
  • ışık ve madde arasındaki etkileşimi,
  • klasik EM’nın kuantum karşılığını
  • klasik ED’in kuantuar, bu nedenle de kuantum mekaniği prensipleri ile açıklanacağını

gösteren bir bilim dalıdır.

Yukarıdaki “meraklısına” girişten sonra sözleri gündeliğe çevirerek durumu anlatmaya başlayayım.

Einstein ışıktan pek bahseder (Özel Rölativite zaten bu konudadır), her şeyi ışığa bağlar ve sonunda çaktırmadan işi “evren ışık hızı kontrolundadır” demeye getirir. O zamanlar alkış sesleri yeri-göğü inletir.

(Oysa yepyeni bulgular -biz garip insanoğlu ve Dünya planeti canlıları becermesek de- bazı şeylerin bal gibi ışık hızını geçebildiğini ortaya koymuştur. Evrenin sınırında ışık hızını geçen bir hızda dağılması, quantum tunnelling, quantum entanglement benzeri gerçekler buna örnektir.)

Özel rölativite biraz cool’dur; masal evreninin yasaları ile uzlaşmamakta, kafasına göre takılmaktadır.

Eskinin gece geç saatlere dek çalışan uzun sakallı müneccimlerinin, ya da uzak diyarlara yalın kılıç akın tazeleyip oralardan sihirli iksirler getiren kahramanlarının modern versiyonları olan bilimciler gecelerini gündüzlerine katarlar ve QED’i keşfedeler. (1928de Dirac tarafından ilk kez ortaya atılmış, günümüzde 1948de Feynman tarafından geliştirilmiştir.)

Bilim adamları geçimsiz tiplerdir, kolayca anlaşamazlar (şaka ediyorum tabi ki, bilimin doğasında kuşku temeldir ve bu iyi ve doğru bir şeydir); ama iş QED’e gelince hepsi neşe içinde kol kola girip şampanya patlatacak kadar ortak görüştedirler…

QEDin keşfi bir bayram günüdür.

Feynman QED için The jewel of physics demektedir.

Peki, tamam; QED, elektrodinamiği kuantum alanına taşır, bayram yaptırır, mücevherdir, ama bize bundan nedir?

QED, iki dünya (Einstein’ın makrokozmosla ilgili teorilerinin dünyası ile kuantum mekaniğinin dünyası) arasında bir bağlantı olduğunu ortaya çıkartan (hem de kolay görsellerle gösteren) en “sıkı” kuantum branşıdır.

İki dünya dediğimiz dünyalardan mikrokozmos, bizim evreni (ve de dolayısı ile bizleri, her şeyi) meydana getiren diyar olduğuna göre asıl alem, yani asıl ülkemiz, bizi var eden mekandır. Kalbimiz durup kan pompalamaya son verince, makrodan ayrılır, kendimizi orada buluveririz. Aslında mikrokozmos, o yüce gerçekliğin giriş kapısıdır. (Söz konusu “derinlerdeki mikrokozmos”a hatalı ölüm fikirleri ile kıyılmış ataerkil bilinçler “ölüm ötesi” diyor olabilirler.)

Sözleri daha da açalım:

Biz cansızlar ve canlılar (sıkıcı/kısıtlı Dünya yaşamı bireyleri, makrokozmos cefakarları, yani kütleliler) elektrondan yapılıyız. Elektronlar (kim ne derse desin) ne olduğu tam anlaşılamayan ama “yük” (charge) adı takılmış bir şeyi taşıyan parçacıklardır. Bunları kaskatı zırhlı, onunla bununla çatışarak (ona-buna çarparak) var olan ve çatışmalardan sonuçlar yaratan zırh içindeki eski zaman savaşçılarına benzetelim.

Bir de bizim gibi bir bedende mahpus olmayan, mikrokozmos adlı masal dünyası perileri, yani bize göre spiritüalistlerin “bedensiz varlıklarının” bir türü olan kütlesizler vardır. Bunlara “kuvvet taşıyıcı temel parçacıklar” (bozonlar) denir. Eminim ki adını sıkça duyduğunuz foton, bu perilerin en ünlüsüdür.

QED; zırhlı savaşçıların (“yük” adlı gizemi taşıyan parçacıkların) perilerle, bedensiz varlıklarla (fotonlarla) sadece ilişkide (etkileşimde) olduğunu değil, nasıl ve ne tip ilişkilerde olduğunu ortaya koymuştur! Periler, çevreden geçmekte olan zırhlı şövalyeleri (kütleli elektronları) heyecanlandırmakta (fizik dilinde “eksite etmekte”), virtual photonlarla etkileşimler olmakta, böylece –bizim dünyadaki şövalye/nimf ilişkisine benzemeyen ;-)- bir dolu olay meydana getirmektedirler.

(Feynman, adı geçen etkileşimi sizin-benim bile kolayca anlayabileceğimiz basit ve şirin diyagramlarla anlatıvermeyi başarmıştır. Meraklısıysanız, web’de bu konu hakkında bir dolu yazı bulabilirsiniz.)

Fotonlar; gizemli dünya perilerinin göllerde yıkanan türleri olan “nimfler” gibidirler. Kişi biraz kendini zorlayınca görülebilirler, izlenebilirler. Asıl periler, gölün dibindeki şatolarda yaşamaktadırlar… kolay ele geçmezler. QED, sadece fotonların da değil, masal aleminin tüm diğer perilerinin; gluonlardan z-bozonlara dek, dalga fonksiyonundaki tüm parçacıkların zırhlılarla (kütlelilerle, madde ile) etkileşimde olduğunu göstermiştir.

Şimdi bir nefes alıp bu bilgilere önceki bölümlerde dokunduğumuz QM ve ETC’i de katalım:

  • Bilinç EM bir alandır ve bu nedenle bildik fizik olaylar onun üzerinde etkindir. (ETC)
  • Evren, bu EM alanlarımızla beynimizin içinde var edilmektedir. (QM)
  • “Diğer alem” olarak da adlandırılabilecek bizim evrenin atölyesi (mikrokozmos) ve bizim mekan (makrokozmos) etkileşim içindedir. (QED)

İşte bu teorileri az da olsa anlayabilen kişiler için son adım, bu bilgilere ezoterizm bilgilerini katmak olacaktır. Söz konusu sentez oluşturulabilirse beyinlerdeki “Reenkarnasyon diye bir şey mi olurmuş? Olmaz tabi ki, kafayı yemedim daha… Hıh!” kuşkusu giderek zayıflayacaktır.

