Ruh var mı, nedir?

Merhaba ruh gerçekten varmi varsa neden beyne darbe alindiginda düsünme yetisini kaybediyoruz yani beynimiz ruh mu?

YANIT

İnsanların genelinin aklını kurcalayan bu soruya 10.000 yıllık insanlık tarihinde sadece 1920 yılında ortaya çıkmaya başlamış olan ve Kova Burcu Çağı (bu konuda bilgi edinmek adına KOVA BURCU ÇAĞI – 4. Bölüm: Kehanetler adlı filmi izleyebilirsiniz)
etkisi ile inanılmaz hızlı adımlarla ilerleyen, giderek tanrının formülünü yazacağı düşünülen kuantum mekaniğine dayalı bilinç teorileri ile yanıt verilebilmektedir. (“Tanrının formülü” sözcüğü ile “Tanrının varlığının fizik bilimi çerçevesinde bir denklem ile kanıtlanması” düşüncesini kastediyorum.)

ETC teorilerine göre beyin sadece bir aracıdır; daha doğrusu “bilinç” adlı kuantum ortamı varlığı ile iletişim aracıdır. Standart psikolojinin iddia ettiği (hatta bütün tedavi sistemlerini üzerine kurduğu) gibi rastlantısal sinyal çakışları ile bilinci yaratan, işlevselliği sınırlı bir organ değildir. QM ve ETC’e göre beyin, kuantum durumları ile var olan bilincin, evreni yaratmak adına kullanmak zorunda kaldığı bir “araç”tır (“zorunda kalmak” sözcüğü, makrokozmos varlığı -yani çökmüş parçacıklar- olduğumuz için kullanılmıştır). Bilinci, beyin ile sınırlı sinyaller olarak gördüğünüz anda artık ruhu bulamaz, yarattığınız ve kendinizi hapsettiğiniz kısıtlı ortamda çıkış arayıp durursunuz.

Araç darbe alınca, aracını (aracısını) yitiren kullanıcı, makroya ulaşamamaktadır.

Söz ettiğim teorilere göre spiritüalizm, dinsel söylemler, okültizm vb. gibi alanlarda aktif rol oynayan ve psikoloji tarafından reddedilen ruh, kuantum mekaniği teorilerinin keşfi öncesinde tanımlandığı için biraz yetersiz kalsa da, QFT tarafından bilimsel alana, öncekine oranla çok daha güçlü şekilde çıkmaktadır. Demek oluyor ki ezoterizm, spiritüalizm ve dinlerin söylemlerini -cahil ve ilkel insanların düşsel masalları- saymak, onlara yapılan bir haksızlıktır. Pozitivizm ile yüzyıl kadar darbe alsa da, bir bilim dalı tarafından yeniden, çok daha reel olarak doğması insan mutluluğu adına sevindiricidir.

Ruh, bir alandır. Bazı teorilerde Conscious Mental Field (CMF) adı verilmektedir. Uzayzamanda yer tutsa da, bildik fizik alanlardan farklı yapıdadır… ama uzayzamanda yer tuttuğu için fotonlar tarafından etkilenmekte, bir dalga boyu bulunmaktadır.

Bu önemli konuda -hala hayatta ve teoriler geliştirmekte olan- saygın ve popüler bir bilim adamının, Stuart Hameroff’un sözlerine yer vereyim:

”Yaklaşık on yıl önce, Avrupa’ya yakın ölüm ve beden dışı deneyimler hakkında çeşitli çalışmalar yapıldı. Her ikisi de kalp krizi geçiren yüzlerce hastayı içeriyordu ve hastaların yaklaşık yüzde 17’sinde ölüm veya vücut dışı deneyimleri vardı. Daha sonra BBC, “Öldüğüm Gün” adlı bir programda araştırmaları yapan bilim adamlarına bu deneyimleri bilimsel olarak açıklayıp açıklayamadıklarını sordular.
(…)
Normal şartlar altında bilinç, beyindeki mikrotübüller içindeki ve çevresindeki uzay-zaman geometrisi seviyesinde gerçekleşir. Bununla birlikte, beyin ve mikrotübüllerdeki kan ve oksijen akışı durduğunda (kuantum tutarlılığı) durduğunda, Planck ölçeği kuantum bilgileri imha edilmez. Alan, Planck ölçeğinde var olmaya devam eder ve sızabilir veya dağılabilir, ancak en azından geçici olarak belirli bir model olarak dolaşmaya devam edebilir. Hasta canlanırsa, kuantum paterni beynin içindeki mikrotübüllere geri çekilir ve hasta ölüme yakın veya vücut dışı bir deneyim yaşadığını bildirir. Hasta gerçekten ölürse, kuantum bilgisinin bir tür ölüm sonrası yaşam durumunda dolaşabileceği düşünülebilir. Ve belki de bilgiler yeni bir yaratık, bir zigot veya embriyoya geri çekilebilir, bu durumda reenkarnasyon gibi bir şeyiniz olur.
1

Bu sözlerin sahibi bir New Age teorisyeni, bir aktivist, ya da yeni moda kimliklerden biri değil, saygın bir bilimadamıdır.

Ezoterizme geçelim…

Dinsel ortamda Tanrı adı verilen bir ana alan vardır. (Kuantum mekaniği sonrası bu yapıya/gerçeğe alan demek artık mümkündür; ama aslında kuantum biliminin ortaya çıkarttığı alandan daha da fazlasıdır! Buluşlar geliştikçe alan hakkındaki bilgi de gelişecektir.)

Bu alan mitlere göre saldırıya uğramış, ortadan ikiye ayrılmış ve makrokozmos oluşmuştur.

Bizlere göre ise alanın sadece bir parçası (yani insani bilinç/alan) kopmuştur ve makrokozmos oluşmuştur.

Aslında alan da kopmamıştır; alanın kopması olarak algılanan durumun nedeni, “insani bilinç” denilen “ana alan parçası”nın “gerçeklik” adlı yapıyı hatalı var etmesidir; çünkü anımsayalım, kuantum mekaniğine göre evren, dalga fonksiyonunun KİŞİSEL OLARAK, kişisel bilinç tarafından çöktürülerek, kişiye özgü bir evren, bir gerçeklik yaratması ile oluşur. Dinsel ortamda “insanın, yaratıcı ya da şeytanı SEÇME ŞANSI olduğu” (insan iradesinin özgür olduğu) hakkındaki bilgi, bu gerçeği vurgulamaya çalışmaktadır.

Yani kopan bir şey yoktur; dalga fonksiyonunu hatalı çöktürme, daha doğrusu hatalı çöktürme ile “ana pozitif alan”dan (dinsel söyleme göre “yaratıcı ve iyicil tanrı”dan) uzaklaşma vardır. Kopmak, ayrılmak demektir. Oysa Quantum Entanglement teorilerine göre (ki, bu teori ispatlanmıştır) kopmak olanaksızdır.
Hatalı çöktürmeleri yapan parça, yani insani bilinç, hala ana alanın (ya da bakış açaısına göre “iyicil yaratıcı tanrı”nın) parçasıdır. Ancak dalga fonksiyonunun hatalı çöktürüp durduğu (dinsel söyleme göre Şeytan’a aldandığı) için bunu fark edemiyordur.

Özetle, her birimizin ruhu (alanı) hala ana alanın parçasıdır. Ölüm ötesine pozitif dalgaboyları ile geçebilen alanlar (cennetlik ruhlar) bir daha dalga fonksiyonunu çöktürmeyecek, yani parçacık olarak çökmeyecek, makrokozmosta bedenlenmek zorunda kalmayacak, cennete de GİTMEYECEK, zaten cennette olduğunu fark edecektir.

Kopma imkansızdır. Aldanma mümkündür.

Aslına bakılacak olursa, çok ilginç şekilde, din ve kuantum teorileri ortak görüştedir. 🙂

Anlaşılamayan nokta ise ana alan olarak ifade edilen ve bilim adamlarının bazıları tarafından bile “Platonik kavramlarla yüklü olduğu” şeklindeki sözler ile “iyiliğine” gönderme yapılan yapının, bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi olduğudur. Farklı bir söyleyişle: “Bu ana alan ‘bilinçli bir iyicil yaratıcı tanrı’ mıdır, yoksa ‘pozitif bir fizik bir alan’ mı?”

[Bizler “alan” olarak ifade edilen yapının bilinçli ve insan beyninin kavrayamayacağı iyilik ve güzellikte olduğuna inanmaktayız. İnancımızın gerisinde romantik bir umut değil, paranormal iletişim kaynaklarından elde ettiğimiz bilgiler kadar, yaptığımız yıllara dayalı somut araştırmalar da vardır.

Yine de itiraf etmek gerekir ki elimizde, bazı bilimci arkadaşlarımızın iddia ettiği gibi, söz konusu paranormal iletişimin bizim bilincimiz tarafından yaratıldığı iddiasının yanlışlığını gösterecek bir done de bulunmamaktadır.

Ancak madem ki evreni yaratan inançtır, -bilinçli bir yaratıcı olmasa bile- evreni bilinçli ve sevgi dolu bir yaratıcının var ettiği inancı ile böyle bir ortamda yaşamak mümkündür.

Bana sorarsanız mutlak iyilik, güzellik ve mükemmellikle dolu bir odağın parçası olarak yaşamak, yapayalnız bir bilinç olmaktan çok daha doyurucu… mutlu edici ve keyif verici. 😉 Tabi ki inanç hakkındaki seçim kişiye özeldir. Ben sadece kendi seçimimden söz ettim.]

 


 

DİP NOTLAR

[1]

 

“(…) under normal conditions, consciousness is happening at the level of spacetime geometry in and around the microtubules in the brain. However, when the blood and oxygen stop flowing and quantum coherence in brain microtubules stops, then the Planck scale quantum information isn’t destroyed. It continues to exist at the Planck scale, and can leak out or dissipate but remain entangled as a certain pattern, at least temporarily. So if the patient is revived, the quantum pattern gets drawn back into the microtubules inside the brain, and the patient reports having had a near-death or out-of-body experience. If the patient actually dies, then it’s conceivable that the quantum information can remain entangled in some sort of afterlife state. And perhaps the information can get pulled back into a new creature, a zygote or embryo, in which case you’d have something like reincarnation.

Eleştiri

açıkçası ben sizin çizmeye çalıştığınız modelle sözlerinizin uyuşmadığı kanısındayım.
bazı konularda fedakarlık yapıp çaba göstermemizi öğütleyen Janus, iş eğlenceye gelince bundan fedakarlığı günah sayıyor. fedakarlıktan kastınız ne ki o zaman?

mesela akraba ziyareti için çaba göstermeniz pe oluşturur diyorsunuz. ama neticede o akrabanın yanında mutlu değiliz ve onu ziyaret ettiğimiz zamanı kendi eğlencemize harcayabilirdik. eğlencemize vakit ayırmak yerine bizi rahatsız eden bir akrabayı ziyaret ettik. bu doğru bir hareket mi?

ya da bazı sorumluluklarımız var. mesela ailemizden biri hasta oldu ve bakıma ihtiyacı var. biz ona bakmanın sıkıcı olduğunu düşünüp gittik arkadaşlarımızla eğlenceye daldık. bu doğru mu peki?

tamam, istemediklerini yaptığında kişi eğlence içinde olmuyor. bu da hayatın hep eğlence içinde geçmeyeceğinin bir göstergesi.

haliyle en erdemli insan en eğlenceli insandır teoriniz yanlış oluyor. erdemli insan bazen eğlenir bazen eğlenmez demeniz daha mantıklı olur.

YANIT

722, kesinlikle “Sadece canının istediklerini yap, eğlenceden başka şey düşünme” sistemi değildir diyelim ve başlayalım.

722 sisteminin ana teması ödüller ve -sözlerinizden yola çıkarak- “sorumluluklar” olarak adlandırılabilecek davranışlar arası denge kurma çabasına dayalıdır. Sistemimizde ödüller “İstediğin şeyleri yapma”, sorumluluklar “istemediğin şeyleri yapma” şeklinde isimlendirilmektedirler. Bir yandan yapılmaya arzu duyulmayan, yapılmaktan korkulan, görmezden gelinen, sürüncemede bırakılan işlere odaklanmak; diğer yandan istekler yönünde -dozunda- çılgınlaşmak önerilmektedir. Sistem, HER İKİ eylemin de uygulanmasına dayalıdır.

