Masonlar ve çalıntı bir kitap

Siz masonmusunuz, ve masonlarlami çalistiniz

YANIT

Hayır, mason değilim. Uzun yıllar önce majiyi öğrendiğim grup dışında (artık hepsi rahmetli oldu) hiçbir grup ile birlikte çalışmam olmadı, olmayacak da. Kurala, bilgeye, lidere, şefe hiç tahammül edemem. Adap-erkan bilmek başka iştir, “bu doğrudur, bu yanlıştır, burası böyledir, böyle yapman elzemdir, lazımdır, gereklidir, şarttır, farzdır” laflarına kafa sallamak başka…

Ancak bana yöneltilen sorulara verdiğim yanıtlarımı bu denli kısa tutmayı sevmediğim için masonlar hakkında bildiklerimi aktarmak isterim. Okuyacaklarınız yaşanmış olaylardan -hayatımdan- alıntıdır. Tüm hayat hikayeleri gibi benimkinin de dinleyenin içine sıkıntıdan fenalık getirmemesi için elden geldiğince kısa hikaye formatında dile getirmeye ve ilginç kılmaya çalışacağım.

Her şeyimi borçlu olduğum insanlar listesinin başında annemin babası gelir. Padişahın yaverlerinden bir paşa (bu sözcüğü general anlamında kullanmıyorum) Kırım harbinde esir düşünce kimsesiz kalan kız kardeşini (anneannemi) bir eğitimciye verirler (evlendirirler). Bu eğitimci çok başarılı bir öğretmendir; Abdülhamit han’dan nişan alır. Saraya da hayli bağlıdır.

Cumhuriyet’ten sonra, “Atatürk padişahçıları sallandırdı” denilen dönemde, yeni rejim tarafından değil “sallanadırılmak”, Nice’e kültür ateşesi olarak yollanır, sonra da hep üst düzey memuriyetlerde (genelde eğitim müfettişi olarak) görev verilir.

İşte bu zat -hayranlık duyduğum sayılı kişilerden olan- dedemdi.

Gençliğimin en yerinde duramaz yıllarında bile, beş vakit kıldığı namazı ardından seccadesi üzerinde yoga yapışını (88 yaşında sarvangasan pozunu kolaylıkla aldığını ekleyeyim) ilginç bir tiyatro sahnesiymişçesine izlemekten bıkmadığım biridir o.

Dedem “nevi şahsına münhasır” yapıdaydı. Spor sever olmak kadar arada “malı hamutu ile götürmeyi” (keyifli şekilde ama dolu-dolu içmeyi) severdi: Şimdinin Şişli-Arpa Suyu sokağı, öncenin bağlık mesire mekanıydı ve çayır üstü kır birahaneleri ile doluydu. Aile efradı sıklıkla oraya -kısa bir yolculuk anlamında, şehirden kaçmak amacı ile- bira içmeye ve kuzu çevirmeye (bu işin yanlışlığından o yaşlarda ne ben, ne de ailem haberdardık) onun önderliğinde giderdik, kimseye de elini cebine attırmazdı.

Biraya bayılırdı! Emekli olduktan sonra her Cuma, namazdan sonra, bira içmeye yürüyerek (Teşvikiye’den) Çiçek pasajına gider, eli kolu kendi değimi ile “toz-toprakla” (hindibağ benzeri şifalı otlarla) dolu gelir, sonra yine ortadan yok olur, odasına kapanır, okur, yazar, çizerdi.

Satanist erkek kardeşinin tersine o spiritüalistti. Hani ruh çağıranlar takımından… Emekli olmadan önceki yıllarda grubu ile ayda bir gün evde toplandıkları zaman ailenin erkekleri peraya kaçar, kadın ve çocuklar ise bir odaya toplaşır, duvardan gelen her tık sesi sonrasında ortaya dökülecek çarşaflı, zincirli hayaletleri korku ile beklerdik.

Tabii ki ne gelen olurdu, ne de giden.

Bu toplantılara -kendi halinde bir beyefendi olan ve sonradan peygamber ilan edilen- Bedri Ruhselman’ın da sıklıkla katıldığını ekleyeyim.

Dindar ve spiritüalist olmaktan öte, Masonların Kültür Locası Üstad-ı Muhterem’lerindendi (Büyük Üstat’larındandı).

Dedemi böylece tanıttıktan sonra, artık masonlarla ilgili anılara sıra geldi.

Bir tarihte Büyükdere’de yazılık evdeyken, dedeme -mutad hilafına- bir konuk geldiğini anımsarım. Bu beyefendi başka bir mahfelin büyük üstadıymış meğer, sonradan öğrendim. Birbirlerine gülerek “Silahlıyım” dedikten sonra mütevazi semt camiine namaza gitmişlerdi. “Silahlıyım” sözünün anlamının “abdestliyim” olduğunu da yıllar içinde anladım. Yani iki büyük üstadın ikisi de “namazında-niyazında” ve de alçakgönüllü adamlardı.

Ancak aralarına kadınları almamak gibi bir de huyları vardı. Ailenin feministi üvey annem (ki, beni yetiştiren bu eşsiz hanımefendi astronom olmasının ötesinde iki ayrı lisede matematik hocalığı yapardı) ciddi ölçüde benzediği Mary Poppins’inkini andıran bir hırsla burnunu çekerek “Hıh, yaptıklarını biliyor, bu yüzden senede bir gün önlük takıp kadınlara tenüblanjda hizmet ediyorlar” derdi. Bu sözcüğü duyduğum şekilde yineliyorum, ancak anımsadığım kadarı ile bu özel gecede kadınların aralarına girmesine izin veriliyordu.

Dedem doksan yaşına gelip aniden hastalandığında Amerikan hastahanesine yatmak istedi. Ama boş oda bulunamadı. Hemen Masonlara haber verildi (tam hatırlayamıyorum, bir şey zinciri kurdular, aklımda yanlış kalmış da olabilir tabir, ama pek de önemi yok), sonuçta birkaç saat içinde nasıl olduysa oldu, hastanede yer bulundu, dedem sevk edildi. Sözün özü o tarihlerde, bu silahsız raconsuz kişilerin Amerikan mafyası gibi güçleri vardı.

O süreçte birçok mason onu ziyarete geldi. Hepsi de… nasıl tanımlayayım onları? “Şahane” adamlardı demek geliyor içimden. Bir kere çok kibardılar, çok şıktılar. Cebi delik olmadıkları gün gibi aşikardı, aralarında “esnaftan Sülüman” tipte birini gördüğümü hatırlamıyorum. Öte yandan… ne diyebilirim içimdeki hissi anlatmak adına? Kelime bulamıyorum. “Farklıydılar” demekten başka şey gelmiyor elimden. Örneğin ellerini öptürmediler bize. Ayrıca hepsi de kural olarak Osmanlıca konuşmaktaydılar. Babamın her sabah dedeme neden bildik şekilde “Nasılsınız bu sabah?” yerine “Afiyettesiniz inşallah efendim?” dediğini anlar gibi oldum.

Biraz da masonların öğretilerinden söz edeyim; tabii ki yine yaşadıklarıma (daha doğrusu bir hırsızlığıma) değinerek.

Dedem sağlıklı beslenme tutkunuydu. Örneğin enginarı -bilmem kaç günde bir tane- hesabı ile yerdi. Bu önemli hesapta bir hata olmasın diye onun payı ayrı yerde dururdu. Gençlik asiliği ile -enginarı hiç sevmesem de- onun sayılı enginarlarını yemenin önüne geçemezdim.

Bir gün “Bu dolaptaki kitapların ellenmesini istemiyorum” diyerek kütüphaneye yarım santim kalınlığında karton kapaklı dokümanlar getirdi ve tümünü kilitli bir camlı dolaba yerleştirdi.

Tahmin ettiğiniz gibi kitaplar gizli mason yayınlarıydı. Ve yine tahmin edebileceğiniz gibi o günden sonra yegane hedefim artık enginarları yemek değil, o kitaplardan birini elde etmek oldu.

Bir gün camlı dolabın kilidini -ucunu kıvırdığım bir tel ile- açmayı başardım… ama büyük bir terslik sonucu jurnallerin (journals anlamında) hiç birini okuyamadım, emeğim boşa gitmesin diye acele ile elime en yakınını aparttım, kilidi acele ile kapatarak odama kaçtım.

Fark edildi mi bu hırsızlığımı?

Bilemiyorum. Kimse yüzlemedi.

Ama o günün akşamında kitaplar da ortadan yok oldu.

Aşırdığım jurnalde ne yazdığını merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Ben de aynı merak ile odamda kapağı attım, kapımı kilitledim, kitabın ince kapağını heyecan ile açtım. Ümit içinde -tıpkı şimdiki öğrencilerimin bazılarının eğitimden beklediği gibi- istediklerimi emeksizce elde etmeme yardım edecek pratik bilgiler bekliyorum. “Şu saatte şunu yap, bunu ye, buraya git, bunu söyle, berikini kokla” falan -filan benzeri pek gizemli şeyler…

Oysa kitapta sadece “Delf Mabedi ve Ruhun tekamülü” konuları anlatılmaktaydı!

