SEROTONİN, İNANÇ ve MUTLULUK

Yazı: JANUS<p>

Tanrıya inanç eğilimini, iman edebilmeye yatkınlığı, transandandal kapasiteyi ve objektif olarak açıklanamayan durumlara yaklaşım yoğunluğunu gösteren bir kavram olan spiritüelliğin kaynağı yıllarca çevresel/kültürel yapı ve/veya ilahi esine bağlanmıştır.

Oysa çok genç bir bilim dalı olan nöroteoloji, nöral kimya aracılığı ile spiritüelliğin nörolojik kaynağını araştırmakta ve spiritüelliğin beynin yapısı ile bağlantısı olduğunu ortaya çıkartmaktadır.1

İsveçli araştırmacı Lars Farde M.D., Ph.D. et al.2 tarafından yapılan ve American Journal of Psychiatry’de yayınlanan “Serotonin Sistemi ve Spiritüel Deneyimler” adlı rapor ile bu konuda büyük bir adım atılmıştır.
Bulgular ise şunu göstermektedir: Mutluluk kimyasalı serotonin ile spiritüel eğilim arasında doğrudan bağ vardır!

Serotonin, bir monoamin nörotransmiterdir (NT). NT’ler, kişinin ruhsal durumu üzerinde büyük ölçüde söz sahibi oldukları bilinen, beyin elektriğini bir nörondan diğerine aktaran aracı kimyasallardır.

<!—
Serotonin üretiminin %95’i bağırsakta oluşsa da, bu kimyasal blood-brain bariyerini geçerek beyne ulaşamadığı için beyin kendi serotoninini merkezi sinir sisteminde, serotonerjik nöronlarda sentezler.

—>

Serotonin ise bir mutluluk kimyasalıdır: Büyük ölçüde anksiyete duygularını giderme, kişiye kendini iyi hissettirme, ruhsal durumu pozitive etme özelliğine sahip olduğu için ona “doğal ve en güçlü anti-depresan” demek hatalı olmayacaktır.

Serotonin ayrıca sosyal davranışları düzenlemekte, kişiliği biçimlendirmekte, seksüel arzu ve eylemlerden sorumlu beyin nöronlarını etkilemektedir. Daha fiziksel açıdan uyku ile ilgilidir, iştah üzerinde etkindir, yeme alışkanlığını düzene sokar, bu nedenle obeziteyi engeller. Üstelik serbest radikalleri yok ettiği, yaşlanmayı engellediği de bilinmektedir.

Kısaca, serotonin insanoğluna son derece dost bir kimyasaldır.

İsveçli bilim adamlarının bulguları ise böylesi bir beyin kimyasalının spiritüel deneyimlerin biyolojik temelini de oluşturduğunu göstermektedir. Üstelik bazı bilim adamları serotoninin etkilerini sıradan spiritüel eğilimden öte değerlendirmekte, “üst düzey bilince ulaşmak” biçiminde yorumlamaktadırlar.

The Science of Emotions – Dr Fahad Basheer

Eğer bu nörotransmiter büyük miktarlarda salgılanırsa muazzam bir sevinç ve mutluluk hissi oluşmakta; kişi üst düzey bir bilince3
ulaşmaktadır.

Aslında spiritüellik eğilimini yaratan genel serotonin düzeyi değil; serotonin aktivitesini düzenleyen 5-HT1A4
adlı serotonin reseptörüdür: Reseptörler; NT’lere bağlanan ve beyinde elektriğin (aksiyon potansiyelinin) “akmayı” sürdürmesini sağlayan protein kapılardır. Bu reseptörlerin sayısı ise kişiden kişiye değişiklik gösterir.
Araştırmanın sonucu ise reseptörlerle ilgilidir; çünkü reseptör sayısı fazla olan deneklerin spiritüel ortamları benimsemeye çok daha fazla yatkın oldukları ortaya çıkmıştır!

Araştırma 20-45 yaşları arasında olan on beş erkek üzerinde yapılır. Deneklerin beyinleri PET (Positron Emission Tomography)5 ile incelenir; Raphe nuclei6 ve neokorteksteki7 5-HT1A reseptörlerinin yoğunluğu hesaplanır. Ardından aynı kişilere Temperament and Character Inventory adlı test ile karakter analizi yapılır. Tüm veriler karşılıklı olarak incelenerek analiz edilir. Araştırma sonucunda PET verileri ile alınan sonuçların kişilik özellikleri ile ters orantılı bir ilişki içinde olduğunu saptanır. Spiritüel eğilimde kişilik özellikleri değil, serotonin reseptörleri yoğunluğu söz sahibidir.

Bu sonuç bazı bilim adamlarına göre spiritüellik ve tanrı (ya da yaratıcı) kavramına yakınlık eğiliminin ilahi bir ilhamla ilgili olmadığını; kökeninde organik -yani bütünü ile dünyasal- bir yapının bulunduğunu göstermektedir. Onlar din ve tüm transandantal eğilimin binyıllardır yok edilememesini spiritüelliğin kişiye -serotonin yüzünden- mutluluk yaratmasına ve insanın böylece kendini iyi hissetmesine bağlamaktadırlar.

Lionel Tiger8

Din ve dinsel eğilim beyin tarafından var edilir. Beynin bir salgısıdır.

Oysa bu mantık spiritüelliği var eden fizyolojik yapının başka bir duygu değil, mutluluk veren bir kimyasalla ilgili olması durumunun gerisinde bir korelasyon, bir ilgi, bir nedensellik bulunabileceği düşüncesini göz ardı etmektedir. Eş deyişle tartışma içinde “Neden tanrıya ya da spiritüelliğe düşkünlük başka bir NT ile değil, serotonin gibi mutluluk ve sağlıkla ilgili bir NT ile ilgili?” sorusuna yer verilmemesi yanlı bir tutum izlendiği şeklinde değerlendirilebilir.

Virginia Üniversitesi’nin psikiyatri uzmanı Lindon Eaves bu düşünceyi şu sözlerle dile getirmektedir:
“Tanrı kavramının beyinde şekillendiği doğru olabilir. Peki neden bu kavram oluşuyor ona bakmak lazım? Yani neden beyinde ‘inanma’ isteğini doğuran kimyasal aktiviteler yaşanıyor? Bence bunun cevabı yine Tanrı’nın gücünde yatıyor.”

Ayrıca bu araştırma -üzerinde hiç durulmasa da- şöyle bir noktayı da ortaya çıkartmıştır:
Mademki tanrı ve ilahi esin benzeri konular kişiyi iyi hissettiren, antidepresan etkisi yaratan, gençleştiren sonuçlar var etmektedirler; o zaman bu konulara yönelmenin iyi ve yararlı bir şey olduğu söylenebilir. Devamı >>

DİPNOTLAR

[1] Gerisinde sosyolojik yapılandırma, ya da ölüm ötesi korkusunun yönlendirmesi olan dindarlık “spiritüel eğilim” kapsamında görülmemektir. Çok dindar bir kişi kimliğinde öznel eğilimlere gerçek anlamı ile yatkınlık taşımayabileceği gibi; maji, meditasyon, okültizm, ezoterizm, New Age benzeri konulara ilgi duyacak beyin yapısına sahip bir insan dinsiz olabilir.