“Janus, iş eğlenceye gelince bundan fedakarlığı günah sayıyor.”
Ben böyle bir şey söylemediğime eminim; bu sözler benim kişisel düşüncelerime bile ters. Öncelikle bizde günah diye bir kavram yoktur. Sizin “günah” olarak nitelediğiniz kavramlar bizim için NE celb edecek eylemlerdir. Yani günah diye bir şey eğer varsa, onlar sadece Yaratıcı ile senkronizasyonu yok eden davranışlardır. Ayrıca eğlenceden geri durmanın NE celp edeceği gibi bir düşünceye inanmam mümkün değildir.

“fedakarlıktan kastınız ne ki o zaman?”
“Fedakarlık” adlı kavramdan sistem içinde söz ettiğimi sanmıyorum. Fedakarlık, zorlama ile yapılıyorsa anlamını yitirir ve stres (NE) yaratır. “İstenmeyen şeyler” olarak ifade edilen eylemler eğer sisteme inanç ve sistemi uygulama gayreti varsa, isteyerek uygulanabilir… ancak hala da bu bir özveri/fedakarlık değildir; artık “belli hedeflere ulaşmak adına gerekliliğe” dönüşmüştür.

“mesela akraba ziyareti için çaba göstermeniz pe oluşturur diyorsunuz. ama neticede o akrabanın yanında mutlu değiliz ve onu ziyaret ettiğimiz zamanı kendi eğlencemize harcayabilirdik. eğlencemize vakit ayırmak yerine bizi rahatsız eden bir akrabayı ziyaret ettik. bu doğru bir hareket mi?”
Akraba ziyareti “istenmeyen şeyler” listesine alınmışsa, ilerlemek (722nin temel hedefi ilerlemektir ve ilerlemeye inanç şarttır) adına ziyarete gitmek gereklidir. Ancak ziyaret sırasında strese girildiyse uygulamadan başarı beklemek yanlıştır. Eğer girişilecek eylemde strese girileceği hissedilirse “istenmeyen iş”in dozu azaltılır, örneğin akrabayı ziyarete gitmek yerine ona telefon açılır. Sonuçta strese girmeden uygulanacak bir “yapılması istenmeyen eylem” bulunur.

Akraba ziyaret edildi diye eğlenceye vakit ayrılmayacağını düşünmek de yanlıştır. Sorumluluklar ve ödüller rahatça dengelenebilir, birbiri peşine ifa edilebilir.

“ya da bazı sorumluluklarımız var. mesela ailemizden biri hasta oldu ve bakıma ihtiyacı var. biz ona bakmanın sıkıcı olduğunu düşünüp gittik arkadaşlarımızla eğlenceye daldık. bu doğru mu peki?
Değil tabi ki… Ancak çok çeşitli alanlardan örülü olaylarda, olaya uzaktan bakarak ne doğru, ne yanlış, neyi ne kadar yapmak gerek benzeri sorulara kesin ve doğru yanıtlar vermek imkansız denecek kadar zordur.
Örneğin;
Hasta kişi ne kadar hastadır?
Reel olarak ne kadar yardıma gerek duymaktadır?
Onun sorumluluğunu alması gerekli kişinin “eğlence” olarak nitelenen ortama ihtiyacı ne ölçüdedir?
Bu ortamın içerik ve gerekliliğinin kapsamı nedir?
Eğlence, anlık elde edilmiş, kaçırılmaması iyi olacak bir şans mıdır; yoksa süreğen, her zaman ulaşılacak bir durum mudur?
Kişi eğlenceye gerçekten “dalmış” mıdır, yoksa sorumluluğunu sıkıcı bulup ifa etmemekte midir?

Bu soruların yanıtları kişiye neyi, ne kadar yapması gerektiği hakkında kesin veriler sunacaktır ve soruların yanıtları olayın içinde olmayanlarca kolayca verilemez.

“tamam, istemediklerini yaptığında kişi eğlence içinde olmuyor. bu da hayatın hep eğlence içinde geçmeyeceğinin bir göstergesi.”
Hayatı hep eğlence içinde geçeBİLECEĞİNE İNANMAK, bizim sisteme İNANMAMAK anlamındadır; çünkü sistemimiz ilerlemeyi hedef aldığı ve de insanlar hayattan korkutulup sürekli güvence adına bir yerlere sığınmaya yönlendirildikleri için, başlarda güvenceden uzaklaşıp “yola çıkmak” zor gelir; kişiye bu sisteme girmenin önceki rahatlığını da kaybettireceğini düşündürür. Kişi istemediği şeyleri yapmanın -rahatlığa erişmek adına- kaçınılmazlığı hakkında o kadar bilgisizdir ki, bunları ifa etmeye kalktığında yaşamının eskisine oranla daha zorlaşacağına, kötüleşeceğine inanabilir.

İlerlemekten çok, ilerlemeye başlamak zordur; çünkü sadece istenmeyen işleri yapmakla sınırlı değildir; genelde -hatalı alanı dağıtmak için- korkulan şeyleri ifa etmeyi (bazı inançları silmeyi, bazı hedeflerden vaz geçmeyi, bazı planların tehlikeli olduğunu kabul etmeyi, bazı huyların zararlı olduğunu görmeyi, vb.) gerektirir. Yeni düşünce yapıları edinmek kolay değildir.

“haliyle en erdemli insan en eğlenceli insandır teoriniz yanlış oluyor. erdemli insan bazen eğlenir bazen eğlenmez demeniz daha mantıklı olur.”
Sözcüklerdeki küçük takı farklılıkları bile kavramları alabora edebiliyor: Ben “en erdemli insan, sürekli eğlenmeye odaklı insandır” dediğimi anımsayamadım. Bizim teorimizde “erdem, eğlenceli bir hayata neden olur” düşüncesi temeldir. (Eğer süreğen şekilde PE celp edilebiliyorsa, zorluklar da ağırlıklarını yitirmektedirler. Bu yüzden anılan beyin elektriği olan kişilere belki eğlenceli de denilebilir.:) )

Farklı şekilde şöyle anlatayım: İstenmeyen işler olarak sembolize ettiğimiz eylemler strese girmeden ifa edilebildiğinde kişinin hayatı -onun bilinç yapısına uygun şekilde- eğlence, keyif, coşku, heyecan, rahatlık benzeri duygular yaratacak olaylarla dolu olmaktadır; çünkü
korkunun yenilmesi ile bir duvar yıkılmış, ana alana senkronize olunmuştur.

Ana alan ise zaten bu yapıdadır.

Ana alanla senkronizasyona giren beyin elektriği (bilinç) evreni keyif, coşku, heyecan, rahatlık benzeri duygular yaratacak olaylarla örülü şekilde var etmektedir.

Bu modele ise “Çok eğlenceli bir hayat” demek mümkündür.

Ancak değişim hala da esastır ve kişi son nefesini verene dek -yeni istenmeyen şeyler- yapmak zorundadır. Eş deyişle yeni zorluklar -giderek sayıları azalacak olsa da- gelmeyi sürdüreceklerdir.

İşte bu yüzden marokozmos hayatında “mutluluk” aramak yanlıştır; çünkü mutluluk, değişim adlı sirkülasyona (ana gerçekliğe) uygun bir duygu değildir. Oysa hedef, eğlence adı altında sembolize edilen kavramları aramaya dönüşünce kişi giderek “maceraperest” denilebilecek bir kimliğe girmekte, zorluklardan korkmamaya başlamakta, hatta bunları çekici manialar olarak görmeye başlamaktadır.

Mutluluk, sadece cennettedir. Oraya özgü bir duygudur. İnsanları bu dünyada en büyük ereğin mutluluk ve huzur olduğuna inandırıp, onları bu arayışa sokmak ataerkinin tuzaklarındandır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Kaybettiginiz arkadasiniz hakkinda (Senkronize alanlar)

Sevgili janus merhaba, ben sizi (…)’den tanidim, daha sonra da buradan takip etmeye devam ettim. Ne zaman bir çikmazin içerisinde olsam yazilariniz sanki bana yol gösteriyordu, kaybinizi tekrar hatirlatmak sizi incitmek istemem ama (ki hatirlatmak dememeliyim aslinda eminim hala kalbinizdedir ve hiç gitmeyecektir) o siralarda bir sekilde bir kopukluk yasadim bende hatta size bir sey oldugunu düsündüm sonra arkadasinizi kaybettiginizi söylediginizde sanki bana enerji veren bir seyler de koptu gitti, ve ne sizi ne arkadasinizi tanidigim halde hiç aklimdan çikaramadim, bir süre sitenize hiç giremedim, son bir iki haftadir tekrar takip etmeye basladim sizi ve sizin yansittiginiz enerjiyi eskisi kadar güçlü olmasa da tekrar almaya basladim. Benim merak ettigim sizinle beraber bu enerji düsüklügünü neden yasadigim, ki bu tarz olaylardan bende en yakinimi kaybettigim için ve ölümü artik bir son olarak görmedigim için ve insanin unutamadigi halde bununla yasamaya alisabildigini bildigim için, baskalarinin kayiplari sizinki kadar etkilememisti beni, bunun sebebini merak ediyorum, umarim kendimi anlatabilmisimdir, Ve sevgili Janus bütün bunlari yazarken içimden sizi seviyorum demek geldi, her gününüz isik ve sevgiyle dolsun.

YANIT

Çok güzel, ya da daha doğru bir deyişle, yanıtlamaktan zevk alacağım bir soru bu; çünkü bazı teorilerimizi yaşanmış bir olay bazında vurgulama fırsatı vermekte: Yaşadığınız durum bence reeldir ve sizinle aramızda gerçekleşmiş olan “alan senkronizasyonu”na bağlıdır.

QFT adlı teori en modern kuantum yorumlarının da ilerisine gitmiş, bunlara biçim vermiş, bu denli yenilikçi olduğu halde bilim dünyasında hiçbir kesimden eleştiri almamayı başarmış bir varsayımdır. “QFT, gerçekliğin temel işleyişi hakkındaki bu güne dek sahip olduğumuz en iyi tanımdır!”
David Thong (İngiliz parçacık fizikçisi)

Kuantum mekaniğinin ana söylemlerinden olan elementer parçacıklar, eşdeyişle daha fazla bölünemeyen birimler, kozmosun pikselleridirler. Artık pek çok kişinin bildiğine emin olduğum fotonlar bunlardan biridirler. Fotonlar bozon, elektronlar ise fermiyon adlı elementer grubun üyesidirler. Elementer parçacıklar evreni var ederler. Kimi maddeyi meydana getirir (fermiyonlar), kimisi kuvvetleri taşırlar (bozonlar)… Onlar evrenin var edicisi küçük, becerikli ve hamarat işçilerdir. Tıpkı Noel Baba’nın elf’leri gibi bize armağanlar hazırlarlar, yani evrenimizin bölünmeden bir arada durmasını sağlarlar. Bu yüzden de pek önemsenirler.

QFT ise bunların önemini biraz gölgeleyecek şeyler söylemiştir!

QFT demiştir ki “Hayır bu çalışkan elemanlar aslında yoktur, onlar Noel Baba’nın elfleri değil, kazanında -krema, süt, çikolata ve votka ile- yapmakta olduğu kaynayan yılbaşı içkisinin kabarıp sönen kabarcıklardır. Noel Baba ve Yılbaşı içkisinden başka da bir şey yoktur.” Bu sözleri bilimceye çevirelim: Elementer parçacıklar sadece alanların ripplelarıdırlar.

Her şey alanlardır yani… Başka da bir şey yoktur.

Demek oluyor ki;

  • beyindeki sıkıntılar alandır,
  • ruh alandır,
  • cinler alandır,
  • ve de insanlar, alanların geçici olarak maddeleşmiş görünümleridir.

Evren; temel parçacıkların değil, alanların çabası ve eylemleri ile işler. An bazında yüzlerce farklı alan etkileşime girer; böylece yıldızlar patlar, borsa düşer, sevgiliden ayrılınır, hatta muz kabuğuna basılıp kayılır.

Artık bilimden okültizme girelim ve “sallamaya” başlayalım. (Şaka ediyorum tabii ki…) 🙂 Kimi zaman iki kişinin alanı -onlar birbirlerini hiç tanımıyor olsalar da- rezonansa girerler. Rezonans, bir obsesyon değildir. Rezonans, kesinlikle benzeşmeye (aynı frekansta olmaya) dayalıdır. Ancak alanlardan teki (genliği az olanı) diğerini daha çok etkileyecek olabilir!

Bizim olayımızda ise genliği az olan benim alanımdır, çünkü sizin varlığınızdan haberdar değildim. Siz beni tanıdığınız ve bir ölçüde sempati duyduğunuz için sizin dünyanızda baskın alan sizsiniz… ama benden etkilenmektesiniz.