O zaman gelin, son adımı atalım.

gerçekten biz de yaratici miyiz?

Merhaba Janus.Son zamanlarda düsündüklerime çok dikkat etmeye basladim ve bunun faydasini hayatimin her alaninda görüyorum.Adeta istedigim arzuladigim her seyi bir sekilde elde ediyorum.Negatif düsüncelerim elbette oluyor ama hepsini kolaylikla gönderebiliyorum ve onlara tutunmuyorum.Bilemiyorum çok fazla çekim yasasiyla ilgili videolar izledigim için mi böyle düsünüyorum ama acaba gerçekten de kendi hayatimizin yaraticisi biz olabilir miyiz.benim Allah inancim var ve bunlarla ilgilenmeye basladigimdan beri aslinda her seyin cuk oturdugunu fark ettim ilk basta en el hak mevzusu daha sonra hz alinin bir siiri var orda da derdin ve dermanin biz oldugumuzdan koskoca evrenin bizim içimizde oldugundan bahsediyor.ve Allah bana dua edene her zaman cevap veririm diyor.ama tam da algilayamiyorum ben bir seylerin kesinliginin olmamasi her zaman etrafimizda milyonlarca olasilik olmasi aslinda bana bazen her sey o kadar saçma geliyor ki kendimi laboratuvardaki denek bir fare olarak hissediyorum ya da uçamayan ama her zaman gökyüzüne bakan bir kus gökyüzü gerçekler ama ben gidemiyom.bi anda bunlara nasil geçtim gerçekten bilmiyorum kafanizi karistirdiysam ya da bir seyleri anlatamadiysam kusura bakmayin sadece özet olarak sanirim size sormak istedigim sey sizce biz ne yapmak için variz

YANIT

Yanıtımı uzun-uzun okumak istemeyenler için sadece başlıktan yola çıkarak hemen bir kısa cevap vereyim: Evet ve hayır!

Evet; beyin elektriğimiz ile kendi evrenimizi biz var ediyoruz.
Hayır; biz “hâlk” etmiyoruz, var ediyoruz; çünkü pozitif (tanrısal), ya da negatif frekanslarla (vibrasyonla) var ettiğimiz için pizzayı yapmak adına yoğurduğumuz hamurun mayası bize ait değil.

Ve yanıta geçelim.

Sıkıntı ve sorularınız olsa da, bu doğal, evrimde ilerlemekte olan bir kimliği güzel anlatmış; olumlu ve olumsuz açıdan yaşanan en önemli noktalara parmak basmışsınız. Bu mesaj pozitif gelişim içindeki herkese yalnız olmadıklarını gösterici (bu nedenle ümit verici) bir içerikte.

Düşüncelere dikkat edebilmek, bunların geri dönüşünün olduğunu fark edebilmek, hala da negatif düşünceler üretiyor olmak, ama onlara sizin değiminizle “tutunmamak”, bir yandan kendine, diğer yandan iyicil bir yaratıcıya (her ne ad veriyor olsanız da) inanabilmek ve giderek -yine sizin değiminizle- “her şeyin cuk oturmasını” izlemek… işte evrimin güzel bir başlangıç olarak yeni bir evreye girmiş olmasının belirtileri…

Sizin adınıza sevindim; ama hala da hiçbir şey sona ermiş değil. Pencereden bakın: Caddede ya da sokakta gördüğünüz tüm insanlardan (genelden, binyıllardır süren olağandan) farklı olmaya başlamak bile kolay değildir.

Hele ki hızlanmak…

Zor bir süreçte başarılı olmaya başlamışsınız… ama dedim ya, bu sadece bir başlangıç. Ümit vermek için burada değilim; amacım bildiklerimi paylaşmak. Hemen istediğimi söyleyeyim: Kolay bir işte değilsiniz. Esmekte olan rüzgara (genel insan mutsuzluğuna) karşı yürümeye çalışmak kolay olabilir mi? Özetle, yüzleşeceğiniz zorlukları olağan kabul edin ve buraya gelebildiğiniz için ilerleyebileceğinize de inanın.

Hz. Ali’nin şiirini bilmiyorum (ne yazık ki Alevilik hakkında, tıpkı Tasavvuf gibi, fazla bilgim yok. Ben Müslüman değilim. Müslümanlık hakkında sadece hasb-el kader karşılaştığım ve hayran kaldığım Kuran ayetleri ve hadisleri tanıyorum). Ama hz. Ali çok güzel söylemiş. Bizim inancımızda kendisi -tıpkı hz Muhammet gibi- kutsal biridir. Oturduğumuz yerden, bize sempatik geldikleri için bu sözleri etmiyorum. Bu inancımız doğru mudur bilemem, bence (bizce) kesinlikle doğru olsa da, bizim inanıyor olmamız bir kriter değildir. Ama yine de söyleyeyim: İnançlarımız, araştırma ve bulgularımız ile saptamalarımız ardından bazı spiritüel odaklara danışıp onay almadan ASLA paylaşılmazlar. Yani hz. Ali için de, tıpkı hz. Muhammet gibi, savunulmalarının gerektiği hakkında onay almışızdır. Ve evet; evren bizim içimizde ve yine evet; kontak kurulabilecek ruh hali ile (beyin elektriği frekansı ile) edilen HER dua kabul olunur. Bu durum, düşsel ya da salt imana dayalı bir içerik taşımamaktadır ve gerisinde ETC, QM ve kuantum mekaniği vardır. (Nedenler hakkında soru gelirse yanıtlarım.)

Şimdi ise -bize göre- yanılgılarınızı dile getirmek için cümlelerinize geçelim:

Allah bana dua edene her zaman cevap veririm diyor.
Tabi ki!.. Bu olayın gerisinde senkronizasyon vardır. Yanıt (tepkime) gelmiyorsa Allah ile tam da senkronize olamadınız demektir. Bu durumu basite indirgeyerek “Yanlış şey için dua ettiniz” biçiminde cümleleştirebiliriz. Korku içinde, duyulmadığı kaygısı ile dolu, hele ki Allah’a istek deklare ederek (“illaki şu olsun” diyerek, “Sana güveniyorum Tanrım, bana hayrı ne ise onu verirsin, onu bekliyorum” inancı taşımadan, bu yürekliliği verecek imana sahip olmadan) edilen dualarla kontak sağlanacağını düşünmek zordur. İddia ediyoruz: PE sahibi (dinsel açıdan bakınca Allah ile full kontak içindeki, Allah’un undelerinde yaşayan, ya da ona benzemeye çalışan) insanların HER İSTEDİĞİ gerçekleşir (her duası kabul olur).