[2] Jacqueline Borg, Bengt Andrée, Henrik Soderstrom.

[3] Higher state of consciousness.

[4] 5-HT1A, şimdiye dek keşfedilen on dört serotonin reseptörü (5-HT) içinde en fazla incelenmiş reseptördür.

[5] Damar yolu ile enjekte edilen metabolik radyoaktif ajanların biriktiği normal veya patolojik dokuları görüntüleyen nükleer tıp cihazı.

[6] Serotonini beynin kalan kısmına dağıtmakla görevli nöron kümesi. Antidepresanların bir çoğu bu nuclei’nin görevini teklit etmektedirler.

[7] Duygusal algılama, biliş, uzay-zamansal algılama ve lisan benzeri üst düzey beyin fonksiyonlarının oluştuğu yer.

[8] Biyolog, Rutgers Üniversitesi

Simülasyon Teorisi

Bir simülasyonda yasiyor olma ihtimalimiz hakkinda düsüncelerinizi merak ediyorum.

YANIT

80’li yıllarda Flash Gordon adlı bir film izlemiştim. Çocukluğumda “Baytekin” adı ile yayınlanan bir çizgi romanın Hollywood prodüksiyonuydu. Evrenin hakimi İmparator Ming vezirine “Clythus, sıkıldım!..” dediğinde bir çeşit bilgisayar başında oturan vezir seçtiği bir planete felaketler yollamakta, dünya da deprem ve benzer afetler olarak payını almaktaydı.

Ben bu durumun -filmde izlediğim kadar teatral olmasa da- gerçekten pay içerdiğine inanıyorum. Hepimiz çağdaş kültüre endeksli beyinlerimizle “bir bilgisayar programcısı” olarak yorumlayabileceğimiz bir gücün kuklaları olabiliriz!

Richard Terrile1
bu teoriyi doğrulayıcı olarak bilgisayarlar ve evrenin temel yapısı arasında bir benzerlik görür ve evrenin parçacıklarının (kuantum uzayındaki, madde evrenini oluşturan parçacıkların) bilgisayar ekranlarının pixelleri olduğu düşüncesini ortaya atar. Simms City adlı bilgisayar oyununu teorisine açıklayıcı kanıt olarak sunar. Bu düşünce “Bölünen Öncel Evren” teorisini destekler yapıdadır.

Bölünmüş evren teorisine göre madde evreninden önce var olan mükemmel bir evrenin yaratıcısı (inanca göre bu varlığa tanrı da diyebilirsiniz) öncel evrenin sadece yaratıcısı değil, aynı zamanda kendisidir. Madde evreni -teoriye göre- öncel evrenin bölünmesi ile yaratıldığına göre, madde evreninin bölünmüş parçalarının yaratıcının parçaları olduğu düşünülmektedir. Söz konusu ezoterizm teorisini Müslümanlıkta “Vahdet-i Vücut” şeklinde görmek mümkündür. Yani -kendi parçaları olan- canlı ve cansızların bekası ile kendi öznel varlığı korelasyon içinde olan bir “bilinç” (ya da bilinçler) vardır.

Diğer yanda öncel tamlığı (öncel evreni, cenneti vb.) bölen bir anti güç (anti-frekans) bulunmaktadır.

Bu güç böldüğü parçaları parçalanmış şekilde tutma gücüne bir ölçüde sahiptir.

Bu düşünce Gnostisizmde madde evreninin yaratan Demiurgos olarak görülür. Demiurgos, esma-ül hüsna’nın 12. ismi Halik gibi “Yoktan yaratan” değil; var olanı biçimlendiren bir çeşit mimardır.

Aynı düşünce Müslümanlıkta Şeytan’a zaman verildiği, bu nedenle “aldatabileceği” hakkındaki ciddi uyarılarda izlenir. Hiçbir şey Allah’ın arzuladığı mükemmel mutluluğa endeksli değildir. İnsan aldanabilecek, aldanırsa Allah ile kontağı kopacak, bu yüzden Allah yardıma koşamayacak, vermek istediklerini veremeyecektir.

Buraya dek söz ettiğimiz düşünceler şöyle özetlenebilir: “Anti güç, stringler düzeyinde bölmüştür. Parçalar, bölünmüş halde kalmayı seçme hatasına düşerlerse anti-güç bu parçaları kontrol edebilecek, onları yönetebilecek, onlardan çeşitli farklı oluşumlar var edebilecektir.”2 Bu durumu pixeller ile çeşitli görünümler yaratılarak “oynanan bir oyun”a benzetmek çok da zor değildir.

Peki; ölüm ötesinde bu simülasyondan kurtuluş var mıdır?
Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

Kabala Hakkinda

Siz kabalaya nasil yaklasiyorsunuz?

YANIT

Önce üç inancımızdan söz edeyim:

Herkes dilediği metotta çalışma hakkına sahiptir ve bu seçim tartışılamaz.
İnsanlar rahat bırakılırlarsa kendilerine neyin iyi geleceğini bulabilecek kapasitededirler.
Olumsuz birçok ortam pozitif beyin elektriği ile pozitive edilebilir.

Şimdi yanıtıma geçeyim:

  • Evren ötesini kaskatı on parçaya (sefiraya) bölen,
  • dişi ve erkeği -dişinin aleyhine olacak şekilde- sınırlayan,
  • yaratıcıyı madde ortamından uzak bir lider gibi gören ve gösteren.1
  • bazı objelerin imajine edilmesi ile diğer alemde (Sefiroth’un katlarında) ilerleneceği düşüncesini empoze eden,
  • elinde kılıçla ritüel açtıran,
  • saygı duyduğunu iddia ettiği bir tanrıyı en -söz ağır kaçacak ama- “kadın düşürmek, adam lanetlemek” benzeri “pespaye işler” için kullanmakta sakınca görmeyen,
  • çağırılan varlıkları “icbar ederek”, zorlayarak, tehdit ederek, hapsederek, acı çektirerek çalıştırma mantığı üzerine kurulu olan,
  • bu yaklaşımı yüzünden korunmak adına koruyucu çemberler olmadan çalışma yapılmayan

bir öğretiye sempati duymamız hayli zor.

Kabala Tevrat’tan kaynaklanmıştır; bunun kanıtı tüm çalışmaların baş kimliğinin Yahveh olmasıdır. Bizlere göre (ki, bu konuda kanıt olarak gösterilebilecek argümanlar boldur) Tevrat’ta tek tanrı olarak lanse edilen Yahveh, Müslümanlık tanrısı Allah ile ilgisiz bir güçtür; bölen enerjinin bizzat kendisidir. Evreni yaratma sürecinde bölmekten başka bir eylemde bulunmadığı Tevrat’ın Yaratılış bölümü, 1. baptan okunabilir.