İçimi sıkıntı bastı, sonuna dek okumadım bile, birkaç sayfa çevirip kitapçığı bir kenara attım. (Tabii ki aslında ortada bırakmadım, dikkatle bir yana sakladım.)

Yıllar sonra onu tabii ki baştan sona okudum. Ancak erişkinliğimdeki bilgi ve bilincim ile okuduğumda “önemli bilgileri kaçırdığımı acı ile fark ettim” diyeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. O kitap hala, bu gün bile, kütüphanemde. Ve şu anda bile, yani yıllar içinde elde ettiğim bilgiler sonrasında dahi, o kitapta yazılanlara bakıyorum da… Bu cümleyi bitirmeyeyim, duygularımı farklı cenahtan nakledeyim.

Aktarılan bilgileri elde etmek günümüz ortamında olanaksız değil; ancak beni üzen bilgileri sunuş tınısındaki… ne diyeyim? Gerçekten haddimi aşmak asla istemiyorum… Bu yüzden “bizim anaerkil beklentilerimize uygun olmadığı” konusundan dem vurayım. Bilgilerde tabii ki hatalı ve saygısızca bir şey yoktu. Ancak içeriğin beklediğim derinlikle de ilgisi de hiç yoktu.

Tumturaklı ve yer-yer ürkütmeye hedefli yaklaşımlar -bence- hiçbir işe yaramazlar. Bu tarzın aşırılaşmışını sigara paketlerine iğrenç resimler basarak sigara içme oranını azaltmaya çabalamaya benzetebilirim. Hani derler ya, “Kaş yapayım derken, göz çıkartmak” şeklinde özetlenebilir bir metottur bu.

İçerik hakkında biraz daha çalçenelik edeyim mi? Peki!

Osiris, bizim Baba Tanrı’dır. Bu Baba Tanrı modeli, farklı mitolojilerde çeşitli adlar alır: Uranos’tur, Siva’dır, Dionysos’tur, Abzu’dur… Evren ötesinin -kimine göre bilinçli, kimine göre bilinçsiz- bir frekansı, bir dalga boyu, bir bilinç yapısı, bir “var edici gerçeği”dir.

Zaman içinde kültürlerin ve bilginin gelişimine paralel olarak gelişe-gelişe sonunda Müslümanlığın Allah’ına evrilmiştir. (Bu sözlerin sadece inançlarınızı yansıttığını ve kesin doğruluk taşıdıkları hakkında en küçük iddiamın olmadığını ekleyeyim.)

Erkekliğin odağı, bir diğer deyişle “ideal erkek”tir.

Bizler, bu sitenin emekçileri, elden geldiği gücümüz yettiğince (hadi canım, canımızı dişimiz takıp kendimizi paralayarak) ona benzemeye çabalarız.

Ancak hırsızlama aldığım jurnaldeki Osiris, bizim Osiris değildi.

Bizim Osiris hırs küpü değildir bir kere; ağırbaşlıdır, sarsılmazdır, derindir, SAKİNDİR. Zor kızar. Taşır, ses etmez. Sever… Hayır, belli etmez demeyeceğim; bildik şekilde belli etmez, reklamını yapmaz… ama çok da güzel belli eder. Onun sevgisini anlamak için biraz dikkatli, sakin, sabırlı, “onun gibi” olmak gereklidir. Osiris, yani erkeklik, değişkenliğin odağı kadının denge noktasıdır, tabii ki kadın da onun. Erkek, gerçekte palas pandıras, dağınık, gürül gürül, pata-pat çata-çat bir enerji değildir. Sabit/sarsılmaz noktadır. Bu yüzden, bu özelliklerin yanlış anlaşılması yüzünden, kadından güçlü olduğu düşünülmüştür. Oysa o bir çeşit, kadında fazla olmayan çeşit güçtür.

Celalli, gösterişli, tepki veren, aktif olan, sağa sola giden… hazır mısınız duymaya… dişidir.

Bu yüzden çıkan kozmik savaşta Osiris öldürülür.

Bu sembolik anlatım aslında gerçek erkekliğin (özgün erkekliğin, doğal erkekliğin) nasıl olduğunu ve de madde evreninin yaratan o kozmik savaşta (ki, bilimde Big Bang deniyor) yok edildiğini fısıldar.

Çalıntı jurnaldeki Osiris ise bizim Osiris’e değil, bildik erkeğe benzemekteydi.

Jurnal bilgilerinin bu yapısı da, jurnal yazarının aslında evren gizlerinden büyük ölçüde bihaber olduğunu, ortada olan -bildik ve sıradan- bilgileri kullanarak iyi bir şeyler yapmaya çabaladığını düşündürmektedir bana.

Ancak ekleyeyim: Kitabın basım tarihi 1935 ve elimde sadece tek (ince) bir cilt var. Belki de o yılların bilgi düzeyine göre o kitapçıktaki bilgiler aşırı değerlidir, ayrıca diğer -çalamadığım- ciltlerde beni mutlu edebilecek kelamlar vardır; bilemiyorum.

Özetle Masonalar için psikologlar hakkında yaptığım yorumu yapacağım:
“Hatalı bilgilere inandırılan son derece seçkin -pozitif anlamda- farklı ve iyi insanlar onlar.”

Eğer gerçekleri olduğu gibi -ataerkil gözlükleri atarak- görebilselerdi ne mi olurdu?

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Ölüm ve Ötesi, Reenkarnasyon

Ölüm ve Ötesi, Reenkarnasyon ve bunun anaerkil ezoterizmdeki yeri

YANIT

Bu soru öylesine kapsamlı ki, ikna edici (mantıklı denilebilecek nedensellikler sunan) bir yanıt vermek için bir kitap yazmak gerekli. Yine de mantık sınırları dışına çıkmamaya özen göstererek (okült bir platformda gösterilebileceği kadar) ve de Müslümanlığa göndermeler yaparak birkaç kısa bilgi vereyim.

Yaşam ve diğer yaşamı (ölüm ötesini) birbirinden farklı şeyler olarak gösteren ataerkidir. Bu yaklaşımın nedeni -ele geçen “her fırsatta korku yaratmak” şeklinde özetlenebilecek anlayışı- bu alanda da etkin kılmaktır.

Ataerkide ölüm acı verici bir sonudur. Oysa gerçekte “yaşam” ve “sonraki yaşam” tek bir bütündür. Yani ortamın kendi bir yapı, bir bütün yapı, ya da bütün bir enerjidir. Bu yapıya dileyen tanrı ya da yaratıcı (Müslümanlıktaki adı Allah) diyebilir. Anaerkil yaratılış mitlerinde bu durum “Öncel evrenin hem kendi, hem yaratıcısı” şeklinde özetlenir. Gün gelir bu bütünlükten bir parça kopar, dalga fonksiyonu parçacık şeklinde çöker ve madde evreni oluşur, insan cennetten kovulur ve dünyaya iner.

Söz konusu yapıyı -dünyada kullandığımız bir kavrama benzeterek daha iyi anlatmak adına- “fizik bir ortamdır” şeklinde ifade etmek de mümkündür. Bu açıdan bakarsak enerjide kopmalar, birleşmeler, oraya-buraya çekilmeler, yok olmalar, yeniden var olmalar şeklinde süregelen bir yapı olduğu düşünülebilir. Basite indirgeyerek anlatmaya çalıştığım yapının dünyasal (daha da basite indirgenmiş) halinin Hadron çarpıştırıcısında var edildiği bile söylenebilir.

Bir atomu göz önüne getirin: Ona bir foton çarpar, bir elektron eksite olur, bir üst seviyeye atlar, bazen valens olur, başka bir atoma “kapılanır”, orada iyon olur, molekül olur, iyonize radyasyonda radikal yaratır, zarar verir, radikal çift olur, yarar verir… Bunda uhrevi bir yan var mıdır? Yoktur. Bunda bir felaket var mıdır? O da yoktur. Bu “başlayış ve bitiş” şeklinde özetlenebilecek bir yapıdır. Ölüm ve doğum da bu yapının dünyadaki canlılara özel görünümüdür.

Bu yapıya;
kimi beyinler “fizik bir yapı” derler, onlar ateisttir,
kimi beyinler “ölüp cennete/cehenneme gitmek” derler, onlar dindardır,
kimi beyinler “üretilen frekans (beyin elektriği) ile belli EM alanlarla senkronizasyon” derler, onlar okültisttir.

Oysa görüldüğü gibi herkes aynı filmin, farklı yorumlarını izlemektedir. Senaryo özde aynıdır.

İnsanlara;

  • ölümün doğal bir gidiş/geliş veya bitiş/başlayış sayılması gerektiği,
  • geride kalanlar için ayrılıktan öte zor yanı bulunmadığı,
  • iyiye götürücü, rafine edici büyük bir şans olduğu,1
  • bu evrende iyi bir şey elde etmek adına bir bedel ödemek gerektiği için ayrılığın da olgunlukla karşılanmaya çalışılmasının önemi

anlatılırsa, ölümün gerçeği görüleceği için dünya üzerindeki korku adlı NE alan ciddi ölçüde azalır… PE celp olmaya imkan bulur… işler kendiliğinden iyiye gitmeye, kapılar kendiliğinden açılmaya başlar.