“ama tam da algilayamiyorum ben bir seylerin kesinliginin olmamasi her zaman etrafimizda milyonlarca olasilik olmasi”
Milyonlarca olasılık var; ama çevrede ele geçmez biçimde uçuşup durmuyorlar; seçilmek için beklemekteler. Seçilecek olmaları kaçınılmaz ve seçecek birim siz olduğunuz için aslında kesinlik de var demektir.

Biraz bilime girelim: Seçim gerisinde kuantum gravitesi (kütle çekimi) vardır: Süperpozisyondaki her bir olasılık -tıpkı makroda her bir kütlenin Einstein’ın teorisi gereği uzay-zamanı bükmesi gibi, mikrokozmoik uzay-zamanı bükmektedir. (Makrodaki gravitenin nedeni Newton’un sandığı gibi kütlelerin birbirini çekmesi değil, söz konusu bükümdür. Yerçekiminin babası sayılan Newton, yer “çekimi” dediği şeyi anlayamamış biridir. Bu sözler kişisel yorumumu değildirler; bilim dünyasında kabul gören gerçektirler.) Olasılıklar -kuantum mekaniğine göre- aynı yerde, bir anlamda iç içe haldedirler. Ancak bükümler arasındaki açıklık belli bir Planck seviyesine gelince bükümler arasında bir bifuraction oluşur, böylece sistem kararsızlaşır ve süperpozisyondaki olasılıklardan biri –dikkat buyurun- SİZ SEÇMEDEN çöker.

Sir ünvanlı parçacık fizikçisi (matematik fizikçi) Penrose’a göre bu çöküşte adlandırılamayan ama kişisel bilinç olmayan bir bilinç etkisi de vardır. Kendisi buna proto-consciousness adını vermektedir.

Onlar bilim adamı; biz okültistiz; yani teorilerimizi kanıtlamak gereği olmadan dile getirme (sallama) özgürlüğüne sahibiz. 🙂 Bizler bu bilince İyicil Yaratıcı ya da Ana Alan demekteyiz. Siz isterseniz Allah diyebilirsiniz. Bazı batılı bilim adamları Buda filan diyor. İnançsız olanlar “bir kuantum seviyesi” adını verebilirler. Yani süperpozisyon olasılıkları seçiminde (çöküşte) sizin beyin elektriği yapınız etkindir… ama yine de iyi bir etki bir ölçüde yönlendiricidir.

Yani yalnız değilsiniz.

Ama -Kuran’da altı defalarca çizildiği gibi, dinsel söylem ile- Şeytan’ı seçme “özgürlüğüne” sahipsiniz ve bu yönü seçerseniz Allah ile kontağınız kopar. Aslında kontak tamamen çok, ama çok nadiren kopar. Kişi pozitif frekansları itse de, evren ötesinin gerçeği pozitif olduğu için daima -yine dinsel söylem ile- “kurtuluş”, “gerçeği görmek”, doğru yolu bulmak (hidayete erme) şansı vardır. Takyonlar ya da Bohm’ın pilot waveleri, “Allah’ın melekleri” her zaman size ellerini uzatmaktadırlar.

“aslinda bana bazen her sey o kadar saçma geliyor ki kendimi laboratuvardaki denek bir fare olarak hissediyorum”
Açıkçası sizin ilerleme noktanızda olan pek çok kişide bu gibi kuşkular var. Bence olağan bir süreç ve de geçici. İman arttıkça kanıtlar dökülmeye başlıyor.

Ama şu da var: “Evren bir bilgisayar simülasyonudur” teorilerinden sonra
pek çok kişinin içine kuşku düştüğü de gerçektir. (Bu konuda bilgi edinmek adına EVREN BİR İLLÜZYON MUDUR? 4. Bölüm: EVREN (GERÇEKLİK) BİR BİLGİSAYAR SİMÜLASYONUDUR adlı yazımı okuyabilirsiniz.) Millet “Yoksa bir elektrik devresi miyim?” diye kendini yemeye başladı. Bilirsiniz belki, bu konuda Muse’da bir albüm yaptı. 🙂 Ama unutmayın: Neye inanıyorsanız o gerçektir. Bence “kendisine yakın (senkronize) olanın hep yanında duran iyicil yaratıcı”ya inanalım; çünkü bilim, imanlıların daha mutlu kişiler olduğunu kanıtladı. (Bu konuda bilgi edinmek adına SEROTONİN, İNANÇ ve MUTLULUK adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

“ya da uçamayan ama her zaman gökyüzüne bakan bir kus gökyüzü gerçekler ama ben gidemiyom.”
Değerli kardeşim, yukarıda söylediğim gibi, milyarlarca yıldır, katrilyarlarca insanın başaramadığı yolda önemli adımlar atmışsınız ama bu ne acele? Sizin adımlarınız atabilenlere sabır ve sakinlik adlı erdemler yaraşır.

“kafanizi karistirdiysam ya da bir seyleri anlatamadiysam kusura bakmayin”
Çok da güzel anlatmışsınız.

“sizce biz ne yapmak için variz”
Bu konuda bir kitabım var, ama önemli üç yayınevi geri çevirdiği için başkalarına götürmekten vaz geçtim. İşe yarar olsa basarlardı. Aslında biraz da bana “bastırma çabası, ve sonrasında yaşanacaklar” şeklinde özetlenebilecek süreçlerle uğraşmak da zor geldi, derler ya, “gözüm yemedi”; çaktırmayın. 😉 Hemen süreçleri açıklayayım: Ay basıldı, vay basılmadı, ah editör bunu değiştirdi, öf klavye gerisine gizli biri kitabım hakkında acayip yorumlar yaptı, feşmekanlar sosyal medyada hakaret etti, falangiller, beni savundu… offffffff…. “Yahu ben ne yaptım? Keyfimi hiiiiiiç kaçıramam!” deyiverdim. Bir gaza geldik, bastırmaya kalktık… Olmadı. Bence olmaması iyi de oldu:)

Her neyse… Konuya döneyim.