Savaşçı bir tanrı olduğu Tevrat’ta onaylanır.
Çıkış 15:3 “Savaş eridir Yahweh, Adı Yahweh’dir.”
İşaya 42:13 “Yiğit gibi çıkagelecek Yahweh, Savaşçı gibi gayrete gelecek. Bağırıp savaş çığlığı atacak, Düşmanlarına üstünlüğünü gösterecek.”

Adlarından olan Yahweh Sabaoth “orduların efendisi” anlamına gelir. Zaten Tevrat’ın ana teması Yahveh’in kendine karşı gelenleri nasıl yok ettiği üzerine kuruludur.

Özetle; böylesi bir varlığın öğretisinden yola çıkarak var edilen sistemler ile sulh ve salah bulmak fazlası ile zordur.

Zaten bir ezoterik sistem, içeriğinde lanetleme çalışmalarına yer veriyorsa, bunun için usuller, metotlar yaratıyorsa, sakınılması ve uzak durulması gerekli bir ortamdır.

Bunların ötesinde “her öğretinin aslı Kabaladır” inancını yaymak adına kendi 10 sefiralik sistemlerini 7 çakra temelli Hinduizme “yerleştirmeleri” hayli garip sonuçlara yol açmıştır. Böylece Geburah ve Hesed kendilerine omuzlarda, Hod ve Netzach belde yer bulmuşlar; ama Binah ve Hokmah ise havada kalmışlardır. Üstelik bu yerleştirmelerde bilgelik olduğu iddia edilir ve detaylı açıklamalar bile yapılır.

Aynı yaklaşım Tarot kartlarına da sokulmuştur ve ne yazık ki günümüzde kullanılan Tarot bu Kabalistik Tarot’tur. Birbiri ile ilgisiz kavramlar -değim yerinde ise- “ite dürte” majör arkana’ya yerleştirilmiş, ortada kalan kartların ise “patikalarda” yer alması gerektiği savunulmuştur.

Aynı zorlama astrolojik planetlerin sefiralara yerleştirilmesinde görülür. Verdiğimiz majikal eğitimde detaylı açıkladığımız gibi, birbiri ile ilgisiz kavramları içeren planetler ve sefiralar eşleştirilmiştir.

Tüm bu anlattıklarımın gerisinde bence Yahweh’in ana söylemi bulunmaktadır: “Öne geçeceğim; böylece en büyük, en güçlü olacağım ve hükmedeceğim” şeklinde özetlenecek olan ataerkil bakış açısıdır bu.

Özetle, Kabala bizim dünyamızda “sakınılması gerekli” bir sistemdir; çünkü bize göre negatif içerik, sadece negatif enerji yaratır. Bizde ise bu ölçüde negativiteyi nötralize edecek düzeyde pozitif enerji yoktur. Sıradan adamlarız.

Ancak bu metot ile çalışanlara yönelik hiçbir olumsuz tavrımız olamaz; bilakis, seçme özgürlüğünün ve farklılığın savunucularıyız. Yardım talebi olursa desteğimiz, dostluğumuz, eliminiz her zaman açıktır; eleştiriler/düşünceler/kanılar unutulur, kol kola girilir. Düşüncelerin farklı olması dostluğa engelse “dostluk” ve “yoldaşlık” (okült ortamda olma yakınlığı) adlı kavramın içeriği anlaşılmamış demektir. Söz edilen görüş genel anlamda benimsenebildiğinde düşmanlık yok olacak, geriye sadece farklılıklar kalacaktır… ki bu durum bir zenginliktir.

DİPNOTLAR:
[1] Bizim inancımızda yaratıcı, evrenin her noktasındadır ve onunla kontak ritüellere değil, sadece kişisel inanca bağlıdır.

Benzer yazılar >>


SORUNUZU İLETİN!

Varolus

Varolusu nasil tanimlarsiniz?

YANIT

Önce sorunuzu varoluşçuluk (egzistansiyalizm) adlı felsefi ekol açısından yanıtlayayım:

Bizim dünyamızda felsefe -insanları bölünmüş bütünlüğün tek yanına (akıl enerjisine) yoğun biçimde yönlendirdiği için- onaylanmaz. İçerik olarak zıt yönlü olsa da, hayatı sadece tensel zevklere ve içgüdülere odaklanarak yaşamaya yönlendiren modellerin frekansını taşıdığına inanılır.

Varoluşçuluk ise yaşamı sadece varlık ile sınırladığı için yukarıda söz ettiğim bölünmüşlük ortamını güçlendirir. Oysa yaşam, yani varlık, çok geniş çaplı bir gerçekliğin en küçük nabız atışıdır. Varlığın özü bildiğimiz fizik ortamın yasalarından bambaşka ve akıl almaz kurallarla işleyen bir gerçeklik olan kuantum uzayında “kotarılır”; örneğin hücreler dahil her şeyi meydana getirenin stringler (ipliksiler), kuantum uzayı varlıklarıdırlar.

Bu gerçekleri ortaya çıkaranların yüzyıllar boyunca -yaşamı sadece bir bilinç parlaması olarak gören- ve bu konuda etkileyici formüller yazan bilim adamları olmaları ilginçtir. Darwin ve özellikle Foxley ile bilim çevrelerinde “gülünç” veya “akıl dışı” olarak bile nitelenmeyip, “tabu” haline gelen “derinlerde sübjektif bir gerçeklik bulunduğu ve her şeyin asıl temelinin bu yapı olduğu” düşüncesi ise 1940lardan sonra yeniden “doğmaya” başlamıştır. Stapp, Bohm, Penrose ve daha birçok bilim adamı artık kuantum dünyasının temel olmadığı, ondan çok daha derin bir gerçekliğin varlığı hakkında raporlar hazırlamaktadırlar. Dileyen bu “katmana” tanrı, dileyen “derin sübjektif uzay” diyebilir. İlk çağ mitlerinde ona “derinler”, Tevrat’ta “tehom”, Babil mitolojisinde “Tiamat” demişlerdir.

Batıda bir çok kişi (genelde New Age akımı taraftarları gibi topluluklar) onu hem tanrı, hem de yarattığı için “ana” şeklinde görmekte ve “Ana Tanrıça” demektedirler. Aslında kişisel fikrim onun -tıpkı sonradan dişi ve erkek olarak ikiye bölünen öncel bütünlük benzeri- “androgynous” yapı taşıdığı ve bu yüzden hem ana, hem de baba olduğudur. (Bölünmüş varlıklar olduğumuz ve beynimiz bölünmüş bir evren ortamında var olduğu için bu durumu anlamak kolay değildir.)