Ölüm korkusu, işte bu sonuçlar var olmasın diye sürekli pompalanmakta, gerçekler anlatılmamakta, saklanmaktadır.

Ölümün olağan sayılmasına yönlendirme gayreti Müslümanlıkta ölünün ardından yüksek sesle ağlamanın “ruhu muazzep ettiği” şeklinde ifade edilir. Cenazede tatlı (lokma) dağıtılır. Diğer aleme göçenin iyiliklerinden (sevaplarından) söz edilir. Böylece ölüm korkusu ciddi ölçüde yok edilmeye çalışır. Örneğin birçok hadiste (Buhari’den alınan hadislerde de) “Ölümün kimi zaman yaşamdan hayırlı olabileceği, merhamet eseri gözlerin sulanabileceği, ama üzüntü duymanın anlamsızlığı ve ağlama sesinin müsibetliği” vurgulanmıştır. Mevlana’nın ölümü “Aşık ile kavuşma” şeklinde yorumladığı bilinir. Müslümanlıkta Hıristiyanlıktaki gibi “yas” (hayattan kopma ve acıya gömülme zorunluluğu) yoktur. Bu temel yapının günümüz İslam’ında fazla yer almadığı olmadığı cenazelerde tabutların üzerinde avaz avaz bağıranlar görülünce anlaşılabilir.

Anaerkil ezoterizmde aynı görüşlerin olması ilginçtir. Örneğin cenazedeki kişiler ölüm gerçeğini ne kadar olağan karşılarlarsa çevredeki EM alanın o kadar pozitif olduğuna, bu durumun bir cephe alan yaratacağına, diğer aleme yeni geçmiş (henüz bir bebek/cenin olan) ruhun bundan “nemalanacağına” inanılmaktadır. Bu ortamda da PE yaratmak ve celp etmek ana hedeftir. (Tatlı yemenin de anlık pozitif enerji celbi/daveti/kontağı olduğu unutulmamalıdır.)

Anaerkil ezoterizmde yeni ölmüş kişilerin güzel yerlere ulaştığı, ya da yeniden doğarak bu konumu elde etmek için bir şans sahibi olduğu düşüncesi yaygındır. Korku (ve acı), ister ölüm korkusu, ister farklı bir şekilde gelsin, NE’dir; NE ise şansları kirletecek, en azından azaltacaktır… ki, bunun gerisinde cenin ruhun iyi bir odağa yönlenme şansı da vardır. Diğer aleme göçen kişinin ardından uzun süreli acı çekmenin diğer alemdeki ruhun var olan şansını eksilttiği bile -bence- düşünülebilir.
Okumayı sürdürün >>


Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Adınız ne

Gercek adiniz ne acaba neden kullanmadiniz

YANIT

Neden çok… İşte birkaçı:

  • Bizim dünyada herkesin bir takma adı olması olağan olduğu için kullanmıyorum. “Veli Yürür” benzeri olağan bir ad ile (hemen not düşeyim; güzel bir adım ve soyadım var) karizma çizilecek diye düşünüyorum 😉 Bana Janus dendiğinde sanki kişi ezoterizmle kontak kuruveriyor.
  • Tanınarak önceden yaşadıklarımı yaşamak istemiyorum: Bir zamanlar yazar ve serüvenci olarak küçük de olsa bir şöhretim, bir gazetede yazdığım bir köşem, basın söyleşilerim vardı. Ancak o kaderde hiç rahat edemedim. Gezme, içme, eğlenme ortamına düşkünüm, ama çalışmalarımın her şeyden önde gelmesi nedeniyle programımın bozulması beni çıldırtır.

    İnsanların bana durduk yerde telefon açıp “Napıyon, gel, bi büyük açtık” muhabbeti yapmalarından kelimelerle ifade edilemeyecek kadar gerginleşirim. Telefonu açmasan bir türlü, açıp “işim var” desen başka türlü, davete icabet etsen en bi başka türlü…

    Kimse beni durup durduk yere aramasın diye GSM numaram (ve telefon cihazım) yoktur. Çok gerektiğinde (telefonu kişi istese de, istemese de, yaşayabilme kuralına çevirdikleri için) arkadaşımın benim için aldığı bir numara ve telefon vardır. Telefon genelde onda durur. İstemediğim kimse bana ulaşamaz. Benim dünyamda her şeyin yeri vardır ve bir program doğrultusunda işler. Kesin kurallara inanmak cahilliktir, doğru; ancak güçlü programı olmayan sistemler çöker.

    Şöhretli olduğumda ise sürekli kıramadığım için katıldığım davetler, hoşlanmadığım kişilerle bir arada olma şartı, bana saçma gelen laflara kafa sallamak, hoşuma gitmeyen esprilere gülme zorunluluğu, içkiyi genelde fazla kaçırmakla sonuçlanan geceler beni yıllar boyu strese soktu. Bunları ve benzer olayları bir daha yaşamamak, ulaşılmaz kalmak ve rahat çalışmak adına genelde sitede yer alan kelimelerden öte bilinmek istemiyorum.

    Ancak yanlış anlaşılmak istemem: Bu tavrım kesinlikle bir korkudan kaynaklanan gizlenme isteği olarak yorumlanmamalıdır. (Bu düşünceyi üretmemek adına sitede bir resmim var, çok yakın gelecekte bu sayı fazlalaşacak.) Dostluğa ve eğlenceye bayılırım. Seçtiğim kişilerle, anladığım/bildiğim/sevdiğim konularda içki eşliğinde sohbetler yapmaktan, dans etmekten, şarkı söylemekten, flört etmekten, sonra … (boşverin canım sonrasını) çok hoşlanırım. Bu yüzden gelecekte SEÇTİĞİM öğrencilerimle daha yakın (şarkı/dans filan-feşmekan değil de, sohbet odaklı 🙂 iletişime geçme planım kesinlikle vardır. Benim de öğrencilerimden öğreneceğim çok şey bulunmaktadır ve şu aşamada bile onlardan hayli şey öğrenmekteyim. Yani milleti karşıma alıp ha babam konuşmayı değil, gerçek anlamı ile sohbet etmeyi planlıyorum.

  • Kimliğimin GENELDE gizli olmasını istememin son neden ise -bana yanıtlarım için teşekkür ederler beni çok sevindirse, teşekkür etmenin PE celp ettiğini bilsem de- aslına teşekkür edilmeyi sevmeyen biri olmamdır.Size bu yaklaşıma örnek olarak Fermat’s Room (Kapan) adlı filmden bir alıntı yapayım:

    Bir grup üst düzey matematikçi bir masa başında yiyip-içerken, bir yandan da sohbet etmektedirler. İçerinden biri diğerlerine hangi isteğin onlara daha çekici geldiğini sorar: Uçmak mı? Görünmez olmak mı?

    Çoğu uçmak yönünde görüş bildirir. Prof. Hilbert (gerçek Hilbert değil, karakterin takma adı Hilbert) ise görünmez olmayı yeğlediğini söyler.

    Soruyu yönelten matematikçi, “Görünmezlik denen şey kötülüğe hizmet eder” diye cevap verir. “Görünmez olan kadınların soyunma odasını gözetler, barlardan bahşiş çalar, kiliseye çıplak girer. İyi bir şey yaptığımızda görünmek isteriz.”

    Görünmez olmayı seçen Hilbert ise şu cevabı verir:
    – Görünmeden de insanlık için iyi şeyler yapılabilir… Ve böylece kimse bana teşekkür etmek zorunda kalmaz.

    Ancak ben yine de teşekkür etmenin önemini vurgulamadan geçemeyeceğim. İçtenlikle teşekkür edebilenin beyninde PE vardır. Teşekkür etmek, sadece teşekkür edilende mutluluk yaratmakla kalmaz, asıl edene kazanç sağlar. Bu kazancı ise isteyen “sevap”, dileyen “karma puan” şeklinde adlandırabilir.

    Ben de Hilbert gibi yüzüme karşı teşekkür edilmesini istemediğim, ama teşekkür edilmesini evren adına istediğim için gerçek ad ve soyadımı kullanmıyorum diyeyim. (Biraz abartmış olabilirim tabii ki… 🙂


SORUNUZU İLETİN!

Duygular majide esmalar gibi taşıyıcı argüman olarak kullanılabilir mi?

Duygular majide esmalar gibi taşıyıcı argüman olarak kullanılabilir mi? Örn. Otobüsteyim aniden bir şekilde mutlu oldum. Mutluluğa bağlı inancım, ümidim ve tüm pozitifliğim arttı, bu anı kaçırmamak için niyeti sözlere dökme ritüelini yapmadan çalışabilir miyiz?