Peki neden bağlantımız koptu?

Yukarıda anlattıklarımı iyi anladınızsa bu soruya hemen yanıt verebilmeniz gerek. Sizin yanıt verdiğinizi bilsem de, sayfanın diğer ziyaretçileri için soruyu ben de yanıtlayayım: Kontağımız koptu; çünkü bir süre ben yoğun bir NE içine girdim! Sizden kopan -frekansımı negative eden- bendim. Negatiflemiş alanım farklı -negatif- frekans taşıdığı için rezonans sona erdi.

Ve evet; ben, arkadaşımı yitirince dengemi de yitirdim. Hataya düştüm. NE celp etmeye başladım. Diğer alemden, varlığımdan ve arkadaşımın kendinden gelen tüm uyarılara rağmen dağıldım. Bana çok yakın olan, sanırım şimdi bana küs olan 🙂 bir öğrencimden “Ben sizi hiç böyle görmedim, düş kırıklığı içindeyim” mealinde de eleştiri aldım! (Öyle değil mi Zeynep?)

İşte siz, benim alanımdaki negativiteyi hissettiniz.

Vurgulamak istediğim bir diğer nokta da şu: Gördüğünüz gibi bendeki NE, sizin tarafınızdan hissedilse de, size zarar vermedi. Eğer negatif bir eğilim içinde olsanız verirdi!

İşte, alanlar arası senkronizasyon sadece budur; bu yüzden pozitif enerjili kimseye (“halis kullara” diyelim) lanetleme çalışması işlemez. Yine aynı nedenden kazık atan sevgililer ardından (belki de “en süzme ataerkil yönlendirmeler”e kandıkları için) ağlayıp sızlayanlar, o kazıkçı sevgili ile aynı negatif elektriği taşıdıklarına emin olabilirler. Alan frekansı başka olsa, bilinç hemen -tıpkı sizinki gibi- koruma tepkisine girer, kontağı koparır. (Ya da daha bilimce konuşalım: dalgaboyu değişince rezonans sona erer.)

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Ay, Ay tanrıları, Müslümanlık ve Türkler

Merhaba JANUS abi nasilsin umarim iyisindir bu site üzerindeki bilgilendirmeler çok güzel allah seni güzel görsün Türklerin sirri ay dir sözünü duydugumdan beri ay ve ay kültüne ilgim var ve yolum paganizm ile kesisti açikçasi paganizme ve anaerkil ezoterizme güzel hisler besliyorum Erhan Altunayin bu konuyla ilgili bi kaç kitabini okudum ve sizin sitenizle besleniyorum sormak istedigim soruya gelirsek Erhan Altunayin Masalci adli kitabinda anlardan bahsediliyor benim merak ettigimse bu anlarin gerçegi nedir anlarin gerçegine nasil girebilirim suan bir hayalperdesinde yasiyoruz yani anin hayalinde anin gerçegine nasil uyanabilirim An larin ilmini gerçekten anlamak bilmek istiyorum saygilar

YANIT

Ne yazık ki popüler kültürden yıllardır bütünü ile uzak bir yaşamımız var. Bu yüzden değerli bir kimse olduğuna inandığım söz konusu kişi ya da eseri hakkında hiçbir bilgim yok. “An”lar nedir, onu da bilmiyorum.

Yine de sizinle yolumuz bir şekilde kesiştiği için biraz sohbet edelim derim.

Türklerde (yani Orta Asya ile ilgili Türkî kavimlerde, pagan Türklerde) Ay Dede, ya da Ay Ata diye bir tanrı vardır; ama ikincil öneme sahip bir tanrıdır.

Orta Asya Türkleri kurtlarla yakın ilgidedirler; çünkü bizim de inanışımıza göre Türkî kavimler Ergenekon’dan bir dişi kurt rehberliğinde çıkmışlardır. Bu konuda hayli araştırmamız var ve bulgularımıza göre Ergenekon yer altındaki muhteşem bir ülkedir. Ataerkil mitolojiler ve bazı dinler tarafından cehennemin yer altında bulunduğu savının gerisinde her iyi şeyin lanetlenme eğilimi vardır. Yer altı, üstünden iyidir. Yer altı dünyasında magmaya yakınlık ile var olan radyoaktivite yüzünden bitkiler büyüktür, parlak renklidir, yaşam uzundur vb. Yeraltından çıkan şifalı suların sağlık verme nedeni aynı radyoaktivitedir. Orada deniz de vardır, bir güneş de vardır, bulutlu havalar da vardır… Loch Ness canavarı o ülkenin canlısıdır. Bu hayvan grubundan bazıları bir yolunu bulup adı geçen göle ulaşıyor olabilirler. Yani ortada (nedense canavar diye adlandırılan, aslında çok da şirin görünüşlü olan) tek bir canavar yoktur.

Ancak yer altından çıkan kavim ile biz Türkiye Türkleri ne kadar kandaşız? Bu bence biraz kuşkulu… Çünkü biz Anadolu Türkleri, yarımadamız bir göç yolu olduğu için -tıpkı Amerikalılar gibi- melez bir ırkız. (Melezlerin genlerinin üstünlüğü hakkında bazı araştırmalar olduğunu da biliyorum. Örneğin Habsburg soyu soylarının asilliğine o kadar düşkün ve inançlıdırlar ki, kanlarındaki asalet bozulmasın diye sürekli birbirleri evlenmişler, bu yüzden de sürekli sakat, bebeklikte ölen, hatta korkunç çocuklar doğmuştur.)

Kendilerini “Bozkurtlar” olarak ifade eden düşünce sisteminin sembolündeki dolunay (ya da hilal), Türklerin rehberi kurtların (bize göre kurtlar, köpekler ve benzer türler, yer altı diyarının bir tür canlısının soyundandırlar) her mitolojide Ay ile ilintili görülmesi olabilir. Bu konuda eğitimimizde bilgi bulunmaktadır.

Müslümanlık öncesi paganizminde ise bölgede Ay çok önemsenir. Sin adlı ve çok güçlü bir de tanrı vardır.

Müslümanlık sonrası pagan tanrılar reddedilse de Ay’a verilen önem aynı kalır:

  • Kuran’da Kamer (Ay) adlı bir sure vardır.
  • Bazı yeminler Ay adına edilir.
  • Birçok tarih (örneğin Hac zamanı, Ramazan ve zekat), Güneş’in değil, Ay’ın hareketine (Ay takvimine, Kameri takvime) göre saptanmaktadır.
  • Kuran’da Yunus 5’de Ay’a “Nur”, Güneş’e “ışık” denir.
    Ay, nûran,
    Güneş diyaen (dad, ye, elif) olarak geçer.
    Diyaen, ziya (ışık) demektir.
  • Kuran’da Nuh 16’da Ay’a “nur”, Güneş’e “lamba” denir.
    Ay, nûran,
    Güneş ise Sirâcâ (sin, re, elif, cim, elif) olarak geçer.
    Sirâcâ, lamba demektir.

Bu ayetlerde Ay’a verilen farklı konum reddedilir gibi değildir.

Bu görüş, ışık’ı negativite, Nur olarak ifade edilen kavramı ise (fosfor ile ilgisi nedeni ile) pozitif şekilde algılayan sistemimize paraleldir. Fosfor, kuantum özellikleri taşıyan, beyin elektriğine süperpozisyon kazandıran, yani -evrenin beynin içindeki kuantum olayları ile var edildiği- hakkındaki birçok QM teorilerinin merkezinde olan bir elementtir.

Fosfor, adını Septuaginta’da (antik Yunanca Tanah, yani Tevrat ve Zebur) da görülen Phosporus adlı tanrıdan alır. Phosporus, Sabah Yıldızı Venüs’un bir adıdır. Bu ad Vulgate’de (Latince Kitab-ı Mukaddes) Lucifer olarak çevrilmiştir.

Demek oluyor ki, Hıristiyanlığın Şeytan’ı olan Lucifer adının gerçek sahibi Venüs gezegenidir ve fosfor ile ilgilidir. (Bu konuda bilgi edinmek adına 3- Lucifer/Şeytan… Yani Venüs! adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Venüs gezegeni ise SADECE gece ve gündüz olarak BÖLÜNEN saatlerin kaynaşma anı olan akşam saatlerinde ve güneşin doğuşu anında görülür.

Müslümanlıkta kutsanan ve Allah’ın niteliklerinden olan Nur, bölen ışık değil, birleştiren fosfor’dur, ya da “pırıltı” olarak kısır şekilde ifade edilebilen bir kavramdır.

(Işık hakkındaki görüşlerimizi için IŞIK HAKKINDA BİLMEK İSTEMEYECEĞİNİZ GERÇEKLER adlı yazı dizisine başvurabilirsiniz.)

Sistemimizde Ay özel önemi olan bir planettir ve eğitimde hakkında dersler vardır. Ancak bir planet çerçevesinde kült yaratmak doğru değildir. Kült, sınırları çevrilmiş bir alan içindeki bilgilerdir. Oysa inanç kişisel olmalıdır. Yani kişi Müslümanlık dahil, çeşitli inançlardan hoşuna giden, sempatizasyon ilişkisi kurduğu bilgiler temelinde kendine özel bir inanç yaratmalı ve sınırlar içinde hapsolmamalıdır. Amaç, PE celbidir ve sınırlamalar -sınır içinde kalan bazı parçalar kimlik ile çelişebileceği için- buna engel olabilir.

[Ülkemiz kültüründe Atatürk’ün önemli katkıları ile olsa da, aslında ulu önder devrimlerinden çok öncesinden başlayarak Türk halkı tarafından bu sentez yaratılmıştır. Müslümanlıkta haram olan içkinin Osmanlı döneminde yasaklanmaması, içki satışının serbest olması, diğer yanda halifenin Osmanlı topraklarında bulunması buna kanıttır. Söz konusu sentezin yaratıcısı biz Anadolu Türklerinin karakteridir. Atatürk, geçmişi eskilere dayalı uzlaştırıcı, uyarlayıcı eğilimi apaçık ifade ederek yasalaştırma hamlesini yapmıştır. (Bu konuda bilgi edinmek adına HEPİMİZ OSMANLIYIZ, HEPİMİZ ATATÜRKÇÜYÜZ! adlı yazımı okuyabilirsiniz.) ]

Ay neden kutsaldır?

Çok uzun bir konu bu… Üstünkörü bazı bilgiler paylaşayım: Mehtaba (hatta hilale) bakıldığında (görüntüde özellikle deniz üzerine vurmuş Ay ışığı yani yakamoz varsa) beyine belli bir alan meydana gelir. Osmanlı şarkılarında baş tacı edilen bu alan insan dostudur; çünkü sinir sistemi üzerinde pozitif şekilde etkindir.

Madde ötesinde var olan her şey, dalga fonksiyonunun maddeleşmesi ile meydana gelmiş makrokozmosta da yer alır. Yani beş duyunun algıladığı her bir şeyin madde ötesinde karşılığı vardır. Bunlar içeriklerine göre (hayr ve lanetli yapılarına göre) makroda tezahür ederler.
Mehtabın sinir sistemindeki olumlu etkisinin gerisinde, görüntünün, olumlu bir vibrasyon frekansını var edici şekilde yaratılması (ya da oluşması) vardır. Yani madde ötesindeki olumlu dalgaboyu yayan alan çöker ve maktokozmosta mehtap olarak tezahür eder. Ay, pırıltı (fosfor) ile ilgili bir alanın çökmüş (maddelemiş) halidir.

[Sanılanın aksine, Osmanlı ve çağdaş Türk kültüründen çok daha ataerkil olabilen Batı kültüründe Mehtap delilik ile eş tutulur. Kurtların Dolunayda uluduğu, kurt adamların dolunayda insanlıktan çıktığı, gülünç bir Batılı palavrasıdır. Kurtlar ve mehtap arasında hiçbir etkileşim yoktur. Dolunay ve delilik teorilerinin gerisinde dolunay ve Müslümanlık bağlantısını lanetleme arzusu bulunabilir.

Bizim kültürümüzde aşk duygularını tetikleyen, sanatsal esini var eden Mehtap’ın, batı kültüründe bu yapının tam tersi şekilde ifade edilmesi, kültürümüzün (kültürü yaratan bizlerin) farklılığını, gerçekler ile senkronize yapısını gösteren bir durumdur.]