Bu bilgileri şiar edinmiş kimseler olarak gerçekliği (hele ki “düşünce” sözcüğü ile ifade edilen, aslında fotonların eksitasyonlarını) kişinin makrokozmos varlığı ile sınırlayan görüşlere fazla sempati duymamız mümkün değildir.

Sorunuz “Var olmamızın nedeni nedir?” şeklinde algılandığında ne yazık ki sadece teorik (ve inanca dayalı) bilgiler vermek olasıdır. Bu konudaki bilgileri (Anaerkil Yaratılış Mitini) Ezoterizm soruları linkinde yer alan yanıtlarımda bulabilirsiniz.

Ancak sorunuzun içeriği “Var olmamızın amacı nedir?” ise yanıtım “birleştirmektir” olacaktır. Yani evrenin varlığının nedeni biz canlılar açsından bakınca “birleştirmek”tir. Bizler, birleşmek (yani orijinal/öncel formu almak) için yanıp tutuşan ama farklı bir vibrasyon buna engel olduğu (onu yenemediğimiz) için ayrılık acısı ile kalan varlığın parçalarıyız.

Söz konusu düşüncenin kanıtı, benzersiz mutluluğun sadece tensel birleşme (seks ve orgazm) ve ruhsal birleşme (aşk, sevgi, dostluk) ile var olduğunda görülebilir. Bu konulardaki başarısızlıkların nedeni ise başlangıç noktasının ıskalanması, yani birleştirme ortamının sadece mekansal olarak algılanmasıdır. Oysa -kuantum mekaniğinin ortaya çıkarttığı gibi- gerçekliğin yaratıldığı yer beyin olduğuna göre, başlangıç noktası da beyin, daha doğrusu beyin elektriği dalga boylarıdır. BU yüzden beyin elektriği “birleşmiş” (pozitif) olmayan kişiler seks, orgazm, aşk, sevgi ve dostluk benzeri kavramların çoğunda başarılı olamayacak Devamı >>


SORUNUZU İLETİN!

BEYİN ELEKTRİĞİNDEKİ BİLİNÇ! – 1. Bölüm

Yazı: JANUS

Kuantum bilimi, pop kültürün popüler değimlerinden olan “elektrik alamamak” sözünün gerçekleri yansıttığına gönderme yapan bazı bulgulara ulaştı. 2015’de ortaya atılan bir teoriye göre beyin elektriği çağdaş bilimde sanıldığı gibi niteliksiz bir “çakış” değil; “seçim şansları taşıyan” bir fenomen!

Konuyu açık biçimde yansıtmak için işe biraz başından başlayarak adım adım yol alalım.

Kuantum mekaniğinin akıl almaz hızla ilerlemesi, binyıllardır okültistlerin tekelinde esrar bulutları ile sarılı kalmış olduğu için çağdaş, materyalist, akılcı, rasyonel eğilimli beyinlere yansıyamamış birçok gerçeğin bilim bazında kanıtlanmasına yol açtı. Böylece bazı ilimleri safsata olarak niteleyen beyinler “de” kimi yöntemleri (örneğin majiyi) görece “gönül rahatlığı” ile kullanmaya, en azından nedenselliğini anlamaya uğraşmaya başladılar. Okült veriler zaten hatalı değildi; sadece bilimin gerçekçi eli değmediği için biraz “çoluk çocuk işi” sayılan ortamlarda tutsaktılar.

Kuantum bilimi ortamında henüz tartışma aşamasında olsalar da; kanıtlanmaya doğru hızla ilerleyen farklı teoriler de var. Bunlardan en önemlilerinden biri Quantum Mind “Kuantum Bilinci” teorisi. Sinesinde onlarca farklı hipotezi barındıran bu ana teori, bilincin klasik bilimde anlaşıldığı gibi DEĞİL, beyindeki -bu yazıda üzerinde kısaca durulacak olan- “kuantum dolanıklığı” ve süperpozisyon benzeri kuantum olayları ile meydana geldiğini savunmakta. “Bilinç” sözcüğü ile kastedilen ise kişinin yaptığı seçimlerden, belirlediği hedeflere, sevdiği renklerden, hayata bakış şekline dek her şeyi belirleyen mekanizma. Kısaca, Quantum Mind teorilerine göre bizi “biz” yapan her şey beyindeki süperpozisyonlar ve benzeri kuantum olaylarına bağlı.

Söz edilen teorilerden en ünlüsü (ve de tartışılanı) olan Orch OR teorisine göre -basit anlatımla- beyinde iki kuantum parçacığı süperpozisyon halinde bulunduğunda (bunlardan biri AYNI ANDA bir yerde, diğeri ise başka bir yerde olduğunda), bu durum kuantum uzayı geometrisinde bir çatallanma meydana getiriyor ve süperpozisyonlardan sadece biri gerçek olarak anlık bilinci yaratıyor. Çöküş ve reelleşme ise mikrotübüllerde titreşimlerle oluşuyor. (Biraz daha teknik bir anlatımla: Penrose her süperpozsiyonun kuantum uzay-zaman geometrisinde kendine özgü bir biçimi olduğunu öne sürdü. Süperpozisyonlar birbirlerinden bir Planck’den1 daha fazla uzaklaştıklarında [birbirlerinden ayrıldıklarında] çökmekteler.

İlk kez 1990 yılında ortaya atıldığında büyük ses getiren teori farklı bilim adamlarınca defalarca yere vuruldu, ama hipotezin sahipleri olan Roger Penrose ve Stuart Hameroff her defasında savlarını yeni bulgularla destekleyerek ayağa kaldırmayı başardılar. (Örneğin 2013’de tüm teoriyi yeni bulgularla bir kez daha düzenlediler ve 2014’de Anirban Bandyopadhyay [MIT] ile Amsterdam’da bilim dünyasına yeniden sundular.)

Teori son ve en güçlü darbeyi bir diğer ünlü kuantum bilimcisi Max Tegmark tarafından aldı. Tegmark, decoherence yani “eşevresizlik” yüzünden teorinin gerçek olamayacağını gösterdi: Kuantum durumları (süperpozisyonlar) eşevresizlik kuralları gereği çevre ile iletişime geçince dağılmaktaydılar. Paralel dünyadaki “biz” ile kontağa geçemememizin nedeni buydu zaten. Eşevresizlik olmasa paralel dünyalarla yüzleşir ve hayli sıkıntı da çekerdik. Ne gibi sıkıntıların çekileceği hakkında hoşça vakit geçirirken biraz da bilgi sahibi olmak istenirse Coherence adlı film izlenebilir. (IMDB / Trailer)

Orch OR teorisi sanılandan çok daha önemli ve hepimizi yakından ilgilendiriyor.
Bu teori;
– beyinde kuantum ortamının olması,
– süperpozisyonların bulunması, farklı olasılıkların üst üste (ya da iç içe) aynı anda bulunması,
– bunlardan birinin vibrasyonla seçiliyor olması
anlamında!