YANIT

Duygular pozitif veya negatif vibrasyon taşıyorlar. Duyguları -bir şekilde- elde ettiğinde o hissi (pozitif veya negatif vibrasyonu) majikal çalışmaya yönlendirmek çok ilginç bir buluş. Bu düşüncede gerçek payı varsa esmalara bile her zaman gerek olmadan, dediğin gibi, anı yakalayınca duygularla da maji yapmak mümkün olabilir.

Duygular, beyin elektriği ile oluşmaktalar. Kabaca, beyin elektriğinin yapısına göre NT salgılanıyor ve ona göre hislere sahip oluyoruz. Derslerden anımsa, Fisher’ın devrimci teorisine göre AP bütünü ile süperpozisyon taşıyor. Yani beyinde kader olasılıkları taşıyan ve duygulara (pozitif veya negatif vibrasyona) dönüşebilecek elektrik var. Söz konusu süperpozisyonu hissedilen duygunun yapısını (pozitif veya negatif vibrasyonunu) kullanarak (tabii ki imajinasyonun ile) çöktürmek bence olası.

Bu enteresan faraziyenin nedenselliği belki şu şekilde biraz daha basitleştirilerek açıklanabilir:

  • Bir yerde elektrik varsa EM alan vardır.
  • Majinin temel argümanı -tanrılar denilen- EM alanlardır.
  • Senin teoriye göre şu anda elimizde hem süperpozisyon (elektrik), hem EM alan (elektrikten türeyen EM alan), hem de bu alanın negatif veya pozitif vibrasyon var (duyguların yapısından kaynaklanan frekanslar).
  • Bu alanı (yani vibrasyon taşıyan ve alana dönüşmüş duyguları) imajinasyonla hedefe yollamak kabil olabilir.

Gecikmeden bu okült düşünceyi geliştir ve patentini al derim. 😉


SORUNUZU İLETİN!

Berhetiye

Berhetiye zikri hakkinda ne düsünüyorsunuz.Bu konuda bilgi yada görüsünüz var mi

YANIT

Berhetiyye’ye1 80’li yıllarda bir süre ilgi duymuştum, fazla çalıştığım söylenemez. İçinde olduğum grubun genel eğilimine uyarak esmalara yoğunlaştık.

Esmalar, tanrı adı olsun ya da olmasın, İslam’ın kuruluşundan beri kullanıldığı için okült dili ile “astralda güçlü kalıplar (ki, kalıp denilenler aslında thought form’lardır) yaratmışlardır”. Onları, üzerinden sürekli geçildiği için neredeyse asfalta dönüşmüş patikalara benzetebilirsiniz. Bu nedenle esmaların Berhetiyye isimlerine oranla daha işlevsel oldukları düşünülebilir. Yine aynı nedenle sistemimizin temeli esmalara dayalıdır.

Kişisel görüşüm, Berhetiyye’nin İslam öncesi kaynaklı olduğu yönünde; çünkü Hz. Süleyman’ın tahtında yazıldığı ve kendisi tarafından kullanıldığı hakkında epey söylenti var. Kanımca bunlar -İslami majikal literatüre göre konuşursak- “türetilemiş melek isimleri”.

Konuyu biraz açalım:

İslami majideki tradisyonel çalışmalarda “ulvi” ve “süfli” melek bulma eylemleri vardır. Bazı metotlarla saptanan bir kelime öbeğinin sonuna ayil veya tayş, ya da tayşin benzeri bazı ekler getirilerek melek adı saptanır. Berhetiyye esmalarının genelinin şin ve lin takıları ile bitmesi bana -aynı mantık gereği- bunların bir zamanlar yaratılmış isimler olduklarını düşündürmekte.

Bizim sistemde melek diye bir şey yoktur. Bize göre bildik anlamda insana benzer, kanatlı varlıkların bulunduğunu düşünmek çağdaş bilimle ortaya çıkartılan gerçeklere uymaz. Doğrudur, biz okültistler teorileri genelde “sallarız” (uyduruk atarız anlamında). Ancak unutulmamalıdır ki tüm keşifler, mantığın kabul etmediği şeylerin var olduğuna inanan düş gezginleri ile tetiklenmişler, onları izleyen “coğrafyalarda gezen gezginler” tarafından keşfedilmişlerdir.

[Çok da “kopuk” adamlar olmadığımıza, lafımızı dinleyen bir allahın kulu bilim adamı olsa el-ele vererek bazı farklı yerlere varılabileceğine vurgu yapmak adına bir bilim adamının sözlerine yer vereyim:
Teroik fizik ikiye ayrılır. Deneysel ve teori. Cern, Hadron çarpıştırıcısında görevli teorik fizikçi David Kaplan şöyle demektedir: “Biz olmasak deneyselciler karanlıkta kalır. Ne var ki onlarsız da gerçeği asla bilemeyiz.”2
Biz okültistleri de -çok az da olsa- teorik fizik teorisyenlere benzetmek olasıdır.
]

Biz -pozitif ya da negatif yapılarına göre- henüz keşfedilmemiş fermiyonların dalga fonksiyonlarının beyin CEMI alanı ile senkronize edilerek bazı farklı yapılar oluşturulabileceğine inanırız. Hatta bunlar sadece foton benzeri -düşüncelerin farklı yapılarını taşıyan- keşfedilmemiş bozonlar olabilirler. Bunların vibrasyon frekanslarına ya da taşıdıkları radyasyonun yapısına paralel olarak aktivite alanları da bulunabilir. Bu yüzden klasik açıdan bakan kişiler onları melek ya da cin (hatta majikal pratiklerden ürken kişiler Şeytan) şeklinde yorumlayabilirler. (Bizim eğitimde bu mantık üzerine kurulu bilgiler de yer almaktadır.) Özetle esmalardan cinlere (cağdaş okültizmdeki adı ile varlıklara) dek her türlü yapılar/nesneler “yaratılır”; sağda solda gezinen farklı bir ortamın/dünyanın sakinleri denilebilecek tipler yoktur.

Peki, kuantum uzayı ve ötesinde bu yaratılan varlıklardan öte başka bilinçli varlıklar var mıdır? Bunu bilemem; elimde biraz olsun bilimsel dayanak yoksa düşünmem, kullanmam; ama bilimsel dayanağım olduğu için bildiğim şudur ki, doğal EM alanlara senkronize olarak varlık yaratılabilir ve majide kullanılabilir.

Yukarıdaki bilgiler sentezlenerek bir sonuca varalım: Kişisel beyin radyasyonları ile bazı aktif alanların kontağı sonucu oluşan özgün enerjilere çeşitli adlar verilmiş ve bunlar Berhetiyye adı altında toplanmış olabilir.

Ancak burada sorulması gerekli soru, (ya da cevaplanması gerekli soru, yani aşılması gerekli sorun) “yaratılan bu enerjinin fonetik (foton değil, fononlara ilgili) karşılığının saptanıp saptanamayacağı” olmalıdır. Basit bir anlatımla adı geçen sorun, sentezlenen enerjinin isminin bulunup bulunamayacağı ile ilgilidir. Fonitonu ya da fonunu yaratmak majikal ortamda pek de zor değildir; zor olan onun adını (ses karşılığını) bulmaktır.

Bu engel aşılmış olsa adeptin karşısına ikinci olarak bu sesi kelimeye dökme sorunu çıkar. Örneğin köpek havlar, ama bu İngilizcedeki gibi “arf arf” şeklinde mi yazılır, yoksa Türkçe’deki gibi “hav hav” şeklinde mi? İşin kötü tarafı bunların ebcet değerini bulmak adına harflendirdiğimizde arf ya da hav şeklinde yazılmalarının bambaşka iki adet verecek olmasıdır.

Peki ilk çağlardaki okültistler tüm bu sorunların üstesinden gelebilmiş midirler?

Kim bilir?

Ama Hz. Süleyman’ın emrinde varlıklar olması, bu varlıkların Süleyman tarafından, yukarıda özetlediğim gibi yaratıldığını düşündürüyor bana.

Ayrıca Mısır’dan çıkmış Yahudilerin dini liderinin -kahinlerin- sanılandan çok fazla şey bildiğini ve bu bilgilerin bazılarının fononlarla ilgili olduğu hakkında da bazı ipuçları Tevrat kanalı ile elde edilebilir. Örneğin seks ve içki ile tapınan uygar Jeriko kentine saldıran yersiz yurtsuz ve sefalet içindeki “kurtarılmış ırk” savaşarak ele geçiremediği kenti Lord‘un (Tevrat tanrısı) garip emirleri ile zaptetmeyi başarır. Lord’un emri, kahinlerin kentin etrafını yedi kez dolanmaları ve boru çalınması içermektedir. Emir yerine getirilince kentin duvarları yıkılmış, kent alınmıştır. Bu durum çağdaş yorumlarca rezonans fenomenine bağlanır; ancak gözden kaçan nokta boru çalınmasına ek olarak Yahudilerin bağırmasının da buyurulmasıdır!

Tevrat – Yeşu 6

5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek.”