Kitapta mitoloji ve kuantum mekaniği bazında uzun uzadıya anlattığım gibi bir şey yapmak için var değiliz. Ana bütünden, buna yaratıcı diyelim, bilemediğimiz, ama giderek bulmaya başladığımız bir nedenle koptuk. Bir çeşit virtual fotonuz. “Fışkırma”yız. Bu durum kabarcık olarak Mısır Yaratılış mitlerinde yer alıyor. Yaratılış mitlerinden yola çıkmadığı açık olan ünlü kozmolog Max Tegmark da aynı şeyi söylüyor ve bizlere “Children of Bubble” diyor. Orch OR kuantum teorisi yukarıda söz ettiğim bifuraction’u kabarcığa benzetiyor. İşte bu kabarcık biziz. Bir şekilde koptuk, koptuğumuz için çöktük… yani maddeleştik. Bazı inançlar ve İlk çağ yaratılış mitleri nedenin bir saldırgan alt tanrı olduğunu söylüyor. Yani Şeytan… Valla buna ben zerrece inanmıyorum. Şeytan biziz. 🙂 Bir hatalı frekans üretmek yüzünden kabarcık olduğumuza, böylece maddeleştiğimize, yani kuantum mekaniği dilinde “dalga fonksiyonu iken parçacık olarak çöktüğümüz”ü savunuyoruz.

Teorilerimizde yanılmıyorsak bunun anlamı beyin elektriği frekansını düzeltebilirsek (dinlere göre iyi insan olursak, bize göre rahatlar ve PE üretebilirsek), anında, ne “an”ı, nano saniyede, eski keyifli (isteyen mutlu der) yerimize -Cennet’e- “pıt” diye döneceğiz. 🙂

Sonuç olarak derim ki: Felsefi beyin fırtınalarına, hak/hukuk/adalet savaşlarına, kurtarıcı sanılanları izlemeye, inisiyasyonlarda beyin yoğurtmaya vb. vb. hiç gerek yok. Hafif, pozitif, rahat, sorunsuz, kafaya fazla şey takmayan ama sorumluluk almayı seven (kendi keyif düzeyimize eşit miktarda diğerine de rahatlık dağıtan) bir kimlik geliştirince o “pıt” diye gerçekleşen şey oluverecek. Kendimizi yaratıcı ile iç içe, yani özgün yerinizde, evimizde, yuvamızda, bir diğer bakış açısı ile cennette buluvereceğiz.

Toparlayayım: Kuantum mekaniğinin saygın bir yorumuna göre evreni (Bohr’un dediği gibi) ölçüm değil, (Stapp, Winger, Penrose vb. nin dediği gibi) bilinç var ediyor. E, zaten bu yüzden koptuk (dedim ya, Şeytan biziz). Evreni güzel (tanrısal frekansla) var ettiğimiz anda yerimize (gerçek evrene, yaratmadığımız evrene, cennete) döneceğiz.

Kompleks ve gizemli bir yapı yok orada. Her şey apaçık…

nasil mesafe koyabiliriz, nasil had bildirebiliriz, nasil tavir koyabiliriz.

Aslinda daha çok ikili iliskiler hakkinda ama her türlü iliski için geçerli. Sormak istedigim, nasil mesafe koyabiliriz, nasil had bildirebiliriz, nasil tavir koyabiliriz. Gereksiz trip atip mizmizlanmak, insanlari yönetmeye, manipüle etmeye ya da ezmeye çalismak degil kastettigim, belki kendimizi kontrol etmek ya da iliskinin gidisatini yönetmek. Önceden çok güzel yapabiliyordum bunlari, sonra galiba biraz fazla yumusak bir insana dönüstüm. Aman onu kirmayayim, söyle yapmayayim yanlis anlamasin, haddini bildirmeyeyim ezdigimi düsünmesin diyerek gittikçe tahammül etmeye basladigimi fark ediyorum. Bu belki disarda dogru olani yaptigimi gösterse de içimde – belki iyi olmak için- kendi hakkimi korumadigimdan öfkelenmeme sebep oluyor, tabii aslinda daha çok kendime kiziyorum çünkü buna ben izin veriyorum. Daha sonra ufacik bir seyde patlayabiliyorum. Eskiden bunlari çok dogru bir sekilde yönetebilirdim ama simdi bazen öyle sinirleniyorum ki sanki ilk defa böyle durumlarla karsi karsiya kaliyormusum gibi düsünmeden hareket ediyorum. Nasil hem mesafeli ama soguk olmadan, hem kibar ve seviyeli ama yapmacik olmadan yapabiliriz bunu? Hatta belki o mesafeyi geçmeye cesaret edemeyecek kadar net ve uzak olma noktasinda. Özellikle yakin çevre ve iliskiler konusunda, yakinimizdaki insanlarla aramiza mesafe koymak daha zor olabiliyor maalesef. Cevabiniz için simdiden çok tesekkürler, sevgiler.

YANIT

Sevgili sanal öğrencime merhaba… 🙂

Mesajında, senin hedefin olduğunu bildiğim PE, hatta dinsel açıdan bakarsak “iyilik amacı” biraz az. Bu bakış açısı ve getirdiği kaygı kişiyi rahat bir ruhtan ve tabidir ki PEden uzak tutar. Önce overall birkaç laf edeyim; sonra cümlelerine inelim:

İlişkilerde (ikili ilişkilerde de) “had bildirmek”, ya da “ilişkinin gidişatını yönetmek” arzuları yanlış beyin elektriğinin yarattığı tutum ve hedeflerdir. Kişinin bir “doğru” kavramı vardır ve bu kavram her bir yere “monte edilir”. Eğer yaşamın farklı alanlarına monte edilen bu kavram kişiyi mutsuz edecek sonuçlar yaratıyorsa yanlış içerikli demektir. Kişinin “doğru” modelinin kendisini mutsuz etmesinin ise tek açıklaması “Doğru kavramını aslında anlayamamış, bu nedenle yorumlayamamış ve aynı nedenlerle geri dönüşü alamamış olması”dır.

Senin cümlelerin üzerinde konuşursak sanırım demek istediğimi daha iyi anlatacağım.

“Sormak istedigim, nasil mesafe koyabiliriz, nasil had bildirebiliriz, nasil tavir koyabiliriz.”
Karşı taraftan, sana bu gibi duyguları bir gereklilik olarak hissettirecek bir davranış gelmişse orada hata olarak adlandırılacak bir defekt var demektir. Bana sorarsan bu gibi durumlar ilişki kurulan kişinin doğru kişi olmadığını göstermektedir; bu yüzden yapılması gereken tek şey uzaklaşmak, en azından uzak durmaktır (biraz mesafe koymaktır). İnsanlara (karşı cins dahil) had bildirmek sadece ciddi tehlikeler varsa doğrudur.