Bu yüzden paralel evrenler, paralel evren yaratmak, ya da en iyi paralel evrene atlamak gibi olayları tamamen formüle ederek gündelik kullanıma açmanın ilk adımı bu teorinin kanıtlanmasına bağlı. Max Tegmark’ın buluşu ise tüm bu ümitlerin sona ermesi manasında.

2015 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nden fizikçi Matthew Fisher, OKUMAYI SÜRDÜRÜN >>

 

 

İncil Kehanetleri Ve Günümüzdeki Politik Gelişmeler

Siyasal ortamın karışık olduğu şu günlerde dünyanın gidişini kötülük ve şeytan açısından nasıl değerlendiriyorsunuz.

YANIT

Riskli günler yaşıyor olabileceğimizi düşünüyorum; çünkü İncil’de dünyanın sonunun nasıl geleceği hakkındaki kehanette yer alan olaya benzer bazı felaketler yaşandı. Eğer düşüncem doğru ise (ki, Prof. Hatemi de aynı sözleri yıllar önce bir TV kanalında söylemişti) New York’da yaşanan 11 Eylül 2001 saldırısı bir sürecin başlangıcı olabilir. Gerçekte olay bir başlangıç olduğu kadar, bir sürecin tek bir sekansının sonudur. Süreç devam edecek midir? Bunu zaman gösterecektir.

Her şey 7 Kasım 2000 tarihindeki Birleşik Devletler başkanlık seçimlerinde Bush’un başkan seçilmesi ile başlamış olabilir. Gerçek anlamı ile çevreci olan ve 2007 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Al Gore ile sertlikten yana olan Bush arasındaki -tarihe demokrasini utancı şeklinde geçen- seçim sonucunda Amerikan halkı Bush’un elektriğini (yani vibrasyonunu) aktive etmiştir.

Ülkelerin kaderini liderler belirler.

Liderleri ise -demokratik olmayan ülkelerde bile- çoğunluğun beyin elektriği belirler.

Ülkeler de -eğer güçlülerse- planetin geleceğini belirleyebilirler.

Bush’un negatif mi, yoksa pozitif elektrik mi taşıdığını kesin olarak söylemem yanlış olur; ancak ülkesinin başına gelen en büyük felaketin (11 Eylül 2001 saldırısının) onun başkanlığında gerçekleşmesi dikkate değer bir olaydır. Genelde inancımızda negatif enerji taşıyan liderler iktidara geldiklerinde ülkelerinin savaşla yüzleştiği görülür. Hitler bunun en bariz örneği olsa da, Humeyni’nin İran halkı tarafından iktidara getirilmesi sonrasında on yıl sürecek İran-Irak savaşının çıkmış olması da önemlidir.

Ayrıca 11 Eylül’de yaşananlar okült ortamlarda salt terör olayı olarak da görülmezler; çünkü yaşanan felaket İncil, Vahiy bölümünde anlatılan bir olaya benzemektedir.

Vahiy bölümü 18. bap dünyanın sonunun getirilme sürecinde Babil olarak isimlendirilen çok zengin ve refah içinde yaşayan bir kentin vurulmasını anlatır.

Bu zengin kent “gökten inen” iki melek tarafından vurulur.

İncil – Vahiy 18
1 Bundan sonra büyük yetkiye sahip başka bir meleğin gökten indiğini gördüm. Yeryüzü onun görkemiyle aydınlandı.
2 Melek gür bir sesle bağırdı: “Yıkıldı! Büyük Babil yıkıldı! Cinlerin barınağı, Her kötü ruhun uğrağı, Her murdar* ve iğrenç kuşun sığınağı oldu.
4 Gökten başka bir ses işittim: “Ey halkım!” diyordu. “Onun günahlarına ortak olmamak, Uğradığı belalara uğramamak için çık oradan!

Bu kent, ticaretin yapıldığı yerdir.

11 Dünya tüccarları onun için ağlayıp yas tutuyor. Çünkü mallarını satın alacak kimse yok artık.
15 Babil’de bu malları satarak zenginleşen tüccarlar, kentin çektiği ıstıraptan dehşete düşecekler. Uzakta durup ağlayacak, yas tutacaklar.

Kent çok zengindir.

16 ‘Vay başına, vay!’ diyecekler. ‘İnce keten, mor ve kırmızı kumaş kuşanmış, Altın, değerli taş ve incilerle süslenmiş Koca kent!

Kent bir limandır.

17-18 Onca büyük zenginlik Bir saat içinde yok oldu.’ “Gemi kaptanları, yolcular, tayfalar, denizde çalışanların hepsi, onu yakan ateşin dumanını görünce uzakta durup, ‘Koca kent gibisi var mı?’ diye feryat ettiler.
19 Başlarına toprak döktüler, yas tutup ağlayarak feryat ettiler: ‘Vay başına koca kent, vay! Denizde gemileri olanların hepsi Onun sayesinde, onun değerli mallarıyla Zengin olmuşlardı. Kent bir saat içinde viraneye döndü.’

Bu benzerlikler tabii ki rastlandı da olabilir. Ancak ilginçtir, New York ile, Vahiy bölümünde yıkılacak olan kentin -yani Babil’in- benzerliği felaketten dört yıl önce, Şeytan’ın Avukatı filminde de dile getirilmiştir.

Filmde genç, hırslı ve kuralsız avukat Kevin Lomax (Keanu Reeves) New York’taki büyük bir firmadan parlak bir teklif alır. Aşırı dindar olan annesi ise oğlunun bu işi kabul etmesini ve istememektedir. Yaptıkları konuşmada oğlunun gözünü korkutmak için New York kentinin, Vahiy bölümünün 18. bapı ile bağlantılı olduğunu öne sürer!

Sahne 0:13:00’de başlar; 0:13:22’de Mrs. Alice Lomax şöyle konuşur: “Sana New York’tan basetmeme izin ver. ‘Yıkıldı… ve sonunda büyük Babil yıkıldı. Vahiy18.’”

Vahiy’de anlatılan olayları dile getiren peygamber Yuhanna’dır ve 18. bapın ilk ayetinde “tanıklık ettiği” yani izlediği şeyleri anlattığını öne sürmektedir. Ancak Yuhanna’nın 3. ayette “beklenen zaman yakındır”
Okumayı sürdürün >>

satanizm ve satanistler

Satanizm hakkinda bilgi verir misiniz?

YANIT

Satanizm, “salt kötülüğe odaklanma” şeklinde yorumlanabilir ve bu modeldeki “salt kötülük” olarak ifade edilen kavram birey ve çevresine zarar verecek (insanları giderek evrimde geriletecek ve bu nedenle acı miktarında artış var edecek) eylem ve düşünceleri içerir. Kötülük, öncel evreni bölen (ki, madde/parçacık evreni böyle oluşmuştur) bir frekanstır. Beyin EM alanı bu dalgaboyunda olan pek çok insan bu çeşit satanist olabilir… dahası, bunun farkında bile olmayabilir.