Anılan görünümün verdiği beyin elektriği majide kullanılabilir; çünkü söz konusu beyin elektriği, pozitif bir alan ile kontak kurulduğu için var olmuştur.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Geçimsiz aile (özellikle anne) ile yaşamak zorunda kalmak

Merhaba. Her gün uyanir uyanmaz ilk yaptigim sey sizi okumak oluyor ve görüyorum ki size soru soran kiz ve erkek kardeslerimle sorunlarimiz hep ayni… Bizler, insanlik türünün kizlari ve erkekleri olarak birbirimize ne kadar bagliymisiz aslinda bunu sorulardan anliyorum. Kimimiz imanini yitirmekten korkuyor, kimi tekrardan iyiligi bulmak adina siniri asiyor, kimi öfkesini nasil yenecegini size soruyor. Hiçbir kimse ise nasil daha kötü biri olabilirim sorusunu sormuyor size.. Demek ki bizler, bizlere ögretildigi gibi, ekranlardan, Internetten gördügümüz gibi dogustan kötü varliklar degiliz. Her birimiz nasil daha iyi biri olabilirim derdindeyiz ve sanirim en büyük hatayi da burada yapmisiz. Bu ise – sizin defalarca altini çizdiginiz gibi- insani kötü biri degil, hatali davranan birisi yapar. Su an, cevaplarinizdan çok net olarak anlamis bulunuyorum ki amaç sadece çok iyi bir insan olmak degil, dengeyi bulan bir Insan olmak olmaliymis. Sorumu sormadan önce nutuk atar gibi bir edayla yaklastigimi düsünmenizi istemem ancak duygularimi paylasmak istedim. Iyi ki bu platformu olusturmussunuz. Ben bu çözümlere ulasamazdim siz yazmasaydiniz.. Simdi soruma artik (!) geleyim. Benim annem dogdugum günden beri sürekli aglayan birisi. Yanlis anlamayin lütfen ben dogdugum için degil elbette beni çok sever, ancak annem hep ama hep aglar ve kainatta görebileceginiz en sinirli insandir. En ufak bir sorunda (peçeteyi neden öyle katladin gibi!) kiyametleri koparir. Onun sinirinin ve öfkesinin haddi hesabi yoktur. Siddet kullanmaz ama dili siddetten beterdir ve ayrica isteklerini daima aglayarak elde etmeye çalisir. Benim ismim Nese. Ismim gibi bir kisiligim oldu ve asiri yardimseverimdir. Tahmin edeceginiz gibi annemin bütün sorunlarini, bütün dertlerini (çogu, yillar sonra onun abartmasi çikti) yüklenmis ve bu yüzden kendi hayatini yasayamamis birisiyim. Ben bu hayata kendi sarkimi söylemek için gelmistim, simdi ise benim olmayan bir müzigin, bana ait olmayan notalarini 31 yildir çaldigimi fark ettim ve çok öfkeliyim. Aldatilmis hissediyorum çünkü aldatildim. Babami bizlere sürekli kötü olarak gösterip, hiç durmadan beynimizi yiyen anneme neden inanmisim bilmiyorum. Babam kendi halinde gayette iyi bir insan ancak sirf çok zit karakterler diye 7/24 asagilanmasina gerek olmayan biri. Ve ben ancak su son bi senedir (tekrardan yanlarinda yasadigim için) görebiliyorum ki asil babammis anneme katlanan. Bir annenin, simarikça ve hoyratça evlatlarinin ve ailesinin müzigini yok etmesine katlanamiyorum. Sayisiz iyilik yaparak onu mutlu etme görevini ben üstlendim, elimde ise koca bir sifir var. Daha da kötüsü maddi olarak ortak hesabimizdaki birikimlerimizi de hep hoyratça kullandigindan su an ayri bir eve çikamiyorum ve bir sene öncede is yerim iflas ettigi için isimden de oldum. Her gün “acaba simdi neyden kavga çikaracak” diye diken üstünde oturmaktan biktim ve zamanla benimde dilim kavgaci olmaya basladi. Ona benzemekten o kadar korkuyorum ki… 31 yasindayim ve beni sürekli aglayan, manipülatör, benim merhametimi çok iyi kullanan biri büyüttügü için travmalarim çok derinlerde. Ama ne hikmetse hiç ilaç kullanmadim ve psikologa gitmedim çünkü ben daima kendimi iyilestirebilen bir kadinim. Ta ki isimden olana ve tekrardan aielemle yasamak zorunda kaldigim geçen seneye kadar. Simdi sizin verdiginiz cevaplardan anliyorum ki sinirsiz iyi olmak yanlismis. Anneniz bile olsa hayir demesini bilmeliymissiniz. Sizce, onun saldirilarini, daha bir günaydin denildiginde kavga çikarmalarinin nasil önüne geçerim? Bu arada annem aile üyelerine karsi böyle biri yoksa disariya bambaska, melek gibi, sakin, anlayisli bir insan. Bizlere ise kötülük olsun diye böyle davranmiyor, bizi hem çok seviyor hem de hiçbirimize tahammül edemiyor. Onun bizler için zamaninda yaptigi fedakarliklar elbette var (az da olsa) fakat hayata karsi olan kini tüm ailemizin huzurunu, mutlulugunu mahvetti. Annem hayatlarimizin nesesini çaldi ve ben bu neseyi nasil geri kazanabilirim? Çok uzun bir anlatim oldu özür diliyorum. Kendinize lütfen iyi bakin, bize lazimsiniz:) sevgiyle kalin.

YANIT

Sorununuz, en yaygın problemlerden biridir. Bu yüzden kendinizi şanssız görmek düşebileceğinizi büyük hatalardandır. Söz konusu durum, gerçekdışı bağlılıklara yönlendiren ataerkil kuralların bir sonucudur. Olağan akışa engel olan, dert yaratır. Aşağıda bu konuda konuşacağım.

Anlaşamayan, ya da geçimsiz kimselerle bir arada yaşamak zorunda kalan kişilerin (örneğin boşanamayan eşlerin ya da yaşlı ve geçimsiz bir akrabaya bakmak zorunda olan insanların) atmaları gerekli ilk ve zor adım beyin elektrik yapılarını, thought pattern’larını yeni baştan düzenlemelerdir.

Bu adım ise söz konusu kişiyi önemsememeyi başarmakla ilgilidir.

Bir insan -darp, cebir, şiddet uygulamıyorsa- sadece tavırları ile rahatsızlık yaratıyorsa, yarattığı duygunun nedeni yaptıkları DEĞİL, rahatsızlık duyan kişinin bu kimseye verdiği önemdir. İnsanların bizim üzerimizde gücü olmaz, bunu onlara biz veririz.

Gelen sanal saldırıları engellemek için yapılacak en kötü şey, saldırılara saldırı ile karşı koymaktır. Yani yaygın inançla “ezilmemek için saldırmak” ya da moda tabir ile “sustukça sıranın geleceğine inanmak” ataerkinin en büyük tuzaklarındandır. Tabidir ki karşı koymanın gerektiği durumlar da vardır; ancak bu durumlarla karşılaşma olasılığı sanılandan azdır. Gereksiz yere karşı koymak (örneğin kırılmaya ya da öfkelenmeye neden olan bir söze, söz ile yanıt vermek), size doğru hızla seken bir topa aynı güçle vurmaya benzer. Bu benzetme bana ait değil, dostu olma ayrıcalığına sahip olduğum prof. Yıldırım Aktuna’ya aittir.

İnsanlardan somut darbeler almak ile geçimsiz insanlarla aynı ortamda (belki işte, meslek ortamında) bulunmak zorunda kalmak farklı şeylerdir. Somut darbeler varsa, ortama ve şartlara göre çözüm aranır. Bazen geri gidilir, bazen ileri… Tek bir kural/doğru yoktur. “An”a göre davranış modeli saptanır. Öfke ve korku yoksa, ya da sıfırlanabilirse, genelde an’a özel çözüm sezilir.

Darbeler sanal ise, yani reel değilse, sübjektif ise, o zaman yapılması gereken söz konusu insana verilen değeri sıfırlamaktır. Yanlış anlaşılmak istemem: Annenizi değersiz bir insan olarak görün demiyorum. Çok değerli insanlara da, değerli oldukları fark edilerek, hatta bir ölçüde yakınlık duyularak DA (dahi) içten içe ÖNEM VERİLMEYEBİLİR. Verdiğiniz önemi geri aldığınız insanların hatalı davranışları sizi bir süre sonra etkilemeyecektir.

Yani ilk hatanız annenize verdiğiniz aşırı önemdir. Anneniz hanımefendi gibi kişiler bilincine varmaksızın -genelde ürkütücü ve yıldırıcı- davranışları ile birlikte oldukları insanlara kendilerini önemsetirler. Ataerkil toplumlarda korku ve tedirginlik yaratmak, önemsenmenin bir yoludur. 🙂

Ayrıca, ataerkinin insanlardan gizlediği bir diğer durum, bir insanın anneniz oldu diye mükemmel olması gerektiğine inanmaktır. Beyinlere perkitilen “kutsal/hatasız anne” inancı çok acı verici sonuçlar yaratabilir. Oysa ebeveynler katil de olabilirler, anarşist de, bir fahişe de, bilgin de, politikacı da… Buna siz belirleyemezsiniz. Onu, mükemmel (kendi kalıplarınız göre mükemmel, örneğin iyi, duygusal, özverili, anlayışlı bir kadın) olmadı diye suçlayamazsınız. Karşınızda sadece kendi olan bir insan vardır ve bu -kabullenilmesi zor olsa da- onun hakkıdır. Tabidir ki ebeveynler evlatlarına bir süre korumak ve yetiştirmek zorundadırlar… ama bu geçicidir. Bir süre sonra ebeveyn, belki de sakınılması gerekli bir yabancıya dönüşebilir. Evrenin olağan bir yasasıdır bu. Ataerki, söz konusu işleyişe -elde edilemeyecek romantizmler katarak- çomak sokar.

Sizin durumunuzdaki kişilerin genelde düştükleri hata aile ortamının mutlak kutsallığına (belki içten içe) inanmalarıdır. Kutsallığı kurallar değil, şartlar yaratır. Bana darılacak insanlar olabilir, ama aileye aşırı önem vermek bütünü ile ataerkildir. Aile, insanları yaşama hazırlayan bir fabrikadır. Ürün tamamlanınca işlevselliği son bulur. Yine yanlış anlaşılmamak adına ekleme yapayım: Tabidir ki insanlar muhteşem ilişkileri en kolay aile ortamında YARATABİLİRLER. Ancak bu durum SONRADAN, karşılıklı özveri ile taraflarca İNŞA EDİLİR.

Şu nokta da önemlidir. PE celp etmenin bir yolu da sorumluluk adlı duyguyu SEVEREK VE İSTEYEREK üstlenmektir; çünkü evrendeki -insanlar arası ilişkiler- sorumluluk duygusu olmazsa felaket yaratırlar. Sorumluluk, olumsuzu seçme şansı olan insan beyni ile var edilen yaşamı pozitive etmenin en gerekli yollarındandır. Bu yüzden ilk başta ebeveynde olan görevler, giderek evlatlara geçer. Yaşlı ve giderek acizleşen bir insana destek verme arzusu -sanılanın aksine- pek çok insanda yer alan bir duygudur. Yaşlı kimse, birlikte yıllar geçirilmiş bir kişi olduğu için bu duygunun güçlenmesi de doğaldır; ama hala da arada büyük bir duygusallığın varlığı şart değildir. Anılan destek vermenin gerisinde ise sorumluluk duygusu bulunur. Baskı altına alınmadığımız sürece çoğumuz sorumlu kişilerizdir. Sorumluluk duygusundan kaçma nedeni, sorumluluk diye yüklenen görevlerin yaşamaya engel olacağından korkulması, yani hayatta kalma tepkisidir.

Kısaca; geçimsiz insanlarla birlikte olmak zorunda kalan kişiler öncelikle bu kişileri gereğinden fazla önemsememelidirler. Önem verme katsayısı düştükçe, sanal ataklardan etkilenme oranı bu katsayıya paralel biçimde düşecektir.

İşin ikinci merhalesi bundan sonra başlar: Karınızdaki kişi sanal önemini yitirince, onun darbelerine gerektiği biçimde durdurmanın (belki de “dur” demenin) yolunu saptamak mümkün olmaya başlar. Kişi -korku ve öfkesini yendikçe- giderek belirleyici olmaya, çığırından çıkmış ortamı düzenlemeye, eylem alanlarını kişilere hak ettikleri gibi pay etmeye, ters bir benzetme olacak ama söylemek istiyorum “hatalı davranan bireyleri terbiye etmeye” koyulur.