Peki; nasıl mesafe koyabilirsin? Çok basit: Mesafe koyarak! Aramazsın. Az görüşürsün, görüşmek zorunda kalınca az konuşursun, az gülümsersin… İnsanlar anlarlar. Ama had bildirmeye, tavır koymaya kalrsan hiçbir şey anlatamaz, bir de düşman, en azından sana öfkeli, bir kimlik yaratırsın. Önemli olan bu “objektif uzaklaşmaları” mekanda, ama “subjektif uzaklaşmaları” beyninde yapmandır (yani o kişiyi “kaale almaman”, düşüncelerinde ona ve/veya yaptıklarına yer vermemendir). O zaman had bildirmek gibi tehlikli bir tavır da sergilememiş olursun.

” belki kendimizi kontrol etmek ya da iliskinin gidisatini yönetmek.”
Bir şeyi yönetmeye kalkmak nadiren doğrudur. Doğrusu; birlikte ilerlemektir. Özellikle özel ilişkilerde ilişkiyi yönetmeye kalkmak, ilişki adlı evrimi sürecinden (okuldan) hiç yararlanamamayı garanti eder. Ayrıca kendini kontrol etmek ve ilişki yönetmek birbirinden çok farklı şeylerdir ve evet; kendini yönetebilirsin… kontrol edebilirsin. Bunun ilk adımı da kimseyi yönetmeye kalkmamayı becermektir.

Önceden çok güzel yapabiliyordum bunlari, sonra galiba biraz fazla yumusak bir insana dönüstüm. Aman onu kirmayayim, söyle yapmayayim yanlis anlamasin, haddini bildirmeyeyim ezdigimi düsünmesin diyerek gittikçe tahammül etmeye basladigimi fark ediyorum.
Bize “siz nasıl içkiyi savunursunuz?” diyenlere her zaman “Kötü olan içki değil, aşırılıktır” deriz. Yani bu evrende aşırılık adlı kavram (yani dengesizlik, yani-yani “olması gerektiği kadar uygulamama”, ölçüyü bilmeme) kötülüğü yaratan en önemli unsurdur. Dindarlıktan, çocuk sevgisine; vatanseverlikten, cesarete dek en yüce sayılan kavramlar bile aşırılık (dengesizlik) ile felaket yaratır. Vermek, paylaşmak, anlayışlı olmak, uysallık birer erdemdirler. Ama denge kaybolunca son derece kötü sonuçlar yaratırlar. Sana gelelim: “Yumuşak” olarak nitelediğin kimlik bence -uyum içerdiği için- bir erdemdir. Ama kendi sözlerinle “fazla yumuşak” diyerek ifade ettiğin tutum, gerekli ölçüde olmadığı için seni mutsuz etmiş olabilir.

Ancak şu da var (Biraz yumuşaklık hakkında konuşalım): Ataerki tam tersini ezberletse de gündelik yaşamda eşit ölçüde yumuşak ve sert olunacağına, yumuşak tarafa meyilli olmak (yani dengeyi yumuşaklıktan yana bilinçle bozmak) çok daha rahat bir yaşam var edebilir. Bu düşüncenin nedenselliğini yine fizik ile göstereyim. Sana yollanan olumsuz bir tavrı, atılan bir topa benzetelim. Eğer topun çarpacağı yüzey yumuşak VE DE gelen toptan zarar görmeyecek yapıda ise aksiyon (hareket) sona erer. Oysa sert bir yüzeyse top yansır, yansıyınca topu atan tarafından daha şiddetle fırlatılır… İnsanlar (özellikle korkmuş ve öfkelenmiş insanlar, sana bir saldırıda bulunduklarında (sıradan, gündelik saldırılardan söz ediyorum) bekledikleri tepkiyi görmediklerinde sakinleşecek (korkularını yenecek) olabilirler. Yani onlara içten gelerek, korkusuzca (kendini aldatarak değil), ama ezilmeden, kararlılık ve ciddiyetle onlara bir ölçüde hak verdiğini söylersen ve de işin senin haklı olduğun aspektlerinden söz etmezsen, kimi zaman çıkacağı garanti olan kavganın başlamadan bittiğini izleyecek olabilirsin. Önemli olan işleri halletmektir. İşleri halledecek her yöntem en iyisidir. Öfkeyi dindirmek, hiçbir plan yapmaya gerek olmadan işleri yoluna sokmanın önemli bir yoldur; çünkü öfke giderilirse –her işi çözümleyen- PE celp olur. Ama bu metodu inanmadan uygularsan (içinde kaygı varsa, kendini bastırma ve bu yüzden stres altına girme varsa) SEN NE celp ettiğin için davranışının geri dönüşü fazlaca olmayacaktır.

“Haddini bildirmeyeyim ezdigimi düşünmesin” diye düşündüğün anda, had bildirebileceğin gerçeğini, böyle bir eğilim ya da huyun olduğunu itiraf etmiş olmaktasın. Hata bence buradan kaynaklanıyor olabilir. Bir kriter değilim ama şahsına soru sorulan biriyim, o yüzden izninle kendimden söz edeyim: Anaerkiyi sindirdiğimden beri bana yapılan gündelik hatalı davranışların sahibine had bildirmek gibi bir şey aklımdan katre saniye geçmemiştir. Böyle bir durumda kalınca aklım hemen davranışın nedenselliğini incelemeye başlarım. Söz ettiğim “incelemek”, temelde kendine hak vermeye eğilimli içsel konferanslar denilebilecek uzun düşünceler değildir. Bir bilim adamı soğukkanlılığı ile KARŞI TARAFIN neden böyle davrandığını, olayı ONUN penceresinden bakarak keşfederim. ONA hak verirsem, ki empati yapabilmişsem genelde veririm, çözümü bu yapı temelinde üretirim.