Popüler satanizm ise “Şeytan” adlı bir varlığa bilinçli şekilde tapmadır… ama bu inancın mebdei yoktur; çünkü bu kişilerin taptıkları şekilde şeytan diye bir varlık yoktur!

Satanizm’in tanrısı olarak deklare edilen Şeytan
kompozit bir kimliktir: İncil’in Vahiy bölümünde tanımlanan bir varlık (ya da dört varlık: Ejder, Canavar, 666, Babil Fahişesi) ile Tevrat ve İncil’de lanetlenen İlk Çağ Yakın Doğu anaerkil uygarlıkların (örneğin EL Hazne’nin mimarları Nabat’lar) tanrılarının karışımı ile meydana getirilmiştir. Musevilikte (Tevrat’ta) bile yer almaz. Vahiy bölümünde, korkunç şeytanlardan kadın olanının adındaki Babil sözcüğü ve metin boyunca Babil’in lanetleneceğinden söz edilmesi satanizm Şeytan’ı ile İlk Çağ paganist bereket kültleri ilahları arasındaki bağın kanıtı sayılabilir. Babil fahişesi; Yakın Doğu’nun bereket, verimlilik, aşk ve seks tanrıçası Astarte ve İştar’dan başkası değildir. Yegane günahkarlığı ise seks özgürlüğünü savunmaktır. Sekse -boşanmayı yasaklayacak ve rahiplerinin ömürboyu seks yapmalarına engel olacak kadar- karşı bir dinde bu gibi tanrı ve tanrıçaların kötülük olarak nitelenmesi doğaldır.

İncil’in vahiy bölümünde tanımlanan Şeytan (ya da Şeytanlar), insanları aldatmak için vardır; ondan sakınılması adına sayfalar dolusu uyarılarda bulunulur. Ancak detayları -bir gora metni içeriğinde ve iticiliğinde- anlatılan ve benzeri sadece Ortaçağ engizisyonu ile Nazi Almanya’sında görülebilecek işkenceleri insanlara uygulayanlar sürekli meleklerdir.

Giderek bu Şeytan, ataerkil okültistlerin (örneğin Eliphas Levi) elinde abartılır ve ortaya klasik keçi boynuzlu ve bacaklı, elinde trident taşıyan şeytan modeli doğar.1 Hıristiyan tapım ayinlerinin tersi uygulamalarının satanik ayinlerin belkemiği olması (örneğin Black Mass, altara çıplak kadın yatırmak, ters haçlar vb.) satanizmin odağının Hıristiyanlık olduğunun bir diğer kanıtıdır.

Özetle satanizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık aseksüel dayatmaları ve genel yasakçılığına başkaldırıdan türemiş, lideri ise öncel pagan ilahların deforme edilmiş hali sayılabilecek bir kimlik olan tapım modelidir. Amerika’daki yasal şeytan kilisesi baş rahibi Antol La Vey’in de kitaplarında söz ettiği gibi “Satanizm ve ayinleri bir psiko-dramadır”.

Orta/üst sosyo-kültürel gruplardaki kentli kimselerden oluşan modern satanistler genelde -Sharon Tate’i ve arkadaşlarını evinde çok kötü şekilde öldüren- “Şeytan Monson” ve arkadaşlarına benzemeyen, yani gerçek kötülük ile yakınlıkları bulunmayan; “kuralsız yaşamak”2 olarak ifade edilebilecek eylemleri ifa etmek adına dinsel buyruklara baş kaldıran isyankar kişilerdir. Kötü olduklarını sürekli yineleseler ve bundan bir övünç çıkartsalar da, gerçek anlamı ile zarar verici, acı yaratıcı olduklarını söylemek hayli zordur. Onlar sadece rahat ve keyifli yaşamanın tek tanrılı dinlerin donelerinden farklı yöntemler ve ortamlarda elde edileceğine inanmış kişilerdir. Hedefleri salt kişisel arzulara ve içgüdülere dayalı bir yaşam modelini ön plana çıkartmaktır.

Ancak zurnanın “zort” dediği yer burasıdır!

Kötülük (gerçek kötülük; dengesizliği yaratan, bölerek yaratan, uçlaştırarak yaratan “bölen frekans”), bu satanistlerle kolayca senkronizasyona girebilmektedir; çünkü hem “baş kaldırma” eyleminin özündeki öfke duygusu bir katalizördür, hem de bu kişiler akıl/içgüdü zıtlığının fazlaca tek yanında -içgüdü tarafında- durmaktadırlar. Bölücü frekans ise -hangi tarafta olursa olsun- ortada olmayana, (o kişi bölünmüşlük içinde olduğu için) ortadan uzaklaşıldığı oranda yakındır. Bu nedenle seksi yasaklayanlar kadar, salt seksi savunanlar da tehlike altındadırlar.

Zaten aşırı ve fanatik olarak nitelenebilen herkes (durulan yer inanç ortamı da olsa, politika ortamı da olsa; aşırı solcudan, radikal İslamcıya, radikal feministten, “sert maço” kimliklere değin) aynı vibrasyonun kontrolundadırlar.

Konuyu biraz daha açalım:

Evren, pagan yaratılış mitlerine göre öncel bir tamlık ve mutluluk evreninin bölünmesi ile var olmuştur. Ancak kötülüğün hedefi öncel evreni tamamen parçalanmak olsa da, evren sadece ikiye bölünmüş, ayrılan parçaların etkileşim ve iletişiminin tamamen kopması “iyilik” olarak adlandırılan farklı ve -birleştirici- bir vibrasyonca önlenmiştir. Bu yüzden dünya orta noktadır ve gerçeklik daima zıtlıkların birleşmesi ile (örneğin; dişi+erkek=can, elektrik+manyetizma= EM) oluşur.

Sempatizasyon yasası gereği sadece benzer benzeri çeker. Evrende ise zıtlıkların birbirini çekmesi, ZIT SAYILANLARIN ASLINDA AYNI ŞEYİN İKİ PARÇASI OLDUKLARININ KANITIDIR. Yani yine benzer, benzeri çekmektedir.

Ayrılma, insanlarda AKIL ve İÇGÜDÜLER zıtlaşması olarak görülür. Yukarıda söz ettiğim baskılara isyan eden kişilerden olan satanist gruplar bu ayrımın içgüdüler yanındaki kişilerdir ve zıtlığın bir yanında oldukları için bölünmüşlüğün diğer yanında olan salt akılcı ve aseksüel kimliklerden (orta noktaya, dengeye, birleştirmeye, her şeyin birleştiği noktaya uzak oldukları için) özde farkları yoktur. Yani salt akılcılar da, salt içgüdücüler de kötülük adlı bölücü frekansa (gerçek şeytana) yakındırlar.