Hatalı davranışlara set çekmenin en kolay yolu araya mesafe koymak ve karşı darbeyi KESİNLİKLE SÖZCÜKLERLE DEĞİL, tavır ve beden dili ile atmaktır.

Örnekleyelim: Yanlış katlanan peçete için ses yükselten, ya da kırıcı kelimeler kullanan kişiye soğuk bir bakış ve ardından yanıt vermemek ilk adımdır. Zaman içinde tavır tekrarlanırsa bakışın süresi, susma miktarı uzar, yüze olumsuz bir ifade verilir. Karşı taraf yine anlamaz ise sessizce (ezik bir beden dili ile olmadığı gibi, kavgacı bir kabarma ile de değil) normal ama uzak bir beden dili ile sofra terk edilir. Terk etme, uzakta kalma, hatta gerekirse sofraya oturmama, bir süre -gerekli soruları yanıtlayarak, sessizlik yemini etmiş gibi OLMADAN- kişi ile konuşmayı en aza indirmek diğer merhalelerdir. Bu davranışların tümü cezalandırmadır. Cezalandırma miktarı giderek -MAKUL ÖLÇÜLERDE- arttırılır. Sonuç yine alınmazsa AZ VE ÖZ şekilde soğukça rahatsızlık kelimeleştirilir ve alınacak yanıt ile KESİNLİKLE ağız dalaşına girilmeden ortam terk edilir.

Bilmem stratejiyi anlatabildim mi? Mesafe ve uzaklaşma cezası, doğru ve ölçüsünde kullanılırsa bazı olumlu etkiler yaratacaktır.

Özetle: Anneniz ile yeni bir ilişki kurmaya başlayabilir, onunla aranıza mesafe koyar, onu önemsememeyi, kavga etmeden ağırlığınızı koymayı, gerektiği kadar yönlendirici olmayı başarabilirseniz; birlikteliğinizi rafine edecek, kendi açınızdan rahatlayacak olabilirsiniz.

Şimdi eleştiri oklarımı biraz size yöneltmem gerek; çünkü sorunlarda ASLA “kesinlikle hatasız olan taraf” yoktur. 🙂

“hayata karsi olan kini tüm ailemizin huzurunu, mutlulugunu mahvetti. Annem hayatlarimizin nesesini çaldi ve ben bu neseyi nasil geri kazanabilirim?”
Beyninizde, sizde bu inanç kalıbını yaratan (size bu sözleri söyleten) beyin elektriği varken, aklınızdaki en ideal anne modelinin yaşamınıza ışınlasalar duyacağınız rahatsızlık aynı olacaktır. Doğru, belki artık acı kaynağı anneniz değildir, ama önceki olayın verdiği şiddette rahatsızlık ve acı yaratacak bir unsur hayatınızda daima yer bulacaktır… çünkü bunu celp eden sizsiniz. Bu mekanizmayı tersine çevirerek feed back yapmak mümkündür. Yani eğer bu düşünce kalıplarınızı, bu düşünce şeklinizi değiştirebilirseniz (örneğin yaşadığınız acılar yüzünden insanları ya da şartları suçlamaktan vazgeçebilirseniz, bu sorunların HER insanın yaşamının bir parçasında yer aldığını ve OLAĞAN olduklarını kabul edebilirseniz, kendinizin özel bir şanssızlığa sahip olmadığınızı algılayabilirseniz, olaylara bu düşünceler temelinde tepki verirseniz) şartlar da kendi kendine zaman içinde değişecektir.

Örneğin içinde olduğunuz durumu ifade ederken “mahvetti” ve “çaldı” benzeri sözleri kullanmanız, hayata çok hatalı bakışların (yani negatif elektriğin) varlığının bariz bir göstergesidir. Düşünürken ya da duygularınızı ifade ederken olumsuz ve abartılı ataerkil anlayışlar katmak; yaşamı olumsuz yorumlamak, tarafsız olamamak, evren akışını bilmemekten kaynaklanır.

Bu yüzden cümlenizi izninizle pozitive ederek nasıl düşünmeniz gerektiği hakkında bir örnekleme yapayım:

“Annemin hayata karşı olan kaygılı ve öfkeli tutumu, ailemizde doğal olarak sorunların yaşanmasına ve gerginliklere neden oldu. Annemin ailemizdeki olumlu havaya istemeden hasar verdiğine de inanıyorum.”

Biraz daha devam edeyim:

“Onu, yaşadığım olumsuz olaylar yüzünden fazlaca büyüttüm. Bu da öfkelenmeme neden oldu. Ancak o da acı çeken biri olabilir. Sergilediği olumsuz kimlikte olan herkes acı içindedir gerçekte. Yine de bu benim suçum değil ve sorunları ile tek başına başa çıkması gerek. Bundan sonra aile ortamında soğukkanlılığımı elden bırakmadan, sadece somut konularda biraz daha yönlendirici ve belirleyici olmam gerek. Bunun dışında annemden uzak durmaya da kararlıyım.”

Eğer alanınızı farklılaştırabilirseniz, sonuçta fotonlar size yukarıdaki cümleleri kurduracaklardır.

Ancak alanınızı değiştiremiyorsanız, buna gücünüz (enerjiniz) yetmiyorsa, kelimelerinizi değiştirerek elektriği etkileyebilirsiniz. Bir diğer deyişle önerdiğim cümleleri kurarak düşünmeye çabalarsanız, yitirdiğiniz neşenizin yavaş yavaş geri geleceğini görecek olabilirsiniz.

Kulağınızı son kez çekeyim:

“annemin bütün sorunlarini, bütün dertlerini (çogu, yillar sonra onun abartmasi çikti) yüklenmis ve bu yüzden kendi hayatini yasayamamis birisiyim. Ben bu hayata kendi sarkimi söylemek için gelmistim, simdi ise benim olmayan bir müzigin, bana ait olmayan notalarini 31 yildir çaldigimi fark ettim ve çok öfkeliyim.”
Sizin durumunuzda olan milyarlar var; bunu nasıl görmezsiniz? Yaşadığınız durum, kusura bakmayın, hiç de önemsenecek bir şey değil. Ben de çok baskıcı bir ailede yetişip genç yaşımda -aile mirasını ve köklü adını geride bırakıp- evden kaçmış, çöpten yemiş (gerçekten) biriyim. Şimdiki aklım olsa, size önerilerimi yerine getirir, bu yaşımda varoşta (yanlış anlaşılmasın, yaşadığım çevreyi, buradaki insanları, komşularımı, kendi kültürümdeki kişilerden belki de daha çok 🙂 seviyorum) değil, yalıda yaşıyor olurdum. Aile, sadece çocukken engelleyici olabilir. Erişkinlikte doğru bilgilere ulaşılabilmişse, kararlılık varsa, gereklilikler yılmadan uygulanabiliyorsa yepyeni -ve birlikte- bir hayata imza atılabilir. Önce olayı büyütmeye son verin ve anlamsız öfkenizi sıfırlayın. Sonra yeni sayfayı açın ve kolları sıvayıp yeni kurallarla bir kez daha kaderi yazmaya koyulun bakalım.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

oyunculuk, seslendirme oyunculugu

Merak ettigim sey oyuncu, tiyatrocu, çevirmen ya da seslendirme sanatçisi kisilerin bir rolü hayata geçirirken, mesleklerini icra ederken agizlarindan çikan sözler ve bedenleriyle yaptiklari hareketlerin hükmü, etkisi nedir? Yani diyelim ki rol icabi siddet içeren hareketler, beddua ve küfür içeren sözler ya da özetle NE celbedecek söz ve davranislarda bulunmalarinin sonucunda kendilerine bunun bir zarari var midir? Yoksa elçiye zeval olmaz durumu mu geçerlidir? Çok tesekkür ederim simdiden. Sevgiler.

 

YANIT

Rol yapmak, “gibi davranmak”, ya da farklı bir kimliği taklit etmek New Age teorilerinde “modelleme” adı altında PE celp etmek adına kullanılır. (Örneğin yaşam koçu ve filantropist Anthony Robbins bu konuya -bildiğim kadarı ile- özel önem vermektedir.)

Modellemenin mantığı, beyindeki motor sistem (adale hareketleri) ile mental kalıpların (buna da beyin elektriği diyelim) etkileşim içinde olmasına dayalıdır ve söz konusu durumdan yola çıkarak kurulan bir geri besleme mekanizmasıdır: Madem ki beyin elektriği; beden dili, yürüyüş, hatta karakter üzerinde (genetik faktörlerle birlikte) önemli ölçüde belirleyicidir; o zaman bu mekanizmayı tersine çevirerek, yani beden dili, yürüyüş ve bir karakteri belirli kalıplara sokarak, beyin elektriğini de değiştirmek mümkün olacaktır.

Bizim sistemde fazla yeri olmasa da, ben erkek öğrencilerime bazen -tabidir ki talep ve onay gelirse- iki karakteri “modelleme” kapsamında önermekteyim. Önerdiğim karakterler ise iki Hollywood prodüksiyonu filmin başrol kimlikleridir. Bir diğer deyişle bizler de (kişi eğer ciddi ölçüde çıkmazda ise) tarafımızdan seçilen bir karakterin taklit edilmesinin değişimin ilk safhasında tetikleyici olarak kullanılabileceğine inanmaktayız.1

Bu bilgilerden yola çıkarak bir rolü bir sezon boyunca üstlenen, başarılı (yani büründüğü kimliği hakkı ile sergileyebilen) bir tiyatro sanatçısının rolünden etkilenmemesinin olanaksız olduğunu düşünülebilir.

Bu sözlerime kanıt verme bağlamında iki sanatçıyı örnekleyebilirim. Dostum olan bizim dönmede ünlü bir sanatçı hanım, uzun yıllar önce -tam çocukluktan genç kızlığa geçme sürecinde- sergilediği rol yüzünden psikiyatrik tedavi görmek zorunda kalmıştır. Oyun ise öylesine büyük başarı kazanmıştır ki, söz konusu sanatçı hanımın, hala o rolü ile anımsanmakta olduğu söylenebilir. Konu hakkında verebileceğim ikinci örnek ise Genco Erkal’dır. Erkal’ın, ünlü performansı “Bir Delinin Hatıra Defteri”nde (tek kişilik bir oyundur) bazı psikolojik sıkıntılar geçirdiğinden dost meclislerinde söz ettiğini duymuştum.

Çevirmenler ve dublaj sanatçıları hakkında aynı şeyi söyleyemiyorum: Modellemede etkin olan beden dili ve davranış çeşididir. Yani salt ses modellemesi ile beyin elektriği üzerinde ciddi değişim olacağını ben düşünmüyorum. Aynı şeyi film yıldızları için de söyleyebilirim. “Action”… “Stop” arasındaki kısa süreli modelleme, bana göre kişilik üzerinde etkin olamaz. Zaten artık film yıldızlarının ne ölçüde rol yaptıkları da biraz tartışmalı. 🙂

[Biraz abartıyorum ama, günümüz film yıldızlarının tiyatrocular gibi -rolün içine girerek- rol yapmamaları belki de sessiz sinemanın sona ermesi ile başlamış olabilir. Düşüncemi bir ölçüde de doğrulamak amacı ile eski bir kült filmden bir alıntı paylaşayım. 1950 yapımı ünlü Sunset Bulvarı adlı filmde rol gereği, unutulmuş bir sessiz sinema yıldızını canlandıran (aslında kendi de gerçekten sessiz dönem film yıldızıdır) Gloria Swanson rol gereği şöyle demektedir: “Bizim konuşmaya ihtiyacımız yoktu, yüzlerimiz vardı.” 2 Bu repliğin “100 Greatest Movie Lines” olarak sinema tarihine geçtiğini de ekleyeyim.

“rol icabi siddet içeren hareketler, beddua ve küfür içeren sözler ya da özetle NE celbedecek söz ve davranislarda bulunmalarinin sonucunda kendilerine bunun bir zarari var midir?”
Film yıldızları açısından (yani her “stop”ta kendileri olma fırsatını bulan, haftada en az üç gün, iki-üç saat boyunca başkası gibi davranmayan) etkilenme miktarı, rol gereği söyledikleri sözler ya da sergiledikleri hareketleri hissetmeleri ile koşuttur. Örneğin küfür ya da beddua ederken negativiteyi çok yoğun biçimde “yaşayan” yıldızların NE davet edeceğine inanılabilir; çünkü hissetmek, beyin elektriğinde değişiklik yapar. Şiddet içeren sahneler ise bir ölçüde daha yıkıcı kapsamdadır; çünkü işin içine beden dili (motor sistem) de dahil olmuştur.