Tevrat’a “bağırmak” olarak geçen eylem acaba belli bir sözcüğün, (düş gücümüzü biraz esnetelim, belki de berhetiyye isimlerinden bir ya da birkaçının) yüksek sesle tekrarı olabilir mi?

Yukarıda kullandığın sözcüğü yineleyeyim: Kim bilir?

Sonuç olarak size “bu isimleri kullanmayın” demeyeceğim; yerine, öğrencilerime sıklıkla verdiğim (onları düş kırıklığına uğratan) ve benim de yıllar boyu hocalarımdan duyduğum (ve o zamanlar beni düş kırıklığına uğratan) yanıtı vereceğim: Kullanılabilir (işlevsel) olup olmadıklarını deneyip göreceksiniz.


 

DİP NOTLAR

[1]

İslami majide çeşitli eylemcilik alanları olduğuna inanılan ve bu alanlarda dilekleri yerine getirmek adına zikir yolu ile kullanılan bazı isimler.

[2]
Particle Fever.


SORUNUZU İLETİN!

Hatalardan ders almak

Merhaba, öncelikle güzel düsüncelerinizi paylasmaya vakit ayirdiginiz için tesekkürler. Sizi uzun süredir takip ediyorum ve yazilariniz bana farkli bir bakis açisi kazandirdi. Anlattiklarinizdan yola çikarak ve biraz da tecrübeyle vardigim sonuca göre ‘hata’ kelimesi ve kavrami ile hasir nesir olmak negatif enerji celb etmemize sebep olabiliyor. Bazi seyleri ögrenmemiz için bazen hata yaptigimizi kabul etmemiz gerekmez mi?
Negatif enerji ile kontak kurmadan hatalarimizdan ders almak, bazi aliskanliklarimizi degistirmek nasil mümkün olur?

 

YANIT

“Evren ötesi+evren” bütünü yapısından söz ederek başlayalım. Bu yapıyı bilimsel açıdan makrokozmos ve mikrokozmosun daha derinlerindeki katmanlar olarak ifade etmek mümkündür.

Makrokozmosta (1- Özel Rölativite – Zamanın İçindeki Her An Şimdiden Vardır) adlı yazımda anlattığım gibi) geçmiş ve gelecek zaten vardır, ancak katı ve değişmez yapıda değil, bir süperpozisyon halindedir. Bu yapıyı bilim adamları bir somun ekmeğe benzetirler.

Ruh adlı öz, diğer alemden makroya -yapısına senkronize bir yere- (ki, geçmiş ve gelecek zaten var olduğuna göre günümüzden geçmişe veya geleceğe) çekilir, orada bedenlenir. Bu çekim fizik bir olay olarak görülmelidir ve engellemenin olanağı yoktur; çünkü gerisinde rezonans vardır. Bu yüzden makrodaki kaderde hata olmaz.

Diyelim ruhta 100 üzerinden 60lık pozitif vibratif yapı, 40 değerinde negatif vibratif yapı varsa, 60ldeğerinde pozitif vibrasyon içeren bir genetik yapı/aile/ülke vb. ortamında doğar. Müslümanlıkta buna büyük irade denir. Gerisinde -yukarıda söz ettiğim gibi- fizik olduğu için değiştirmek olanaksızdır. (Ancak bilinçli yaratıcı inancında olan, yani iman eden kişiler, her şeyin yaratıcısının bu yapıyı da inşa ettiğini düşünebilirler.) Diğer yandan ruhta bir ölçüde değişim potansiyeli vardır. Bu potansiyel enkarnasyonlar boyunca elde edilen bir yeti de olabilir, sadece acı ile yüzleşerek bundan kaçmayı öğrenerek de elde edilebilir. Buna da küçük irade adı verilir. Özetle kimlik ve kader aslında kolay değişmeyen bir bütündür. Bu yüzden çekeceği NE ve PE bir anlamda (ciddi bir beyin eğitimden geçmediyse) bellidir, bir anlamda kişiye özel standarttadır. Yani aslında hata sonucu NE çekmek sözü pek de doğru değildir çünkü aslında baştan beri var olan bir yapı gereği davranılmaktadır.

Amaç ise bu yapıyı değiştirmek, yani hatadan, NEden korunmaktır. Bir diğer deyişle zaten doğum anında ruhta bir ölçüde NE vardır; bundan öte kontak kurmak diye bir oluşumdan söz etmek genelde pek de doğru değildir.

Bu noktada bir dipnot düşeyim: “Ciddi beyin eğitiminden geçmek” benzeri eğitimleri alarak söz konusu büyük olasılıkla kendi kendine akış, radikal biçimde değiştirilebilir. Ama bu eğitimi almak da kaderin bir parçası, yani ruhta bulunan PE ile elde edilen bir şanstır.

Bu noktada genelde yanlış anlaşılan bir yer vardır: NE taşımak kötü bir insan olmak demek değil, hata yapma potansiyeline sahip olmak demektir; çünkü öz kesinlikle kusursuzdur; amaç ise öze dönmektir.

Vegativite, öz yapıdan bölümler koparılınca oluşur. Bu durum “özün bozulması” değil, “öz ile kontağın kopması” gibi görülmelidir. Bu yüzden “hatadan arınmak adına NE ile kontak kuruluyor” düşüncesi hatalıdır; çünkü kurulacak kontak yoktur, o kontak doğum anında kimlik ve kader bütününde, ruhun yapısına korelatif olarak zaten vardır. Amaç onu sıfırlamaktır. Sıfırlamanın yolu ise pozitif odakla kontağı yeniden inşa etmektir.

Bu noktada sorunuzdan biraz uzaklaşmama ve olayın nedenselliği hakkındaki teoriler üzerine görüş bildirmeme izin verin.

Bazı araştırmacılar -ki aralarında hayata bakış açımız taban tabana zıt olsa da araştırmacı yazarlığına, ciddiyetine, derinliğine ve yazarlık yeteneğine büyük saygı duyduğun Burak Eldem’i bu kategorde görebiliriz) anaerkil yaratılış mitinin güneş sisteminin oluşumunu anlattığını öne sürmektedirler. Bu görüş bize göre kısırdır.

Bazı araştırmacılar ise evren ve evren ötesinin oluşumunu betimlediğine inanırlar. Ancak bu düşünce doğru ise yaratıcının da bölünmüş olduğu sonucuna varılır ki böyle bir şeyin gerçekliği mitlerdeki ve dinlerdeki yaratıcı hakkındaki farklı söylemlerle çelişmektedir.

Bizim görüşümüze göre ise madde evreni, madde ötesinin bölünmüş parçasıdır. Müslümanlıktaki insanın cennetten KOVULMASI söylemi de zaten cennetin (yani öncel evrenin) hala var olduğunu ifade etmektedir. Diğer yandan Orfizmde de amaç maddeden KAÇMAKTIR. Yani demek ki kaçınca ulaşılacak daha iyi bir yer vardır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Tarot ve illüminatiler

Janus ayrıca gercekten paylaşma azminizi ve isteğinizi tebrik ederim. cokca da tesekkur ederim. sorulara verdiğiniz cevapları okuyorum da (birkaç saat oldu sanırım) her koldan bilgi bombardımanına tutulmus gibiyim daha yavas ve adım adım gideceğim.

tarot konusundaki yazılarınızı şimdilik beklemeye aldım cunku tarot ve oracle kartlarıyla çok ilgili, toplamayı da cok seven biriyim. karanlık buldugum destelere istesem de yaklasamıyorum, misal tarot of the sidhe destesi. bazı kartlarını büyüleyici ve ruhsal anlamda geliştirici bulsam da destenin butununden istediğim enerjiyi alamadım. ve bir de sunu eklemeliyim, ben bu kartları geleceği öğrenmek için değil şu anı anlamak için kullanıyorum. bu açıdan bana çok şey kattığını, algımı genişlettiğini de söylemem gerek. kullandıgım destelerin karanlık değil ama gölgeli yanlarımı da göstermesini istiyorum. geneli ama pozitif enerjili güzel anlamlar veren kartlar oluyor. çok fazla sanatçı kendi sanatını ve içsel ilhamını kullanarak deste oluşturuyor bu açıdan spiritüel yükselmede araç oldugunu da nacizane dusunuyorum. memluk destesini araştırdım hala duruyorsa topkapı’da gormek istiyorum ve sizin olusturacagınız desteyi de merakla bekliyorum.

bir de kucuk bir şey sorayım göz okuma yazılarınızla sizi tanımış biri olarak: bu konuda incelediğiniz hemen her isim bildiğiniz bir gurubun illüminati’nin kontrol ettiği kişiler olarak anlatılıyor yabancı forumlarda. bir aralar bu konuları çok araştırmıştım ve aynı şekilde politikacıların da kontrolde oldukları söyleniyor. ben de buna inanıyorum açıkçası, özellikle britney spears ve beyonce gibi isimler başlıcaları gibi. adına illüminati demesek de belli bir zümrenin belirli zihin kontrol teknikleriyle dunyanın önde gelenlerini kontrole almaları konusunda fikriniz nedir en merak ettiğim bu oldu.