“Bu belki disarda dogru olani yaptigimi gösterse de içimde – belki iyi olmak için- kendi hakkimi korumadigimdan öfkelenmeme sebep oluyor, tabii aslinda daha çok kendime kiziyorum çünkü buna ben izin veriyorum. Daha sonra ufacik bir seyde patlayabiliyorum. “
Demek ki temelde “ezilme KORKUN” var tatlım; çünkü öfke, korkunun varlığının kanıtıdır. Sorunları kazanılması şart olan bir üstünlük savaşı şeklinde görmemek ve doğru yöntemle çözüm aramak keyifli bir hayatın gerekliliklerindendir. Bastırdığın her bir huyun eninde sonunda patlar. Fizik bir yasadır bu ve beyin (ruh/bilinç) ETC teorilerine göre fizik yasalarla işler. Bastırmak yanlış; bastırılan huyun, ya da düşüncenin hatalı olduğuna, ziyan getireceğine, kayıplara neden olacağına inanç yaratmaya uğraşmak gerçeği görmek, doğrudur. İnanmadan “doğru olanı yapmaya uğraşsan”da başarılı asla olamazsın. Kendini fazla zorluyorsun. İyilik ve PE fazla zorlama ile değil, kendin olmakla, KENDİN OLARAK hataları elemine etmekle elde edilir. Zorlanma gereklidir, ama bastırmayı içeriyorsa zarar verecek olabilir.

Tüm bu sözlerimin ötesinde, iyi olmak (PE içinde yaşamak ve keyfili bir hayata sahip olmak) için uysal (yumuşak) olmak da tek kural değildir. Otoriter insanlar, eğer bu nosyon GERÇEKTEN POZİTİF KİMLİKLERİNİN UZANTISI İSE ise, bu huyu güzelce taşıyarak, biçimlendirerek, çok yararlı ve mutlu edici sonuçlar yaratabilir, PE celp edebilirler.

İçine düştüğün hata, bence Yahudilik ve Hıristyanlık kavramlarının “iyidir doğrudur” diye pop kültüre sızmasından kaynaklanmaktadır. İyi insan -bu iki dinin iddia ettiği gibi- tek (biraz boynu bükük ve coşkusuz, pırıltısız; ama kimi konularda elde kılıç taşıyarak kavgacı) kimlik değildir. İyilik adına ezbere gitmek, böylece gerçeklerinden uzak kalmak, kişinin başına ciddi sıkıntılar açabilir. Amaç diğerine (ya da doğrudur diye dayatılana) özenmek değil; sahip olduklarını pozitive etmek, daha dorusu “gerçek yapılarına döndürmek”tir. Bence sen otoriter biri değil, otoriter olursa acılardan korunacağına inandırılmış birisin. Çözümü yanlış yerde arıyor olabilirsin. Kişi sadece kendi olarak, ama “kendi” olan yapıyı evrimselleştirerek acıdan korunabilir.

“Nasil hem mesafeli ama soguk olmadan, hem kibar ve seviyeli ama yapmacik olmadan yapabiliriz bunu?
Bak, bu cümle ile benzersiz amacı (ultimate aim) çok güzel rezüme etmişsin. İdeal kimlik gerçekten de budur. Ne yapılması gerektiğini söylüyorsun, sonra bunu nasıl yapacağız diyorsun. Yanıt “Böyle davranarak”dır. Eğer böyle davranmıyorsan, sorunun bu olduğunu anlaman gerek. Böyle davranamamanın nedeni kimliğinde bu nosyonların olmamasıdır. Zamanla bunların gerekliliğine değil de; bunlara sahip olursan, İÇİNDEN GELEREK böyle davranırsan kazanacağın şahane güzelliklere inanman sana yardımcı olacak. Herkesin iyi şeyleri elde etmek adına harcayacağı ek (yedek ve gizli) güçleri vardır. Sorun, aslında bu kazanımların gerçek olmadığına (belki de gizliden gizliye) inanıyor olmaktır. Kişi her zaman, beyninin “inanıyorum” dediği her şeye inanmaz. “İdeal tutum”ları üstlenememe nedeni onların geri dönüşlerine gerçekten inanmamak kadar, onları ezbere üstlenmeye çalışmak, onları karakterde rezüme edememek de olabilir. Bu yüzden derim ki, zaten bildiğine inandığım güzel tutumların geri dönüşlerine inan ve onları kopyalama, “sen yap”; taklit etme, sindir.

Belki de bunun ilk adımı ilişki kurduğun kişilerden korkmamak, bu yüzden (darbe almamak adına) onları yönetmeye çalışmamak, onlardan geleceğine neredeyse -bence- emin olduğun hatalara karşı koymaya soyunarak hayata adım atmamaktır. İnsanlar (hepimiz) hatalıdır. Birisi seninle ilişki kurdu diye bu kuralın dışına çıkamayacaktır.

Sen içinde tutarlı bir rahatlık yaratabilirsen kimse sana dokunamaz. Dokunanlar, gizli bir el tarafından yakılır. Öğrencilerim “Biz şu iyi davranışları yaptık, ama geri dönüş olmadı, bir de başımıza dert açıldı, ne iş?” derler. Ama sözleri güven (inanç) ve sabır adlı erdemleri bilmediklerini (yani PE sahibi olmadıklarını, PE sahibi olma taklidi yaptıklarını) itiraf etmeleri anlamındadır. Doğru davranan, doğru davrandığından emin olan ve her şeyin bir zamanı olduğunu bilen (mekanizmaya inancı olan) geri dönüşü zamanı gelince apaçık izleyecektir.

Hatta belki o mesafeyi geçmeye cesaret edemeyecek kadar net ve uzak olma noktasinda.
Yaklaşımın doğru değil bence. Cesareti en fazla yücelten, cesaretten en fazla konuşan kişiler aslında “korkanlar”dır. İnsanlar -pek çoğu- korkunç düşmanlar değil, senin kadar senden korkan kişilerdir. Senin korkusuz (ama gerçekten korkusuz) yaklaşımın zaman içinde onların da korkularını aşmalarına neden olur. Oysa çözümlerini cesaret kavramını aşırı yücelterek saptamaya çalışırsan sistemin içine korkuyu da fark etmeden sokmuş olursun. Cesaret, en çok (bence SADECE) kişinin bir korkusunun varlığını kabul etmesi sonrasında el atılacak bir kavramdır.

Özellikle yakin çevre ve iliskiler konusunda, yakinimizdaki insanlarla aramiza mesafe koymak daha zor olabiliyor maalesef.
Koymak isteyen koyar. Konulamıyorsa aslında becerilmediği değil, gizliden gizliye istenmediği içindir. Yukarıda dediğim gibi, az birlikte olmak (aynı evin ya da iş yerinin içinde de birlikte olma zamanı azaltılabilir), az konuşmak, kabalaşmadan (çok güzel dediğin gibi) “kibarca”, ağırbaşlılıkla ama biraz (biraz) soğukça yanıtlar vermek uygulanması zor şeyler değildir.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Hatalılarla mücadele etme sorumluluğu

Sayın hocam, gerek sizden öğrendiğim gerek başka kaynaklardan öğrendiğim şekilde günlük hayat senaryolarım içinde üzerime vazife olmayan yani direkt bana sorulmayan veya direkt benden görüş veya eylem istenmeyen olay ve durumlara seyirci olmaya ve izleyerek öğrenmeye çalışıyorum. (Bunu eskiden yapamıyordum şimdi çabalıyorum)

Örneğin bir arkadaş sohbeti veya iş durumunda yanlış gördüğüm bir düşünce oluyor ama bana sorulmadan cevap vermemeye çalışıyorum ki normalde mutlaka bir şekilde müdahil olurdum.