Modern satanistlerin görmediği, ya da görmezden geldiği gerçek ise şudur:
Okumayı sürdürün >>

tembellik, enerji düsüklügü, yasama sevinci

çok sey düsünüp HIÇ bir eylem içine giremiyorum. Bu durumlara ek olarak yasama sevinci eksikligi, bosluk durumlari duygulari eslik ediyor.

YANIT

Deneyimlerime dayanarak içinde bulunduğunuz durumu “depresyonda olmak” şeklinde yorumluyor olabileceğinizi düşündüğüm için ilk olarak
“depresyonda olmadığınıza hemen inanın” sözleri ile başlayayım ve saygın pubmed kurumlarından NCBI’da1 yayınlanan bir rapordan alıntı ile sözlerimi doğrulayayım:

The Biochemistry of Belief
T.S. Sathyanarayana Rao, M. R. Asha, K. S. Jagannatha Rao, P. Vasudevaraju
Depresyonda olduğunuza inandığınızda (…) duyu organlarınız aracılığı ile aldığınız ham veriyi yargınızla (kişisel kanınızla) onaylayarak damgalıyor ve fiziksel olarak içselleştiriyorsunuz.

Söz ettiğiniz davranış modelinin2
nedeni beyindeki NE’dir. NE, yapısı gereği “bölen” frekans taşıdığı için kişiyi “akış”tan ayırır; kişinin beyin elektriği söz ettiğiniz davranış modelini yaratacak frekansı taşımaya başlar.

Akış, evrimdir; gelişmek adına yaşamın içinde -zorluklarla yüzleşerek, zorluklar aşılınca kazanımlara sahip olarak (ödüller alarak)- var olmak ve fark etmeden ilerlemektir. İlerlenerek varılacak yer ise PE, yani evrim, yani mutluluktur.

[PE (buna iyilik diyelim mi?), buyrukçu bir tanrının emri sayıldığı için değil, mutluluk verici yegane frekans/hedef olması nedeni ile değerli ve gereklidir. PE her canlının öncel (doğal, olağan, tam) halinin vibrasyonudur. Yani PE celp edilmesi gerekliliğini, despot bir yaratıcının onayını almak için, korku içinde, onun emirlerine uygun davranmaya çalışmak şeklinde yorumlamak büyük hatadır. PE, canlının orijinal yapısına (bölünme acısından kurtuluşa) dönmek için attığı adımdır. Yaratıcı (Allah, tanrı, evren, kuantum uzay-zaman geometrisi vb.) canlıları ve cansızları kendi ile birleştirmek kadar, gerçek halleri ile de buluşturup, böylece orijinal ortamı yeniden tesis etme amacındadır (ya da yapısındadır).]

Akışı (evrimi, PE celbini) gündelik yaşam içinde “hareket” olarak da niteleyebiliriz; hareket eden ilerler, PE ile kontağa geçer.

Bu gerçek çok farklı platformlarda, ortak şekilde doğrulanmış bir görüştür. Birkaç örnek sıralayayım.

Felsefi açıdan: “Hayatın gerçek amacı bilgi değil, eylemdir.” – Thomas Henry Huxley

Dinsel açıdan:
Ayet: İnşirah 7 “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devam et.”
Hadis: Buharî, Rikak 3 “Vaktini boş geçirme.”
“Allah boş oturanı sevmez.”3

İnternet hacker’leri açısından: “Have fun in cyberspace and meat space”4

Majikal açıdan: Majikal çalışmanı (mikrokozmos/astral eylemini), hayatta (makrokozmosta) eylemle destekle.

NE ise -fırsatını yakaladığında- anılan ortamı -kişi ilerleyemesin, bölünmüş ortam sürsün, kendi frekansları yaygın frekans olarak kalsın diye- engeller… kişiyi hayattan -aslında akıştan- koparır. Ne de olsa o da -kendi gerçekleri ile yani bölerek- var olmaya çalışmaktadır.

Sözün özü, sorununuzun nedeni bir şekilde (bir diğerinden çok farklı olabilecek nedenler yüzünden) celp ettiğiniz NE’nin giderek sizi akıştan kopartmasıdır.

Akışa yeniden katılmak için uygulanacak metot şıklar halinde aşağıdaki gibi özetlenebilir.

1- Akışa, öncelikle sorunları ya da sorunu DÜŞÜNMEMEK ile katılınacağına inanın. Sorunlar paylaşılarak azalmaz, artar.5

2- Önünüzde bir duvar olduğunu ve bu duvarı ancak zorlanarak aşacağınızı kabullenin.

3 – Kendinizi hazır hissettiğiniz bir gün kağıt kalem ile bir köşeye rahatça oturun ve adım adım ne yapmak İSTEMEDİĞİNİZİ korkusuzca düşünün, notlar alın.
Ardından bunları minimize ederek sıralayın ve en kolayında (size akıl dışı, gereksiz, önemsiz, yapıcılık faktörü sıfır gibi görünenden) başlayın!

Yapılması istenmeyen en minik davranış:
el yıkamak,
yüz yıkamak,
bir bardak su veya meşrubat içmek,
kendine kahve pişirmek,
kapı önüne çıkmak,
yataktan kalkıp – pencereden bakıp – yine yatmak,
yataktan çıkılamıyorsa, sağdan sola dönmek,
evden çıkılamıyorsa pencereyi açıp başı dışarı uzatmak
da olabilir.

Zorluklarla yüzleşmek şart olduğu halde işin “üçkağıdı” (ya da mantığı) ÇOK, ÇOK, ÇOK KÜÇÜK ADIMLARDAN BAŞLAMAKTIR. Atılacak adımı çok küçültüp, VAZ GEÇMEDEN YİNELEMEK sistemin özünü teşkil etmektedir.

Davranışın aktivite yoğunluğu ne kadar düşükse, ifa etmek ve böylece NEyi yenmek o kadar kolaydır. Bu nedenle olağan ülküler, hedefler, planlar bir süreliğine unutulmalı; belirlenen minik hedef (davranış) KÜÇÜMSENMEDEN uygulanmalı ve giderek sıklaştırılmalıdır.

4 – Her aşama kaydedince eylemi biraz zorlaştırın.

Dozu arttırılmış davranış:

Okumayı sürdürün >>

Büyüde Gama Frekansı

SORU

Maalesef “gama” frekansının mantığını hala anlamadım. Geleneksel çalışanlar “Teta” dalgasında ısrarcılar ulaştığım kaynaklarda.

YANIT

Öncelikle: Teta, uyuklama dalgasıdır ve kişi kendini bilmeden, kendi kendine çalışan, doğal bir sisteme (quantum reduction) -değim yerinde ise- “parmak atamaz”.