YANIT

1- Her türlü obje (ya da olay) kehanet anlamında kullanılabilir. Geleceği, ya da koşulların yapısını gösteren obje/olay değil, “geçmiş/gelecek bütünü” (bilgi için tıklayın!) ile kontak kurabilen beyindir. Beyine bu yeteneği veren en önemli olgu ise inançtır. Bu nedenle söz konusu bütün ile kontak kurabilme yeteneğine sahip ve bunu yapabileceğine inanan her kişi gerçeklikten belli düzeyde bilgiler alabilir.

2- Geleceği bilmek doğru ve iyi bir şey midir? Bence değildir. Olayları akışına bırakmak ve an bazında karşılaşılan olayları yorumlamayı (yani nasıl davranılacağını kestirmeyi) bilmek, geleceği bilmekten daha önemli ve gereklidir. Diğer yandan insanoğlundaki merak adlı eğilim buna pek izin vermez.

3- Gerçeklik bilinç ile çöker, kesin değildir; önceden yazılmış formatlanmış kaderler yoktur. Bir diğer deyişle geleceği belirleyen, ana hatlarını çizen beyin elektriğidir. Bu yüzden fal bakıp olumsuz şey gördüğüne inan kişi başına dert açabilecekken, olayları akşına bırakıp pozitif beyin elektriği taşıyan, kendisine -olumlu olursa- yardım edecek bir tanrı ya da yapının varlığına inan kişi son derece keyifli kaderlere sahip olabilir. Fal bakmaya meraklı kimseler “Ben pozitif şeyler görüyorum” iddiasında bulunsalar da bu sözlerine inanmak biraz zordur; çünkü gerçekliği meydana getiren (dalga fonksiyonunu çöktüren) gerçekliğine “inanılan” kanılar değil; bilincin derinlerindeki, yüzleşilmek istenmeyen EM alanlar, yani inançlardır.

İşte biz majisyenlerin başındaki en büyük dert bu “derin ve yüzleşilemeyen” (örneğin “Maji diye bir şey yoktur”, “Ben bu işi yapamam”, “Günaha giriyorum”, “Benimim gibi akıllı kişinin yaptığına bak, iyice saçmaladım”) inançlardır. Bunların olumsuz olduğu şartlarda (ki, ne yazık ki genelde olumsuzdurlar) majikal başarı beklemek boştur.

4- Gerçek Tarot destesi anaerkildir ve kayıptır. Bu gün gelecekten haber verdiğine inanılan kartlar geçmişin oyun kartlardır. Ezoterizmle ilgisiz derebeylerinin, düklerin, baronların eğlence amacıyla uydurdukları resimlerden hikmet beklemek bence gülünçtür. Bu resimlerin derin anlamlarının olduğunu ileri sürenler şan/şöhret peşindeki üç kabalisttir. İşin daha gülünç yani milyonları bu saçma düşünceye inandırmış olmalarıdır. Bu bilgiler HER tarot araştırmacasının kitaplarında yer alsa da, milyonları uyduruk kartlardan uzak tutmayı başaramamışlardır.

5- İnsanlara mutluluk veren, eğlence ortamı yaratan her şey yararlıdır. Keyif alınan şeylere -benim gibi- olumsuz yorumlar yapanların lafına zerrece kulak vermemek en iyisidir.

Gelelim sorunuzun ikinci kısmına… Hangi forumlardan söz ettiğiniz bilmiyorum ama böyle saçma sapan laflarla zaman harcanan yerlerde vakit geçirimek, böyle saçma sapan şeyler yüzünden hiç olmayan şeyleri varmış sanmak (örneğin yorumladığım kişilerin özel olarak seçtiğimiz zannına kapılmak) zaman kaybıdır. Yorumladığım kişilerin TÜMÜ bir zamanlar yazarı olduğun sosyal paylaşım sitesindeki isteklerle belirlenmiştir.

Belli bir zümre… zihin kontrol teknikleri… yönetilen liderler… 🙂 Bu sözleri duyduğumda tepkim hep ortak olmuştur, o tepki de önüne geçemediğim bir tebessümdür.

Bu konuda söyleyebileceğim tek şey zihin kontrol için illümün bilmem kimlere gerek olmadığı, yaşamdaki doğal zevklere varamamaları yüzünden yaşadıkları tatminsizlikleri insan beyninin hayatta kalma tepkisinin verdiği yaratıcılık ile tatmin etmeye çalışmak adına zaman geçirdikleri forumlar aracılığı ile kontrolu kendi kendilerine yaptıkları olabilir. Söz konusu kuşkunuz bile anılan forumların/ortamların beyni ne biçimde düşünmeye yönelttiklerine, garip kaygılar yarattıklarına ve bunun da bir zihin kontrolü sayılabileceğine örnektir. İşin kötüsü anılan kontrolun forumlara girerek, kişinin kendi kendine yapıyor olmasıdır. 😉

Hayatta yaşamın şifresi, yani “iyi” denilen şekilde yaşayıp mutluluk ve tatmin bulmanın yolları kesin ve sınırlıdır. Bunların en önemlisi flörttür (buna dozunda çok eşlilik denebilir; aşk ve seks -yani eşi seçmek- bile ikincildir; flört ortamı sosyalleşmek, avlamak/seçilmek, daha çok avlamak/seçilmek adına değişimler yaratmak, çok kişi ile özel iletişim kurmak, heyecan duymak vb. benzeri önemli gereklilikleri toptan realize eder). Ardından yemek gelir. Sonra arkadaşlarla kikirdeşmek (buna maç yorumu, kekli çaylı altın günü, hatta bizimki gibi “manyetizma mı baskın, EM alan mı?” muhabbeti dahildir). Liste, fazla İSTENMEYEN ŞEYLERİ (sorumluluklar/görevler/mecburiyetler/özveriler vb.) korkmadan, stres altına girmeden yapmak ile uzatılabilir.

Oysa ataerkil sistem flört ortamını karalar, başarı adlı bir kavram yaratır ve bunun koşulunun öne geçmek olduğunu empoze eder. Avlanma ortamını (bu kez yiyecek avlamaktan, yani para kazanmaktan söz ediyorum) prototipleştirir (insanlar istemedikleri, yeteneklerini ifa edemedikleri işler yaparak yaparak para kazanmak zorunda kalırlar)… bu liste de uzatılabilir.

Böylece doğal denge bozulur… beyin elektriği bozulur… Bunu fark eden beyin gerekli tatmini bulmak adına yolunu değiştirir ve maç fanatikliğinden, yemek fanatikliğine, hatta okültizm fanatikliğine (fanatiklik sözcüğü ile aşırı düşkünlük demek istiyorum) dek yüzlerce yol ile tatmin aratır.

Bunlar -dolaylı da olsa tatmin verecekleri için- çok da yabana atılmamalıdırlar; çünkü bunlar olmazsa adam bir ota dönüşür. Ancak bunlar “yapılırken-yapılması gerekli olan”, bunların ASIL çözüm olmadığını bilmek ve gerçek yollara/metotlara dönebilmek adına fırsat kollamak, yaratıcı olmaktır.

İllümünler hakkında söyleyebileceğim yegane şey bunlardır.

Ama söyleceklerim toptan bitmedi:

  • Öz kimliğinizi yitirmeden, her fırsatta gündelik ve sıradan bir kişi olmaya çabalayın.
    Yığını/geneli/sıradanı kucaklayın.
  • Görevlere asılın, bunları ya fazla düşünmeden, ya da kapasiteniz varsa severek/isteyerek yapın.
  • Eğlence arayın, nerede keyif oraya damlayın, korkusuzca size zevk vereni yapın.
  • Diğerlerinin yaşam alanına -eğer talep yoksa- iyi niyetle bile bulaşmayın.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Kitap yazmayi neden düsünmediniz?

Bilyaya gidiyormusunuz hiç orda metapsisik konularla ilgilenen birçok insan seminer vermis.Gerçi çogu pek ise yarar degil ama güzel paylasimlar yapanlarda var. Bir iki tane gordüm.Bide kitap yazmayi neden düsünmediniz

YANIT

“Bilya, ya da Bilyay nedir onu bile bilmiyordum, mesajınızdan sonra netten aratarak öğrendim” diyerek başlayalım.

Sosyal yanım son 5-10 yıldır hayli zayıf, bunun nedeni ise çok yaşlı olmam. (Yine de pinti-pinti bir köşede oturduğum sanılmamalı; çalışmaktan çok sevdiğim şey hanımefendilerle… Immm… Ne diyeyim? “Hasb-ı hal etmektir” diyeyim 😉 Aslında beni tanısanız yaşımı anlayamazsınız, zaten pek kimse de bilmez; ancak yine de -en iyimser tahminle bile- hayatta kalma sürem -bana gerekenden- çok az olduğu için çalışmaya öncekine göre daha fazla zaman ayırmaktayım.