Yanıtımı küfür konusu hakkında biraz genişleteyim:

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!


 

DİP NOTLAR

[1]

 

Yanlış anlaşılmamak adına bir not düşeyim: Vermekte olduğum Danışmanlık bir yaşam koçluğu, ya da psikolojik destek değil; anaerkil kültür temelli düşünce yapısının öğretimesi (ki, bizler PEyi bu beyin elektriğinin celp ettiğini savunmaktayız) ve okült temelli soruların yanıtlanmasına dayalıdır.

[2]

 

“We didn’t need dialogue. We had faces.”

Sevgi/deger görme açligi

Selam sevgili Janus ve ekibi! Sorum kisa ve öz. Herkes beni sevsin istiyorum ve herkesle iyi geçinmeye, onlari mutlu etmeye çalisiyorum. Insanlar beni sevmeyecek, bana deger vermeyecek diye endiseleniyorum. Bu yüzden baskalarinin hakkimda ne düsündügüne fazla kafayi takiyorum (her gün saatlerce düsünüyorum desem abarti olmaz), bu da beni çok yoruyor. Önerilerini merak ediyorum, çok tesekkür ederim simdiden.

YANIT

Arzunuzun var oluş nedeni önemli bence…

Bu isteğin gerisinde;

  • Peri kızı/erkeği ruhu taşıyıp, insanlara pırıltılar saçma özlemi mi var?
  • İnsanlardan gelecek darbeleri azaltma arzusu mu?
  • Yoksa sevgi adlı ısıtıcı duyguya gömülüp mutlu olma düşü mü?

Gerçek/öz hedef bu seçeneklerden hangisi olursa olsun, hepsi de ütopiktir; gerçekdışı (gerçeğe uymayan) istekler oldukları için elde edilseler bile bekleneni vermeyecek olabilirler.

Yukarıdaki üç şıkkı biraz açalım:

1- Siz bir insansınız. İnsan adlı canlının bilincinin yarattığı şartlarda yaşamaya mecbursunuz. Bu yüzden peri benzeri bir kimliğe bürünürseniz bazı şeyleri yitirirsiniz. Makrokozmos canlıları için sınırsız iyilik (diğer yanağını çevirme) hatalı bir düş olabilir. Yeri gelince zararlı olana karşı koymak zorundayız. Ancak altını çizeyim: Söz ettiğim “karşı koymanın gerektiği süreçler” sanılandan çok daha azdır. Karşı konulması gerektiğine inanılan nice durumda -küçük özverilerle- uzlaşmak mümkündür.

2- İnsanlar sizi çok sevseler de zarar verebilirler. Sevme ve zarar verme adlı iki olgu arasında ters bir bağlantı yoktur. Bilakis, bir özlü söz “İnsan sevdiğini öldürür” der; ama biz “öldürebilir” diye düzeltelim.

3- Sevgi adlı duygu gerçekten mutlu edicidir; ama herşey gibi insan bilinci buna da alışır, kanıksar ve giderek ilk baştaki kadar mutluluk hissedemez olur. Bu mekanizmanın gerisinde makrokozmozun değişim üzerine kurulu olması vardır. Değişmeyecek tek şey, her şeyin değişeceği (sona erip yenisinin başlayacağı) kanunudur.

Özetle; “herkes tarafından sevilme” arzusunun gerisinde -gizliden gizliye- genelde çeşitli şartları var ederek (örneğin insanların düşmanlığını yok etmek) mutlu olma arayışı yer aldığı için, bu konuda konuşalım…

Kötü haber odur ki; belli kurallarla işleyen makrokozmosun ana kurallarından biri mutluluğu (ya da mutluluk olarak adlandırılabilecek bir duyguyu), başarının verecek olmasıdır. “Hedefi elde etmek” adlı başarı, hangi alanda ulaşılmış olursa olsun, “mutluluk” şeklinde yorumlanacak olsa da, aslından bundan çok daha zengin, çok daha dünyasal, bu yüzden çok daha doyum ve coşku verici bir duygudur. Coşku ve doyum, hatta belki de keyif, dünya adlı ortamda yaşayan insan adlı yaşam modellerinin mutluluktan daha fazla gerek duydukları bir duygular kombosudur. Mutluluk -sanıldığı gibi kalıcı olmamasının ötesinde- kimi zaman insanları atalete de sürükleyecek olabilir. Mutluluğu elden kaçırma korkusu birçok kişinin durağanlaşmasına ve -en kötüsü- değişimden korkmasına neden olur. Oysa başarı ve doyuma odaklı kişi ilerlemeye kanalizedir; çünkü başarının, sadece ilerleyerek, değişerek, değişik şartlarla yüzleşerek, onlara adapte olarak, farklılıklara uyum sağlayarak elde edildiğini anlamıştır. İnsanların neredeyse hepsinin mutlu olamama nedeni, bu gerçeklerin onlardan gizlenmiş, yerine evrenin yapısına uymayan -süreğen mutluluk arayışı benzeri- gerçekdışı düşlerin hedef gösterilmiş olmasıdır.

Farklı bir konuya atlayalım: Ortada somut bir tehlike yokken var olan endişenin kaynağı -sizi tenzih ederim- güçsüz karakterdir. Karakteri güçlü olmayan kişilerin kural olarak kötü insanlar olacaklarını düşünmek hatadır. Duygusal insanların karakterinde kimi zaman belli ölçüde defektler, yani zayıflıklar, bulunabilir. Aslında bunlar köklü hatalar da değil, sadece “ortama uyamama, oyunu kuralına göre oynayamama” yanlışıdırlar.

O zaman madem ki ana hedef -sanıldığının aksine- sevgi ve mutluluk değil (bu iki kavram daha çok cennetin vibrasyonlarıdır ve dünyaya çok da uygun sayılmazlar), ama başarıdır; o zaman yapmanız gereken başarı sağlamanız gerekli alanı bulmak ve bu konuda atılımlar yapmayı hedeflemektir. Bu alana girince ilerlemenin zevkine kapılarak gereksiz kaygılardan arınacaksınız. Bu süreçte bonus olarak gerçek (cennetten yollanan) mutluluklardan esintilerle de (ilahi ya da evrensel ödüllerle de) buluşulabileceğini ekleyeyim.

Bana, “Başarı sağlamam gereken alanı nasıl saptayacağım?” diye bir soru yöneltebilirsiniz; çok da yerinde bir sorudur bu, dilerim yöneltmişsinizdir: Bence başarı sağlamanız gerekli alan sizi herkesin sevmesi, ya da sevmemesi ile ilgilenMEMEYİ öğrenmeniz, bunu düşünmeye son vermeniz, bu hedefi önemsememeyi başarmanızdır.

Sizin ilerleme sağlayacak başarınız bence budur.

İyi ve kötü yanları ile kendiniz olmaktan korkmayın. “Kendisi olan her şey mükemmeldir” der R. Şanal. Kendisi olan rahattır. Rahat olan eksiklerini daha iyi müşahede eder. Rahat olan sorunlarla daha iyi başa çıkar. Rahat olan hedeflerini doğru belirler. Rahat olan daha enerjik şekilde ilerler.

Ayrıca eğer insanları gereğinden fazla ÖNEMSEMEMEYİ başarırsanız, elde edeceğiniz rahatlığın ve doyumun, böylece artacak coşkunun miktarını görünce yaşamanın ne zevkli bir yer olduğunu anlayacak ve yeni maceralara, yani yeni başarı arayışlarına girmek adına sabırsızlanacaksınız.

Mutlu olmayı (örneğin insanların tümü tarafından onaylanarak mutlu olmayı) hedef almaktan vazgeçin. İlerlemeyi ana ilke edinin. Sorunlarla yüzleşip bunları aşma ortamını biraz zorlu, ama hem heyecan verici, hem eğlenceli ve de sonunda şahane ödüllerin kapılacağı bir serüven, bir macera filmi, hatta bir oyun olarak görün. Yani “yaşama başarısı”na odaklanın. Bu değişimi yaşayabilirseniz, belki de mutlu olmaktan korkmaya başlayacaksınız. 🙂 Başarı çok da tehlikeli bir duygudur: Alışkanlık yapar! 🙂 (Tehlikeli derken tabi ki şaka ediyorum.)

Evet; herkes tarafında demeyelim de, insanların büyük çoğunluğu tarafından sempatik bulunan (sevilen anlamında) insanlar vardır (bunlara bir örnek yitirdiğimiz arkadaşımızdır), ancak söz ettiğim kişiler yarattıkları ortamın ne farkına varırlar, ne de bundan ek bir mutluluk duyarlar. Yürümek gibi doğal bir oluşumdur bu yapı onlar için. İnsanlar genelde sahip oldukları yeteneklerin farkına varmazlar. Yani böyle bir kişi olduğunuzda, soruyu sormanız neden olan düşünüzü gerçekten özde realize ettiğinizde, bu durumu artık fark etmeyeceğiniz için, mutlu da olmayacaksınız.

Özlem varsa büyük çoğunlukla özlem duyulan hedefe kişi uzaktır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Günah ve haramlar

Sevgili janus selamlar.

Dinlerde haram olarak bahsedilen kumar oynamak, zina yapmak, faiz yemek gibi eylemlerin kuantumdaki karsiliklari hakkinda ne düsünüyorsun? Piyangodan para kazanmak sence de kötü enerji mi getirir?

YANIT

Evrende, değiştirilemeyecek bir iyi/doğru mekanizması/kavramları bulunur. (İyi ve doğru, bakış açısına göre farklı görünmez.) Bu yapı Hameroff, Penrose ve bazı parçacık fizikçileri tarafından “kuantum uzayının derinlerindeki Platonik değerlerle yüklü alan” şeklinde ifade edilen mekandan -bize göre cennetten- yansımaktadır. Sorunuzda yer alan kavramlar hakkında topluca bilgi edinmek adına onların bölüp bölmediğine bakarak karar vermek yerinde olur; çünkü bölmek, andığım alandan uzaklaşmak manasındadır.

Bölme sözcüğü ise genelde diğer canlı ve cansızlara yönelik eylemlerle ilgilidir. Örnekleyelim: Bir diğerinin alanına girmek ve onun isteği dışında yönlendirmek yapmak (yönlendiriciye göre girişimim pozitif olsa bile) bölmektir. Bir diğerinin alanına girmek ve onda hasar yaratmak bölmektir. Ancak bir diğerinin alanına GİRMEDEN çekmek (anaerkinin kutsal manyetizması) tamlaştırmak, yani cennete yaklaşmak manasındadır.

[İlk Çağ, Yakın Doğu’daki pagan uygarlıkların (örneğin Nabatlar) güzel ve cazibeli kadınları, sofu Yahudi kavimleri “çekerek” defalarca paganizme dönmelerine neden olmuşlardır. Bu durum ürkütücü lanetlemelerde Tevrat boyunca anlatılır durur. Güzellik (özellikle de kadın güzelliği) çok güçlü bir çekicidir ve Müslümanlıkta onurlandırılır, hatta bu yapıya yönlendirilir: Hz. Muhammet’in bu konuda “Hayırları, yüzü güzel olanların yanında arayın.” şeklinde bir hadisi vardır. ]

Bu bilgiler kapsamında kumar ve faiz hakkındaki kararlar/seçimler diğer kişileri etkilemiyorsa NE celp edemez. Ancak iş ihanete gelince işler değişir; çünkü ihanet, kural olarak diğer kişi ve kişiler ile ilgilidir. (Aşağıda bu konuya yeniden değineceğim.)

Bu “beyin elektriği ve kuantum uzayından NE veya PE celbi” şeklinde adlandırılabilecek girişten sonra farklı bir alana atlayayım:

Bence çok talihsiz bir şekilde Türkçe çevirilerde “Rab” olarak (Müslümanlık yaratıcısının adı ile) isimlendirilen, oysa orijinal (İbranice) Tevrat’ta (Eski Ahit’te) “Yahveh” olarak adlandırılan (bir özel ismi tercüme etmek gerçekten ilginç yaklaşım) enerjinin, dağında kimlerin oturacağının açıklandığı ayetlerde faize karşı tavır vardır.

Mezmurlar 15

1 Ya RAB, çadırına kim konuk olabilir? Kutsal dağında kim oturabilir?
5 Parasını faize vermez, (…) Böyle yaşayan asla sarsılmayacak.

Bu enerjiye nasıl yaklaşılacağı da defalarca apaçık anlatılmaktadır. Onunla senkronize olma yolu korkmaktır.