Gerçekleri alt alta yazarsam daha kolay anlaşılır olabilirim:

  • Maji gerçekliği arzu yönünde yaratmaktır.
  • Gerçekliği arzu yönünde yaratmak kuantum uzay-zaman geometrisini iradi şekilde bükmekten (yani dalga fonksiyonunu arzu yönünde çöktürmekten) başka bir şey değildir.
  • Orch OR, gerçekliğin (bilincin) gama dalgasında oluştuğunu göstermiştir.

Gerekli gama frekansına 10.000 saat meditasyon ile ulaşılacağı son derece anlamsızdır. O söz büyük olasılıkla Tibetli Budist rahiplerden kaynaklanmıştır. Bu kişiler gama senkronizasyonuna söz konusu çalışma ile ulaşabilmişlerse bu onların sorunudur. Magic Johnson’un ve bazı başka yıldız sporcuların maç sırasında gama dalgasına ulaştıkları anlaşılmıştır. Sporcu kişilerin “biteviye” oturup meditasyon yapmaya uygun kimlikler olmadıkları halde söz konusu sonucu başarabilmeleri çok şey anlatmaktadır. Diğer yandan en sıradan insanların bile kaza anında yüksek gamaya ulaştıklarının bilinmesi meditaston/gama ilişkinin gereksizliğini ortaya çıkartır. Çalışan beyin bir süre sonra 40+ Hz’e ulaşır
Meditasyon, rahat ve sakin bir kimlik kazanmak için güzel ve başarılı bir yöntemdir. Ruh sağlığına iyi gelebilir, birçok yararı da bulunabilir; ancak meditasyonun hedefi durağanlıktır.

Maji ise dinamik bir yöntemdir. Ayrıca “rahat ve sakin kimlik kazanma” hedefi maji ile de elde edilebilir. Diğer yandan majinin “rahat ve sakin bir kimlik”ten daha ötesini de vaat ettiği hatırlanırsa meditasyona oranla daha rantabl olduğu düşünülebilir.

Zaten gerçekliğin oluşum süresi mili saniyedir; oysa beynin konsantrasyon süresi genelde kısadır. Çalışma uzadığı kadar beyne dolan gereksiz bir sürü düşünce olaya müdahil olacaktır. Bu yüzden işleri ne kadar detaylandırır ve uzatırsanız -ortamda çok hoş vakit geçirecek olsanız da- başarı oranınızı ciddi şekilde engellersiniz. Tabii ki ilk yıllarda bu yaklaşım olanaksızdır; ancak hedef bu olmalıdır.

Yukarıda söylediğim gibi maji, her gün yapılan sıradan bir eylemin, arzu doğrultusunda ifa edilmesidir (yani kişinin canının istediği şekle sokularak yapılmasıdır). Söz konusu gündelik eylem ise gerçekliğin yaratılmasıdır. Herkes (zır delisinden, geri zekalısına dek herkes) kendi gerçekliğini yaratır. Bu yüzden majiyi yaparken

Okumayı Sürdürün >>

 

Görülmeyen Varlıklar

SORU

Cin(vs.) gibi varliklar insan bedenine yorgunluk, huzursuzluk verme gibi etkiler edebilirler mi?

YANIT

Bizim sistemimizde bedensiz varlıkların şahsiyet sahibi kimlikler değil, SADECE beyin EM alanı (dalga boyu) ile kontağa geçince bir anlamda “canlanan” vibrasyon frekansları olduğu görüşü esastır. Bu noktadan başlarsak söz konusu “varlıkların” pusuda, insana kötülük etmek, ya da ihsan dağıtmak adına bekleyen melek tarzı kimlikler olmadıkları noktasına vararak daha kolay anlaşacak olabiliriz. Sözü edilen “canlanan dalga boyları”na felsefi boyutlarda kişilik ve eylem alanları tahsis eden görüşlerin kuantum mekaniğinin, kozmolojinin, matamathical physics’in, nörobilimin, biofiziğin, yoğunlaşmış madde fiziğinin bu denli geliştiği dönemde artık yeri olmamalıdır.
Söz konusu dalga boyları SADECE onlara -beyninizdeki radyasyonun dalga boyu ile- senkronize olduğunuzda (ve de SENKRONİZE OLDUĞUNUZ ŞEKİLDE) sizi etkilerler.

Bir örnek verelim: Lanetleme çalışmalarında bir insanı uykusunda rahatsız etmek için bir dalga boyu (buna cin de diyebilirsiniz) yaratılabilir. Oysa aynı dalga boyu, sempatizasyon (çekim) kanunu gereği, kendi -bir anlamda- efendisine de aynı etkiyi yansıtacaktır; çünkü yapabildiği tek şey, yapısını yansıtmaktır ve en kolay senkronize olacağı odak da yaratıcısının beynidir. Yaratıcısının (majisyenin) onu yönlendirme hüneri kuşkuludur, sözü edilen yönlendirme yaratmaktan çok daha zordur. Ancak kesin olan şudur ki, majisyenler dahil her insan kendi yaratısını kendi beynine “de” yönlendirecektir.

Bu mantık sonucu majisyen olmayan kişiler bilincine varmadan korkuları (ve böylece uyanan NE) ile kendi kendilerine zarar verecek cinler yaratmaktadırlar. Korku, “negatif vibrasyonla canlandırılarak yapılacak dalga boyları”nın hamurudur. Beyinde korku duyulduğu anda -Orta Çağ mantığı ile Şeytan’a, çağdaş anlayışa göre “bölen frekanslara”- ziyafet davetiyesi çıkartılmıştır. Yine aynı mantık gereği, mili saniye duyulan korku ile -en kötü niyetli cincinin yapamayacağı ölçüde- ürkütücülükte ve zarar vericilikte bir cin kişinin kendi tarafından yaratılmıştır.

Mikrokozmostaki -canlandırılacak, cin yapılabilecek, cin adlı varlığı meydana getirebilecek yapıdaki- hiçbir dalga boyu kişinin beyni ile senkronize olmadan kişiye zarar vermez, kişi üzerinde yorgunluktan, hastalığa, hiçbir etki yaratamaz; çünkü meydana gelemez, var olamaz. Senkronize olmasının yegane yolu ise kişide korku ve/veya inanç benzeri altyapı ile davetin (senkronizasyonun) gerçekleşmesidir.

Bir hastalık yaratmak, gerçekliği kişinin hastalanacağı şekilde çöktürmek demektir. Majikal çalışmalarda kullanılan tüm yöntemlere ve majisyenin eğitimli beynine RAĞMEN çalışmaların bazıları (aprentislerde pek çoğu, adeptlerde neredeyse yarısı, maguslarda %20-30u) kaçınılmaz olarak rastlantısallık ortamına takılır. Böylece çöküş, DP modeli OLMAYAN OR [Objective Reduction – objektif çöküş] şeklinde çöker. Decoherence (eşevresizlik) yüzünden süperpozisyon (kabaca “kader” diyelim) olasılıkları dağılır, çalışmadan sonuç alınamaz. Nerede kaldı ki -değim yerinde ise-
Okumayı Sürdürün >>