Alçak gönüllü olacak bir an değil bu an ve olmayacağım: Çok şey biliyorum, ama aslında sadece “diğerlerine göre çok şey biliyorum” ve bildiklerim aslında “cılız” olacak kadar yetersiz… Gerçek (ya da buna gizler diyelim) avcumun içinde duruyor ve yapmam gereken sadece parmaklarımı kapatmak… ama olmuyor işte. O parmaklar asla kapatılmıyor, ya da ben beceremiyorum.

Bundan 30 yaş genç olsaydım Bilya ya da Bilyaya giderdim, çünkü önceler her yere burnunu sokması ile ünlü biriydim. Oysa uzun süredir kitap bile okumuyorum; çünkü diğer yanıtlarımda söylediğim gibi, kitaplar gerçekleri değil, düşünceleri yansıtır. Düşünceler ise hatalı olabilir. Artık hataya ayıracak zamanım kalmadığı için çalışmalarımda uzun süredir ilerlemek adına ulaştığım tek bilgi kaynağı bilimsel raporlardır. Onlarda hata oranı -bu dünyada elde edilebileceği kadar- azdır. Onlar olabildiğince tarafsızdırlar.

Neden kitap yazmayı düşünmedim? Düşünmediğimi kim söyledi? Düşündüm ve yazdım. Bazı kitaplarım var… Basın söyleşilerim de… Çoktandır geçmişte kalmış küçük bir ünümden de söz edilebilir… Bu işlere yıllar önce son verdim.

Neden son verdim? Çünkü o kitapları yazan da, o ünün sahibi de ben değildim, ya da daha doğrusu azdırılmış bendim. Yine de o kişi kötü biri hiç de değildi, sadece “aman her şeye bulaşayım, yapılmamışı yapayım, her şeyi denemek yaşamaktır, yaşamak sınırsızlıktır, sınırsızlık özgürlüktür, özgürlük kuralsızlıktır” benzeri Amerikan palavraları ile dolu bir beyinle yaşayan biriydim.

Çektiğim NEler ile her şeyimi yitirince aklım başıma geldi.

Hayatta kalabilmek, yani yeniden doğru dürüst biri olarak baştan başlamak için kendime şans vermek adına bütün gücümle o kapıları kapatıp mühürledim.

“E, adam zaten her şeyini uçurmuş, ne kapısı kapatıyor ki, içerisi zaten boş?” diye düşünenler varsa yanılırlar; çünkü geride kalan pek çok şey vardı ve ben kapıyı kapatmak adına bu “geride kalan pek çok şey”i de dışarı atma yürekliliğini gösterdim.

Biraz da farklı gerçekleri kulağınız fısıldayayım: Ünlüyken, her gece bir yere davet edilirken, “hay-huy içinde”, bir çok kişinin “yav, ne şahane bir hayatın var” dedikleri o zamanlarda özlediğim tek şey kütüphaneme dönüp çalışmaktı. Bu yüzden katıldığım her davette, partide sinir içinde kalır, aslında geçimsiz bir olmadığım halde gerildiğim için olay çıkartır, pek çok kişi ile takışırdım. “Aman kaçık demesinler, aman asosyal demesinler, aman ‘kenarda köşede kalmış’ demesinler” benzeri Amerikan korkutmacalarının esiri, davetten davete -tanrı affetsin- sürünürdüm. Her gece alkol alırım kendimi bildim bileli; ama dozum bellidir. Davetlerde partilerde ise daima dozu kaçırır, ertesi gün hasta yatar, yine çalışamazdım.

Kapının dışında bıraktığım şeyler sadece ünüm ve kitaplarım değil; bir diğeri de her gece bara, pavyona davet edilen o ilginç, özenilen, sınırsız, hatta bence azgın kimliğin verdiği maddesel imkanlardı.

Oysa yürekli, maceraperest, gözü kara, enteresan gibi duran o kişinin aksine, ben yumuşak huylu bir insandım. Yükselen burcum İkizler olduğu için biraz hareketliydim(!); ama azgın değil, ince ruhlu, hak bilir, gerçekten adil bir görüş sahibi, sözünün eri, zor günlerin adamı, çok yakınımda olmamaları koşul ile insanları nezaketen değil, gerçek anlamı ile seven, biraz çılgın olsa da temelde aklı başında biriydim. Sanıldığı gibi serüvenci, yürekli, devrimci değil, maalesef, bir entelektüeldim. Kültür, yani yaygın kültür, bu hasletlerimi yaşamamam için elinden geleni yaptı… beni azdırdı. Tabii ki içimde o nüve olmasa kültür dahil kimse kimseye bir şey yaptıramaz. Ama itekleyen bulunmasa, olumsuz huylar pek güzel şekilde de uyuklayabilir.

Sözün özü, bir daha etkinliklere katılacak, kitap yazmaya uğraşacak, bir sürü ilgisiz (hatta anlayışsız) insanla becelleşecek, “aman yaşamak dedikleri şeyleri yapayım” diye alelacayip işlere bulaşacak ne arzum, ne mecalim ve en önemlisi ne de zamanım var.

Küçük sitemde beni sürekli, gerçekten zaman ayırarak okuyan (yazıların okunma süresini sürekli kontrol ediyoruz), anlayan, ya da anlamayı isteyen ve bu yüzden sorular soran, belki bir ölçüde seven veya biraz olsun saygı duyan, en azından düşünce sistemimizle dürüstçe ilgilenen kişilerle her gün bu sayfada taze-taze birlikteyim. Ayrıca öğrencilerim ve arkadaşlarım -tabii ki her sağlıklı kişi gibi gerek duyduğum- sevgi/ilgi/sıcaklık/çatışma/sürtüşme/aşma şeklindeki olağan döngüyü bana fazlası ile yaşatıyorlar. Ruhumu böylece doyurduktan sonra keyfime bakıyor, doya doya raporlara gömülüyor, düşünüyor, o kayıp halkayı arıyor, arıyor, arıyor, arıyorum.

Böylesine kolay, rahat ve güzel bir yaşamdan çıkmak ve gereksiz işlerle cebelleşmek (bu kez becelleşmek değil, cebelleşmek sözcüğünü kullandım:) bu yaştan sonra zor geliyor; ama dipnot: Öğrencilerimle arada minik sohbet ortamları düzenlemek ve soruları reel olarak yanıtlamak, onlardan da irticali olarak görüş alıp zenginleşmek gibi bir planım da var.

Bakalım neler olacak.

Belki “Bu adam ne çalışıyor bu kadar?” diye merak eden de olabilir. Bu sorulmamış soruyu da yanıtlayayım: Öncelikle yepyeni bir eğitim programı hazırlıyoruz (daha çok zamanı var). Maji Manyetik! “Çekme/Birleştirme” büyüleri. İsteyen sevdiğini çeker, dileyen adavet giderir, kimi asi çocuğuna uygular, kimi herkesi yanına çekmek için kullanır. Liste uzundur.

Bana “E, şefim; hani 3. kişilere büyü yoktu? Ne iş?” diye bir diğer soru sorulabilir. Eğer bu soruyu soran varsa yanıtım şu olacaktır: Bu bilgilerden yararlanmak için beyin elektriğinin pozitif olması şarttır. Negativite varsa sistem işlemez. Beyin elektriği pozitif ise kötülük çıkmaz.

Yani bu yeni programdaki sistemde tehlike yoktur.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

3. Göz

Iyi aksamlar janus.Bir sey soracaktim.3. gözün açilmasinin pek de gerekli olmadigini söylemissiniz.Bazi insanlardaysa bu dogustan açik oluyor sebebi ne acaba.Bazi kötü varliklari görerek rahatsizda olabiliyolar çevremde çok var ama sebebini merak etmisimdir.Ayni zamanda gećmis ve gelecegin bilgisine erisebiliyorlar, nasil bir beyin yapisindalar ve sizce sagliksiz mi bu.Ve sonradan kazananlar(falcilar) sizce nasil kazaniyor.

YANIT

Pineal ile ilgili inançlarımızı madde-madde yansıtayım:

  • Pineal önemli bir yerdir, gerçektir. İlerde yayınlanacak yeni eğitimde bilimsel açıdan az da olsa bu bilgi paylaşılacaktır. Bu bölge kullanılacaktır.
  • Pineal tehlikeli bir yerdir. Zırt-pırt oynamaya gelmez. Dikkat ve bilgi ile yaklaşılmalıdır.
  • Pineal açılıp kapanacak bir yer değildir. Evet, buradaki yapı tetiklenebilir; ama bunun da yolu-yöntemi vardır… ve hala da tehlikelidir.
  • İyi varlık, kötü varlık, çirkin varlık… hatta tehlikeli varlık, yardımcı varlık (bu liste uzatılabilir) diye bir şey yoktur. Olsa, Hadron çarpıştırıcısında nüveleri olsun bulunurdu. Varlıklar, beyin EM alanı ve çevredeki (özellikle kuantum uzayındaki) alanlarla, dalga boyları ile, parçacıklarla senkronizasyon yaratılırsa (bu durum kendi kendine de gelişebilir) var olurlar. İşin kötüsü beyindeki alan korku dolu ise yaratılan alan (varlık) NE yapıda olacaktır. Bu yüzden bu işlerden korkmak, varlık yaratmanın ve de bunları başa bela atamanın kusursuz metodudur.
  • Fal ve falcılık hakkındaki görüşlerimizi ve bu işin bilimsel dokunuşlarla açıklamasını buradan öğrenebilirsiniz.