111

(Rab) 5 Kendisinden korkanları besler, Antlaşmasını sonsuza dek anımsar.

112

1 Övgüler sunun RAB’be! Ne mutlu RAB’den korkan insana, O’nun buyruklarından büyük zevk alana!

115

13 Küçük, büyük, Kendisinden korkan herkesi kutsayacak.

128

1 Ne mutlu RAB’den korkana, O’nun yolunda yürüyene!

Sözün özü faize karşı tavır alınmasını isteyen tanrı, korkuyu aktive etmeye odaklı bir güçtür.

Konuyu Müslümanlık açısından değerlendirmek ise bizi aşar; çünkü Müslümanlık konusunda reel konularda yönlendirme yapmak adına hem yetersiziz, hem de bir paganist olarak farklı bir inancı eleştirmek bizim dünyamızda NE celp eder. Taş yerinde ağırdır. Değer, inananın kalbindedir ve buna dokunmak bile adamın başına dert açar. Bu yüzden İslam şeriatı (tapınma kuralları) hakkında konuşmam doğru değildir. Yanıtlarımda sıklıkla Müslümanlığı onurlandıracak ayet ve hadisler aktarma nedenim bu dinin -bence kasten ikinci plana atılan- içeriğine, elde ettiğim bilgi çerçevesinde hayranlığımdır.

Şimdi sorunuza kuantum ve dinler dışında, kendi dünyamızdan yanıt vereyim:

Kumar ile başlayalım: Heyecan duymak güzel ve yaşam arzusu veren bir duygudur. Ancak bu duyguyu elde etmek adına kayba uğramak saçmadır. Kumar ortamında ise daima kumarhanenin kazandığını herkes bilir. Kumar, düşük düzeyde maddesel getirisi olan, ama çok güçlü maddesel götürüsü olan bir oyundur. Bu koşullarda heyecan aramak, heyecanı yanlış alanda aramakla eştir. Heyecanın yaşama isteği vermesi şeklinde onurlandırılma nedeni yaşama isteği olarak adlandırılanın bir kazanç olmasıdır. Kazanç yoksa, heyecan veren şeyin değeri de kalmaz. Bize göre heyecan adına Rus ruleti oynamak ne kadar saçma ise, kumar oynamak da o kadar anlamsızdır. Kumar ile gerekli (kutsal) heyecanı aramak, heyecan verici gerçek konuları ıskalayacak dar görüşün belirtisi olabilir.

Zina yapmaya gelince… Belki de öncelikle bu kavramın sınırları ve içeriği hakkında belirleyici olmak gerekir. Zina, evlilik öncesi seks ise, bizim dünyada zina kutsal bir şeydir. Zina, ihanet ise, ihanet MASUM bir insana acı vermek anlamındaysa, bu davranış NE celp edeceği için zinacı kendini şeytanların sofrasında kokteyl domatesi olarak görebilir. Yani kötü olan zina değil, MASUM bir insana acı vermektir. Bizim dünyamızda acı vermeyi engelleyebiliyorsanız çok eşli olabilirsiniz. Ancak bu işi başarmak -özellikle günümüz kültüründe- çok, ama çok zor, neredeyse imkansız bir iştir. (Ancak her iki taraf da aynı ölçüde çok eşli ise, ilişki başarılı şekilde -aşk var olana dek- ilerleyebilir.)

“Faiz yemek” olarak adlandırılan durum eğer “bir kumpas kurarak bir kişinin mallarına sahip olmak”sa, bu eylem -tıpkı zina eylemindeki gibi- MASUM bir kişiye acı vermekle eş anlamdadır. Ancak mevduat faizinin günah olduğunu düşünüp buna engel olmaya çalışmak globalleşmek adı verilebilecek olan “diğerleri ile bütünleşme” hedefine ket vurur. Bizim dünyada globalleşmeye (bütünleşmeye, diğerleri ile entegre olmaya) engel olan her şey kötüdür.

Piyangodan para kazanmanın pozitif ya da negatif sonuçları ise bence kazanılan meblağın miktarı ile ilgilidir. Büyük meblağların veriliyor olması çok yanlış bir şey olabilir; çünkü kazananın “sahip olma arzusu” şeklinde tezahür eden ilerleme isteğine ket vuracaktır. Oysa makrodaki var olma nedenimiz sadece ve sadece ilerlemektir. (Bu yüzden bizim milli piyango idaresi jackpotlardan vazgeçip o meblağı küçük tutup, çok sayıda kişiye dağıtsa çok da hayırlı bir iş yapmış olacak.) Özetle; hedefteki ödül miktarı çok büyükse, bu parayı kazanan kişiyi mutlu edeceğine inanmam güç…

[Hiç birimiz tek bir gün bile kumar adı verilebilecek oyunlar oynamamış, piyango bileti almayan insanlarız. Kumarhaneler açıkken, içkilerin bedava olduğu farklı bir gece hayatı olan ortamı solumak adına slotlarda biraz vakit geçirirdik. 😉 ]

Yani evet: BİZE GÖRE piyangodan ciddi miktarda büyük para kazanmak kişilikte ciddi dengesizlikler yaratabilir.

Para mutluluk verir tabidir ki; anaerki kutsaldır. (Müslümanlıkta dünyasal değerler ve ticaret -Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki gibi- reddedilmediğine göre, bu dinde de onurlandırıldığı düşünülebilir.) Ancak mutluluk aslında sadece başarı (istenenin elde edilebilmesi) ile gelir. Para, fazlaca ön planda durmak zorunda kalmış bir aracıdır. Elde etme adlı kavram ise bir beceridir ve bu beceri sergilenmediği sürece sahip olunan kazanımlar kısa sürede anlamlarını yitirirler.

Bu yüzden belki de diyebiliriz ki: ASIL mutlu eden para değil, sorunlardır.

Benden de size SELAMlar sevgili sorucu… 🙂

[Müslim’den hadis: “Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!” :)]

El falı (Kendiliğinden doğan işaret)

Merhabaa Janus,
Bugün 14 subat,buradan herkesin sevgililer gününü kutlarim. Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim diye devam edecekmisim gibi oldu, hadi edeyim. Buraya gelip soru soracakken mektup yazarmis gibi bir ciddilige büründügümü fark ediyorum 😀 Bugün ilginç bir sey fark ettim sol avuç içimde isaret parmagimin hemen altinda minik bir kalpçik olusmus. O kadar sirin ki bayildim ona. El falindan falan da anlamam, herhangi bir faldan anlamam 🙂 ama internetten baktim bunu görünce, kalp çizgisi denen bir çizgi varmis o ikiye ayriliyor isaret parmagimin altinda, onlarin ucunda da o kalpçik olusmus. Harika bir sey oldugunu düsünüyorum özellikle böyle bir günde (kendi vücudundan sevgililer günü hediyesi almak gibi :)) ama eger fark edemedigim baska anlamlari varsa onlari da ögrenmek isterdim bu yüzden de buraya kostum. Bir yanim ‘böyle gereksiz seylerle adami ne mesgul ediyorsun be’ dese de o yanimla da eglenmeyi sizden ögrendim, ögreniyorum. Simdiden tesekkürler, sevgiler..

YANIT

Ne güzel bir mesaj bu! Teşekkürler! Çok geç olsa de ben de sevgililer gününüzü kutlarım. (Sorulardaki giderek artan sayı yüzünden yanıtlarımın gecikmesi beni üzüyor. Bir çare bulacağız buna.)

(EDİTÖRÜN NOTU: E-posta adresi bildiren sorucuların sorusu yanıtlanınca bir süredir verilen adrese yollanıyor, sitede yer alınca haber de veriliyor.)</font >

“Harika bir sey oldugunu düsünüyorum özellikle böyle bir günde (kendi vücudundan sevgililer günü hediyesi almak gibi :))”
Kesinlikle yanılmadınız… çünkü böyle olduğuna sıcacık (pozitif) bir şekilde inanmışsınız. Doğrusu ya, bu kadar hoş mesaj yazan birine evrenin (inancınıza göre Allah’ın, Ana Tanrıça’nın, Buda’nın, Şiva’nın, pozitif kuantum fizik geometrisinin vb.) bir ödül ya da armağan gönderdiğine ciddiyetle inanıyorum. Beyin elektriği pozitif olan (böyle armağanlara gerçekten inanan, odak ile senkronize yaşayan) kişiler evrenlerini böyle kurdukları için kimi zaman bu tarz olaylarla karşılaşırlar.

Kuantum mekaniğinden palmistry’ye geçelim: Kalp çizgisi ve akıl çizgisi gerçeklerden söz ediyor olabilirler; çünkü bu yaşıma dek, neredeyse her seferinde çok yüzeysel bir bakışla bile el sahibinin kimliğine paralel veriler sunduklarını izlemişimdir. Aynı şeyi kesinlikle hayat çizgisi için söyleyemem. Yaşlı olduğum için arkadaşlarımın hem ellerine bakmış (bazılarının avuç haritalarını mürekkep ile almış), hem de diğer aleme göçmelerini izlemek zorunda kalmış biri olarak bu çizginin gerçekleri ifade etmediğini bilfiil izledim.

Konu açılmışken kalp ve akıl çizgisi hakkında çok ufak bir-iki tüyo vereyim: Akıl çizgisi kısa, kırmızı ve kalın kişiler içgüdüsel, savaşçı, pratik, fazla derinlerden hoşlanmayan kimselerdir. Bu çizgi uzadıkça ve inceldikçe entelektüel, ruhsal sorunlara eğilimli, hayata akıl penceresinden bakan, pratik çözümler üretemeyen bir kimlik yaratmaktadır. Kalp çizgisi ise ne kadar bozuksa (üzerinde minik çizgiler, noktalar varsa, kırklıysa) kişi aşk ilişkilerinde düş kırıklığına uğramaktadır.

Asıl incelenmesi gerekli el ise kişinin yazı yazarken (kalem tutarken, eşya kullanırken) kullandığı elidir. Diğer el dünyaya gelirken birlikte getirilenler, kullanılan el ise bu getirilenlerin işlenmiş halidir.

Ancak çizgilerdeki çatallanmalar genelde hoş karşılanmazlar. Çizgi ne kadar düzgün ise (lekesiz, kırıksız, üzerinde minik başka çizgiler olmayan yapıdaysa) ifade ettiği alan o ölçüde sorunsuz ve mutluluk verici olacaktır. Bu yüzden kalp çizginizin işaret parmağınız altında çatallanması (aynısı bende var) gönül işlerinde aradığınızı bulamayacağınızı gösteriyor olabilir. (Bu konuya hemen kuantum bilimi çerçevesinden bakalım ve cümleyi “Eğer İNANIYORSANIZ gönül işlerinde aradığınızı bulamayacağınızı gösteriyor olabilir” diye düzeltelim.) Benim sizin eliniz hakkındaki yorumum ise izlediğiniz kalbin çok anlamlı olması ve bu durumun düzeltildiğinin müjdesinin size sevgi ile ilgili bir günde verildiği yönünde. Evren size içinizde yarattığınız sıcaklığa armağan olarak kaderinizi pozitive ettiğini göstermiş. Tabi ki sizin bana ulaşacağınızı ve benim aracılığım ile bu bilgiyi alacağınızı da biliyor. Evet, bu sözler bilim dışı, ama madem ki ben inanıyorum, o zaman öyledir… ve bu mekanizmanın gerisinde bilim vardır! 🙂

“Bir yanim ‘böyle gereksiz seylerle adami ne mesgul ediyorsun be’ dese de”
Olur mu öyle şey! Aldığım en güzel ve anlamlı sorulardan biri bu! Hem unutmayın; bir konu sizin için gerçekten önemli ise, önemlidir. Bizim görüşlerimize ters yönlü olduğunu bilindiği halde, soru değil, kişisel düşünceyi savunma amacı taşımadığı koşullarda, her soru benim için de önemlidir; müsterih olun. Ayrıca -kimse kusura bakmasın- bir kişinin heyecan içinde sorduğu her konudaki soru, bizim eğitimdeki Anisotropic Hyperfine Coupling ile manyetik eşleşme hakkındaki derslerden çok daha önemli olabilir. Kendinize sınır koymayın. Size heyecan, coşku, ümit veren her şey çok önemlidir… hatta kutsaldır. Bırakın asık suratlı ataerkiller ayıplasınlar. BUNDAN MEMNUN OLUN; çünkü bu tavır ataerkil olmadığınızın kanıtıdır.

Okumayı sürdürün >>


SORUNUZU İLETİN!