Yada markette maskesini takmamış birisini reyon görevlisi kibarca uyardığı zaman adam ters ve kaba bir şekilde cevap verirse içimden şu adama haddini bildireyim geçse bile sesimi çıkarmıyorum çünkü gereksiz bir NE celp etme durumuna girebileceğimi düşünüyorum. Ama bir yandan da ufak bir rahatsızlık duyuyorum acaba şahit olduğum için beni ilgilendiren bir durum muydu ? diye kendime soruyorum.

Kısacası bizlere ters gelen veya düzeltmemiz gerektiğini düşündüğümüz ama direkt olarak bizi ilgilendirmeyen durumlarda sözsüz ve eylemsiz kalmamız doğru mudur ? Yani ben formülü doğru mu anlıyorum ?

PE yanlısı yani evrenin Pozitif tarafında kalmak isteyen insanların NE durumlarına müdahale etmek ve düzeltmeye çalışmak konusunda sorumluluğu var mıdır ?

Kuranda “Fitne ortadan kalkıncaya kadar onunla mücadele edin” emrini nasıl değerlendirmeliyiz.

Sevgilerim ve Saygılarımla

YANIT

Öğrencime merhaba!

Önce işin basit yanından başlayalım:

  • Maji öğrencisi olduğunuz için beyin elektriğinizi bu gibi olaylarla sizi karşılaştırmayacak frekansa getirebilirsiniz. (Anımsayın, evreni beyin elektriğinizin frekansı, yani bilinç yapısı, ki, buna hayata bakış da denilebilir, yaratır.)
  • Ya da kendinizle değil, yaşam ile ilgili çalışmalara meraklıysanız, ilgili durumları çözecek (yaşamı rafine edecek) çalışmalar yapabilirsiniz. Bu amaç diğerlerinin alanına girmek olarak algılanmamalıdır; çünkü hedef alanınız, kendinizin alanıdır (yani bir anlamla sadece kendinizle yaşadığınız alandır). Konuyu basitleştirelim: Geçinemediğiniz İnsan Kaynakları müdürü ya da rektör ile çalışmak zorunda olduğunuzu düşünün. O kişiye DEĞİL, icraata maji yapmak, yani artık SİZE GÖRE doğru kararların alınacağı bir ortam yaratmak adına çalışma yapmak, o kişinin alanına girmek demek değildir.

İkinci adımda şunu söylemek isterim:

Sizi çok yakından olmasa da, öğrencim olmanız hasebi ile az da olsa tanıyorum. Yaşamda yüzleştiğiniz sıkıntıların nedenlerinden biri kelimelere (konuşmaya) fazla önem vermeniz olabilir. Kelimeler, bilirsiniz, “kılıçtırlar”. İşin kötüsü, beyindeki bazı enerjilerin verbal olarak dışa vurumudurlar. Yani fazla kelime, beyinde fazla kılıç bulunduğunun kanıtı olabilir. Ataerkil kültürde yaşayanların başlarına açtıkları dertlerin en büyük nedeni sorunlar karşısında “konuşalım” yaklaşımıdır. Hayvanların koklaşarak, insanların konuşarak anlaştığı hakkındaki söz büyük bir tuzaktır. Hayvanları küçümseyerek insanları onurlandırma eğilimindeki bu söz insanların koklaşarak anlaşmadığını savunduğu için yanlıştır; çünkü insanların da feromonlar aracılığı ile etkileşime girdiği ortaya çıkmıştır. Ayrıca konuşarak anlaşmak, kelimeler (kılıçlar) beyin alanlarına saplandığı için tehlikelidir. Kılıçla alınan darbelere hayatta kalma içgüdüsü nedeni ile karşı koymak doğal bir insan tepkisidir. Alınan darbelere karşı koydukça, iş katlanarak artar ve olay çok kötü yerlere varır. Koca adlı kimlikler eli ile yaşamını kaybeden hanımların pek çoğu bu acı olayı konuşmak amacı ile buluşmalar sonrasında yaşamışlardır.

İnsanlar konuşmadan bakış, uzaklaşma, beden dili gibi aracılara çok güzel anlaşabilirler, karşı tarafa -kimi zaman “çaktırmadan”- dertlerini, sıkıntılarını anlatabilirler.
Susuştan, baş çevirmekten, soğuklaşan tavırdan anlamayan bir evlat, ebeveyn, müdür, elemen, ya da arkadaş, kaskatı bir duruş, düz ve aşırı ciddi bir bakış ve ani sayılabilecek bir uzaklaşma ile mesajı alabilir… böylece kendine göre derin anlamlar taşıyan savunmalarını duymak ve bunlara cevap yetiştirmek zorunda kalmazsınız.
Sözün özü mesajınızın konusu olan “hataları eleştirmek” şeklinde özetlenebilecek tutumunuz değil, tutumunuzu sergileme yolunuz hatalıdır.

Bu girişten sonra cümlelerinize gelelim ve ikisini peş peşe ele alalım.

“günlük hayat senaryolarım içinde üzerime vazife olmayan yani direkt bana sorulmayan veya direkt benden görüş veya eylem istenmeyen olay ve durumlara seyirci olmaya ve izleyerek öğrenmeye çalışıyorum.”
“Örneğin bir arkadaş sohbeti veya iş durumunda yanlış gördüğüm bir düşünce oluyor ama bana sorulmadan cevap vermemeye çalışıyorum ki normalde mutlaka bir şekilde müdahil olurdum.”