Gelecekten haber almaya çabalamak bu konulara odaklanmak, bu dünyadaki enfes nüansları kaçırmanın mükemmel yöntemidir. Geleceği bilmek sadece felaket yaratır; ayrıca hiçbir olumlu katkısı da olamaz. Doğru davranmak için geleceği bilmek değil, AN BAZINDA yapılması gerekli şeyleri bilmek ve bunları yapabilmek YEGANE yoldur.

Şimdi yine konuyu dağıtayım ve kafama göre uçup, okuyuculara farklı esintiler yollayayım.

Şöyle bakalım yaşama: Cinsiyetinizi bilmiyorum; bu sayfanın ziyaretçileri, az da olsa erkeklerden yana fazla sayıda oldukları için erkek olduğunuz varsayayım ve sorayım. Lütfen dürüstlükle şu soruyu kalbinize vurun.
Şu anda kapınızın önünde bir Ferrari var.
Muhteşem bir şirketin başarılı ve hayran olunan bir CEOsusunuz. Dikkat edin: (Sahil kasabasında muhteşem bir yaşamınız var demiyorum.)
İki tane yine muhteşem hanım sizi yataklarında bekliyorlar (hatta isterseniz iki ayrı adreste değil, aynı yatakta… çünkü çok yakışıklı ve seksi ve beceriklisiniz ;-).

Şimdi sorun kendinize: 3. göz düşünür müsünüz? Varlıkları inceler misiniz? Geleceği merak eder misiniz?

Düşünmezsiniz efendim, aklınıza bile gelmez; çünkü siz insansınız. Basit (yani hey-hey-de-vay-vay şeklinde, cümbür cemaat) yaşamaya odaklı bir canlı türüsünüz.

Şunu anımsayın: Bu eğilim HİÇ BİR hayvanda yoktur. İnsan yegane eğlenebilen (yani içgüdülerin yönetiminde davranarak değil, sadece keyif almaya odaklanarak eğlence arayan/yaratan) bir türdür!

Şimdi işin zorlu yanına geldik: Ataerki, bu eğlenme ve “heyyyyyaa” (bu eğilim anaerkide, özellikle Dionysos tapımında, -ki, Dionysos yaratıcı olduğu varsılan Baba Tanrı’dır- “Ehoyyy” çığlıkları ile ifade edilir) potansiyelini bu yüzden “ayıptır, günahtır, yasaktır” diye engeller. Beyin de terelelli olmamak adına farklı konulara eğilim yaratır.

Bizim bile evrenin sırlarını çözme tutarağımızın gerisinde bu yasakçı anlayış yüzünden “yaşayamama” sıkıntısı vardır.

Bütün anlatmaya çalıştığımız şey şudur: Dışarıda sizi bekleyen bir yaşam var. Mucize bir yaşam. Sizin oraya ulaşamıyor olmanız olmadığı anlamına gelmez. Diyoruz ki, okültü, majiyi, maji ve okült diye DEĞİL, o paralel evrene atlama yolu, o evrene atlatacak beyin elektriği kazanma yolu, böylece daha iyi eğlenme yolu, hatta sorumlulukları daha olgunlukla ve rahatlıkla taşıma yolu olarak kullanın. (Sorumlulukları olgunlukla taşıyabilmek, korkuyu yenmekle ilgilidir.)

3. Gözün uzmanı olsanız, bu konuda 3-4 ciltlik çok satan bir seri yazsanız ve banka hesabınız kabardıkça kabarsa… siz aynı beyin elektriğinde kaldığınız sürece mutluluk oranınızda bir şey fark edecek mi sanıyorsunuz? Siz, siz olarak kaldığınız sürece etmeyecek. Siz, üçüncü gözü, dokuzbuçuğuncu göbek deliğini, gödel teoreminin çakrasını sizi rahata erdirecek şeyler olarak gördüğünüz sürece mutluluk düzeyiniz aynı kalacak.

Kötü varlık neymiş? Yok böyle şeyler! “Yok” dersiniz, yok olurlar. Ne kadar “var” derseniz o kadar güçlenirler. Geçmiş ve geleceğin bilirseniz ne yapacaksınız? Bilseniz siz kendi beyin elektriğinizde kaldığınız sürece bu bilgi size yarar sağlamayacak ki?

Bakın, ne yapın biliyor musunuz? Şu anda rahat olun, hemen şu anda… gözleri kapatıp evrene dağılın, zorlama olmayan bir tebessüm yayılsın yüzünüze. Sonra biraz az düşünün… ve inanın: Size ulaşmaya çabalayan bir şeye inanın. Her şeyi -akıl almaz şekilde iyi biçimde vermek isteyen- bir şeye… Silin atın eski doğruları ki, o size ulaşabilsin.

O şeye ister Allah deyin, ister Ana Tanrıça, ister Baba Tanrı, ister Buda, ister birçok bilim adamı gibi evrenin özünde olan ve özgün olan, hem de tüm estetik değerleri de içeren bir dalga boyu. Kafanıza göre; ister tanrı ile, ister doğal yapı ile kontağa uğraşın. Güvenin. Ve biraz, azıcık sabredin…

Gelecek!

Verecek!

O, her ne ise o olan,
Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

El falı

Merhaba.Sizin de palm reader oldugunuzu gördüm ve sormak istedim.Benim sag elimin yüzük parmagi altinda kocaman bir balik (eskenar dörtgen ve altinda iki kuyruk ) var.Moon tepesin de örümcegi andiran kocaman bir de yildiz var. Sanki elimde bir örümcek sekli var kadar büyük.Benim de palm reader olma yolunda çok fazla çalismalarim oldu.Fakat çogu zaman palm readerlarin yanlis yorumlamalari oldugunu gördüm.Olabilir tabiki sonuçta pek bilimsel bir konu degil.Size de sormak istedim bu isaretleri siz nasil yorumlardiniz.Tesekkürler

YANIT

Her zaman dediğim gibi: “Kehanet sanatları içinde en bilimsel (yani verilerin görece bilimsel dayanaklar ya da garip olaylarla doğrulanabilen) dal astrolojidir. Palm reading konusunda ise çekincelerim vardır. Ancak çekincem palm, yani avuç içi çizgileri okumaya yöneliktir. Oysa hand reading kesinlikle inandığım ve sürekli kullandığım bir kehanet aracıdır. Türkçede çok güzel şekilde bu disiplin “avuçtaki çizgiler falı” değil, “el falı” olarak isimlendirilmiştir.

Ben çizgileri incelemem. Zaten birine “Ver eline bakayım” deyince başınıza iyi ve kötü bir dolu iş açılır. Ancak tanımak istediğim kişinin eline “çaktırmadan” bakmak kolay ve verimlidir. Bunun ötesinde gözlere de zaten bakıyorum… Cümlenin sonunu getirmemeyeyim. 😉

Özetle bir öğrenci olduğunuz (henüz belli bir yön verilecek bir konumda durduğunuz) için size el yapısına (hatta doku yapısıne ten rengine, tırnak şekline, esneklik oranına vb.) yönlenmenizi önerebilirim.

Ve bir tüyo vereyim: Yıllar içinde edindiğim deneyimlerime dayanarak el yapısı ile görülen karakterin derinlerde ve en gerçek yapı olduğuna inanıyorum. Bu yapının üzerine yaşam hayli fazla katmanlar atarak bunu gizleyebiliyor. Ama zor anlarda, tehlike anında ve ilişkilerin en özelinde (ve de uzun süreli ilişiklerde) bu konum KESİNLİKLE ortaya çıkıyor. Bu yüzden eş seçiminde değerli bir EK yardımcı olarak kullanılabilir. (“Ek” deme nedenim, en doğru bilgiyi kalbin vereceğine inanmamdır.)

Kendimden örnekleyeyim: Bu site aracılığı ile sık sık çok hayırlı bir insan olmadığımı ama derinlerimde özel bir iyilik enerjisi taşıdığımı söylerim. Bu inancım ellerimle bence doğrulanır; çünkü gerçek anlamı ile güzel (yani elfalına göre pozitif) ellerim vardır.

Balık şekli bence pek anlam içermiyor ama örümcek olarak ifade ettiğiniz şekil, yani yıldız, çok güzel olaylar vaat ediyor olabilir. Ancak her kehanet alanında olduğu gibi yapılması gerekli en önemli şey destekleyici (yani kanıyı güçlendirici) birden fazla niteliğin bulunmasıdır. Astrolojiden, el falına; güçlendirici (bir konumun farklı yerlerde tekrarı) olmazsa, konumlar tek başına etkin olmayabilirler.


SORUNUZU İLETİN!