Cümlenizdeki “üzerime vazife olmayan” sözleri hatanızın bilincinde olduğunuzun kanıtı… Soru olmadıkça yönlendirme yapmak doğru değildir. Herkes kendi yaşam modelinde, kendine özgü (özgün) kaderini yaşamaktadır. İçinde yaşadığı işleyen sistemin tüm gerçeklerini (detaylarını) ancak ve ancak kendisi iyi bilir. Bu yüzden bir insan ihtiyaç duymadıkça (kendi başına aşamadıkça, çıkmazda kalmadıkça) yapılan müdahaleler yanlıştır. Bunun adı “diğerinin alanına müdahil olmak” tır. Diğerlerine “olumlu” olarak nitelenen konularda bile majikal çalışma yapmama nedenimiz budur. Çok doğru sanılan kimi -sözde- yardımlar, o kişiye yıkım getirebilir. Arkadaşlarınız size uygun olmayan konularda konuşmaya başladıklarında çözüm basittir: Ortamı terk edin. 🙂 Uzay-zaman konumunuza göre gözünüzü açık olan TVye kaydırın, pencere önüne veya tuvalete gidin, bara uzanıp bira alın, onları germeyecek, fark etmeyecekleri (ya da onu germeyecek, fark etmeyeceği) şekilde konuyu değiştirin, konu inatla sürüyorsa yanlarından ayrılın. Yaşam girift bir yer hiç değil. Onu karmaşıklaştıranlar, karmaşık beyin elektriğine sahip olanlardır. 😉

Sorun ise neden müdahil olmak istediğinizdir.

Pek çok kişi yanlış tutumları izler/fark eder, hatta sezer. Yani yanlışı görmek büyük bir meziyet değildir… yanlışı görünce frene basmak yerine, kahramanlık rolüne gömülmenin bilinç yapısında insanlara (hatta yaşamın kendine) duyulan gizli bir nefret, en azından küçümseme ve/veya kişilik temelinde yer alan -belki de kalıtımsal yolla sahip olunmuş- bir öfke bulunabilir.

Buna ek olarak tavrınızın nedeni -çok farklı sebepler yüzünden meydana gelmiş olan- “öfkeyi size ezberletilenler temelinde boşaltma yolu aramak” da olabilir. Yani var olan öfke, “en doğru” olarak belletilen, hem de pek yaldızlı olan (örneğin haksızlıklarla savaşmak, adalet aramak, zalime başkaldırmak vb. benzeri) bir konuda ortaya çıkma derdindedir. Aslında konunun pek önemi yoktur; amaç sadece boşalımdır. Öfke, “kabul edilen ve onurlandırılan” hangi konuyu bulursa oraya akar ve orada patlar. Böyle bir durum varsa sorulması gerekli asıl soru, karşılaşılan her tersliği büyük olay olarak görüp boşalma hevesine kapılan öfkenin neden var olduğudur.

“Yada markette maskesini takmamış birisini reyon görevlisi kibarca uyardığı zaman adam ters ve kaba bir şekilde cevap verirse içimden şu adama haddini bildireyim geçse bile sesimi çıkarmıyorum çünkü gereksiz bir NE celp etme durumuna girebileceğimi düşünüyorum.”
“Had bildirmek” şeklinde nitelenen davranış sadece diğer kişi alanına girmek değil, aynı zamanda girerek “bastırma”dır. Genel olarak PE celbi için zorlama gereklidir; ama “bastırma” -kişisel olsa bile- NE celp edecek bir zorlamadır! Bizim önerdiğimiz zorlama, bir sporcunun veya dansçının adalelerini -acı duyacağı ölçüde, ama çok isteyerek ve zevk alarak (acıdan zevk almak anlamında konuşmuyorum)- zorlamasıdır. Siz ise antrenmana istemeden girmiş, antrenmana inanmayan, sadece altın madalyayı isteyen birinin hisleri içindeyseniz antrenman sizde ciddi sakatlıklara yaratabilir; çünkü amaç alt madalyadır, antrenman sırasında alınan zevk ve doyum değil.

“Ama bir yandan da ufak bir rahatsızlık duyuyorum acaba şahit olduğum için beni ilgilendiren bir durum muydu ?”
“Kısacası bizlere ters gelen veya düzeltmemiz gerektiğini düşündüğümüz ama direkt olarak bizi ilgilendirmeyen durumlarda sözsüz ve eylemsiz kalmamız doğru mudur ?”

Her olayın farklı dinamikleri vardır. Nasıl davranılması gerektiği hakkındaki kararı kişi bilinci verir. Önemli olan bilincin -yüzleştiği olayı doğru yorumlayacak ölçüde- PEye sahip olmasıdır. Sizin -sorunlarınızı kısmen de olsa bildiğim için- çok fazla PE sahibi olduğunuza inanmıyorum. Bu yüzden önerim belki öncelikle KENDİNİZE biraz zaman ayırıp, PE düzeyinizi fazlalaştırmanız, olayları sonra değerlendirmeye çalışmanız olabilir. Lütfen şu gerçeği hiç bir zaman unutmayın: Kendi beyin elektriğinizden başka hiç bir şeyi düzeltemezsiniz.

“Kuranda “Fitne ortadan kalkıncaya kadar onunla mücadele edin” emrini nasıl değerlendirmeliyiz.”
Ayetleri cımbızlamak her zaman doğru davranış sayılmaz. Ayetteki “fitne” ve “mücadele” olarak adlandırılan sözcüklerin içeriği bu ayette açık değildir. Ayeti yorumlamak adına Kuran’ın “içrek anlamı” şeklinde lanse edilen “ruhunu” iyi sezmiş olmak; (İslam inançlıları kızacak olabilir ama söyleyeceğim) belki bazı yerleri atlayarak anlamaya çalışmak gerekir.

Müslümanlıkta her noktada karşımıza çıkan (örneğin cennete girenlerin ilk kelamı olan) Selam sözcüğünün anlamı “barış/sulh”tur… ve Selam, Allah’ın adıdır! Bakara 208 de “Ey İnananlar! Hep birden barışa (slm’e) girin.” şeklinde geçer.

Ayrıca Kuran’da ufak çaplı saldırılar karşısında kalındığında “Selam” deyip geçmek gerekliliği vurgulanır.
O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) “selam” derler (geçerler). Furkan 63.

(Selam hakkında bilgi edinmek adına SELAMÜN ALEYKÜM ve ŞEYTAN – 1. Bölüm: Güzel Esma “Es Selam”
adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Mümtehine 8-9’da sadece insanları yurtlarından çıkartanlara ve dinlerine karışanlara savaşılabileceği söylenir.

Maide suresi 32’de saldırı olmadıkça insan öldürmenin büyük günah olduğu anlatılır.

Verilmek istenen mesaj, ciddi tehlikelerin bulunmadığı süreçlerde, her olumsuzluğa yalın kılıç müdahil olmamak gerektiğidir.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!