Karsi Cinsle Romantik Iliskiler Üzerine (Çok sayıda kadına çekici gelmek)

Selam Janus!

Benim sorum karsi cinsle romantik iliskiler üzerine. Soruyu spesifik olmasi adina bu sekilde daralttim çünkü normal iliskilerde herhangi bir sorun yasamiyorum. Ancak konu romantik bir deneyim yasamaya gelince tabiri caizse çuvalliyorum. Bunun üzerine çalismadim degil, çesitli yabanci kitaplar okudum, taktik gelistirdim hatta the Red Pill kaynaklarini bile hatim ettim. Sonuç alamadim, teorik bilgi var ancak pratige -henüz diyelim- yansimadi.

Benim için görünüs olarak ortalama ve belki biraz üstü diyebiliriz. Bu sebepten ötürü kizlarin ilgi gösterdigi olmuyor degil, ancak bunun devamini benim nasil getirmem gerekiyor orada kafamda soru isaretleri var. Gelen ilgiyi yönetemiyor ve bunu kanalize edemiyorum gibi geliyor. Bir süre sonra da bu ilgi kivilcimlari da kayboluyor. Bu süreç içerisinde de yasadigim sikici bulunma, konusacak ilginç bir sey bulamama ve hata yapma gibi de duygularim oldugunu da belirteyim.

Hem majikal yönden hem de beseri iliskiler yönünden görüs ve yardimlarini rica ederim.

Iyi günler!

YANIT

“Sikici bulunma, konusacak ilginç bir sey bulamama ve hata yapma” benzeri duygularınızın olması, beyninizde kaygı ve güvensizliğin bulunduğu manasındadır. Kaygı ve güvensizlik NE celp eder; NE ise sadece çekiciliği yok etmez, ortamı da stres içine sokar. Bir diğer açıdan bakalım: Beyninizde stres varsa, bu EM alanınıza, yani auranıza yansır. Konuşma akmaz. İletişim/kaynaşma sağlanmaz. Eğlence tesis edilemez.

Ancak konuşmanın akıcı olmaması birbirlerini yeni tanımakta olan kişiler arasında, flört ilişkisi dışında da görülebilir. Doğaldır bu… Bir çeşit tanışma, çakışma adına stand by, ya da ilerlenecek yönü kestirememenin verdiği boşluk durumudur. Bu süreç, küçük miktarda alkol alarak daha kolay aşılabilir.

Böylece yanıtıma genel bir giriş yaptıktan sonra romantizmden pek anlamadığımı söyleyerek devam edeyim. Duygular, fazlaca ilgi alanım değil. O yüzden iyisi mi, gelin size “çok fazla hanıma çekici gelme yolları”ndan söz edeyim. Yanıt içinde kıvılcımları aleve dönüştürme konusunda yararlı bulacağınız öneriler olabilir.

İlk başta görüntü diyelim; çünkü herkes karşısındakini tanımadan önce görüntüsü ile karşılaşır. Görüntü çekemedi ise, muhteşem bir karakteriniz olsa ne yazar? Başarılarınız ancak iş ya da arkadaşlık ortamında sizi tanıma fırsatı bulanlarla kısıtlı kalır. Oysa sokakta yürürken, hatta evinizde veya iş yerinizde pencereden bakarken bir dolu aday ile karşılaşmaktasınız. Görüntü bu adayların gerçek anlamı ile size özel adaylar olmalarını sağlayacak önemli bir unsurdur.

  • POSTURE… yani duruş. Duruş inanın ki olayın %70idir. Kısa ya da aşırı uzun bir boyu, göbeği, sıskalığı, çelimsizliği, ya da tombulluğu harika şekilde kamufle edebilir. Duruşunuzu değiştirerek BİR ANDA felaketten yeni çıkmış birine, ya da bir cenkten dönen muzaffer komutana dönüşebilirsiniz.

    Rahat ve güvenli bir duruş için dik olmanız gerektiğini biliyorsunuzdur. Ben ise size ek bilgiler vereceğim: Öncelikle trapez adalelerinizi gevşetin. Omuzlarınızı ileri-geri, yukarı-aşağı oynatın ve bu adalelerdeki tension’u yok edin. Bu durum kasılmaya bağlı kambur duruşu giderir. Göbeğiniz varsa içeri çekerek yürümeyi alışkanlık edinin. Çenenizin alt çizgisi genelde yere paralel, daha iyisi çene ucunuz biraz yüksek olsun. Ancak dik ve güvenli duracağım diye yine kendinizi kasmayın. Hem rahat (gevşemiş), hem dik (sağlam) durun. Vereceğinizi mesaj şu olmalı: “Önemliyim, güçlüyüm, güvenliyim… ama ukala dümbeleği ya da küstah değilim. Uzlaşmaya, kaynaşmaya açığım.”

  • BEDEN DİLİ ve YÜRÜYÜŞ: Aynı aktörün, aynı yüz ve vücut ile bir filmde bir zavallı, diğerinde bir savaşçı rolünü oynayabilmesinin beden dili ve yürüyüşündeki farka dayandığını çözün. (Örneğin aynı Adrien Brody, Wrecked’de zavallı, Experiment’da “sivri” aktivist, King Kong’da duygusal karakterdir.) Yürüyüşünüzü de rahat ve güvenli kılın. Kabadayı gibi yampiri, resmî geçitteki asker gibi sert, okula yeni başlamış çocuk gibi ürkek, zifaf odasına ilk giren acemi damat gibi tedirgin adımlar atmayın. Alçak dağları ben yarattım havası da takınmayın; komutan, lider, kral, mıral olmaya kalkmayın. Erkek olun.

    Ayrıca beden dilinize ve yürüyüşünüze seksilik katın. (Fashion kanallarında erkek mankenlerin yürüyüşü taklit edebilirsiniz.) Unutmayın; bardak tutmaktan, sigara yakmaya; arabaya girip çıkmaktan, garsondan hesap istemeye; selam vermekten, gülümsemeye değin her hareket seksi olabilir. Çekinmeyin; ayna karşısında çalışın.

  • GİYİM: Başarılı jigoloların TÜMÜ şık erkeklerdir. Ne son modayı izleyin, ne de demode olun. “Ben erkeğim, savruk ve dağınığım” Amerikan palavrasını hemen kafanızdan atın. Ayrıcalıklı olmak ve dikkat çekmek, şıklıkla çok kolay elde edilir. Ancak şıklaşacağım diye “İki dirhem bir çekirdek” şekle girmeyin. Pahalı ayakkabınız eskiyecek diye seks seke yürümeyin. Kıyafetin asla esiri olmayın. Şık kıyafetleri serüvenci aldırmazlığı ile taşıyın. Bırakın keten ceketiniz biraz buruşuk olsun. Ama eve dönünce bekarsanız hemen ütü başına geçin. 😀 Unutmayın: Hem şık, hem de maceracı durmak, çok önemli bir baştan çıkarıcıdır.
  • AKSESUAR: Aksesuar kullanın. Zevkli bir bileklik veya yüzük, imkanınız varsa kaliteli (kesinlikle astronomik rakamlı -dikkat çekici- olmayan) saat takın. Abartıdan kaçının. Takılarınızı sizde efemine bir hal yaratmasın.

    Şık bir çakmak ve/veya çanta, ya da cüzdan edinin. Detaylarla “önemliyim/klasım” (aslında “kendimi önemsiyorum, önemsemeyi biliyorum, seni de önemseyebilirim, seni taşıyabilirim”) mesajı verin.

  • PARFÜM: Paraya acımayın; taksitle de olsa fiyatı en az 400 TL olan bir parfüm edinin. Hz Muhammet’in dediği gibi: Bu dünyada sevilecek (önemsenecek) üç şeyden biridir güzel koku. Zırt pırt koku değiştirmeyin. Yaz kokusu, kış kokusu, akşam kokusu, ikindi kokusu, yatsı kokusu gibi laflara kulak sallamayın. En az bir yıl üzerinize yapışacak bir parfüm seçin.

Görüntüyü cilaladık… Kadınlar artık bize daha bir göz atıyor, ya da zaten göz atıyorsa bakma süresi uzuyor… Süper… Şimdi geldik işin zor yanına…

Dikkatini çektiğiniz ve flörtün ilk adımlarını atmakta olduğunuz bir kadının ilgisini nasıl katlarsınız? Ya da çevrenizdeki kadınlara nasıl davranırsanız onlar “Ya, bu çocuk/adam pek tipim diil, ama çok tatlı yaaaa…” dedirtirsiniz? Hatta sizin sorunuzda yer alan şekli ile “işin devamını nasıl getirirsiniz?”

Şimdi bu konuya girelim.

Sadece kadınları değil; patrondan, ev sahibine, komşudaki yaşıt hemcinsten, iş arkadaşınıza dek tüm insan ve hayvanları kendinize tek bir şekilde çekersiniz: Onları mutlu ederek! 🙂

Bu kadar açıktır denklem.

Kadınlar uzaylı değil, diğer canlılardan (örneğin erkeklerden, ya da petlerden) farklı bir şey istemezler; yani onlar da temelde kendilerini iyi hissetmeyi, beslenmeyi, eğlenmeyi, rahatlamayı beklerler. Tüm canlılar gibi kadınlar da yanınızda mutlularsa, en azından sizinle olunca pozitif duygular hissedebiliyorlarsa sizde uzak kalmak istemezler.

Peki; kadınlar spesifik olarak nasıl mutlu olur?

Çok basit: Her insan/canlı gibi istediklerinin verilmesi ile!

Yani çevrenizde çok sayıda aday olmasının ana kuralı karşınızdaki hanımın ne istediğini, ne beklediğini, neye ihtiyacı olduğunu SEZMEK, ikinci kuralı ise bunu vermeye istekli olmak kadar, vermeyi de becerebilmektir. Bu, sanıldığı kadar kolay bir şey değildir; sezmek (biraz olsun yeteneğiniz ve gözlem kapasiteniz varsa) kolaydır… vermek (vermeyi istemek ve becermek) ise hayli zordur. 🙂 Beklenti; pahalı restoranlarda akşam yemeği, çekici armağanlara boğulma, sanat faaliyetlerini izleme, hanımın hobisine ilgi, kariyerine odaklanma, çocukları/eski eşi ile sorunlarını dinleme, politik eğilimine ilgi gösterme vb. olabilir. 🙂

Aday hanımın kişiye özel isteklerini sezemiyorsanız ortalamaya oynayın:

  • İlk hata: Kadınlar kendilerini güldüren erkekleri severler lafını çöpe atın. SİZ onun laflarına gülün. Ona, eğlenceli bir kadın olduğunu düşündürün. Kesinlikle yapay olmayın! Kadınlar gerçeği (yani onu avlamak istediğinizi) hemen sezerler ve kapanırlar. Onun sözlerini gerçekten eğlenceli bulmaya koşullanın. Onun alanına senkronize olun. Kısa sürede sözlerinde ilginç noktalar bulup gülebileceksiniz.
  • İkinci büyük hata: Çok fazla iltifat etmeyin! Arada güzel sözler söylemeyi becerin; ama beğeninizi daha çok -sözde- saklamaya çalıştığınız bakışlarla belli edin. Örneğin sergilediği (ya da açılan, hatta güzel olduğuna inandığını düşündüğünüz) yerlerine gizlice (tabi ki aslında gizlice değil) ısrarla, yiyecekmişçesine ama farkında değilmiş gibi bakın ve yakalanınca -çok utanmış veya rahatsız olmuş gibi- hemen gözlerinizi çekin. Hayranlığınızın olduğunu ama bunu elli etmemeye çalıştığınızı düşündürün. Böylece ona hayran olduğunuz konusunda daha inandırıcı olacaksınız.
  • Kıskanın. (Aslında gerçek yaşamda asla ve asla kıskanmayın, ama kıskanıyor gibi yapmayı öğrenin.) Kaynana dırıltısı gibi kafa ütüleme tarzında değil, sert ve biraz ürkütücü bir bakış, çok öfkelendiğinizi ama kendinize hakim olduğunuzu belli eden bir beden dili mesajı, AZDAN BAŞLAYARAK getirilecek kısıtlamalar hoşa gidecek olabilir.
  • Sakın ola kıskandırmayın! Kıskandırma gibi -roman ortamı çekişmesi benzeri- çerden çöpten işlerle başarı elde etseniz bile, bunlar kısa sürede gözünüz çıkartırlar. Böyle acı verici yollara girerseniz NEyi şıp diye celp eder, bir çuval inciri berbat edersiniz. Hiç korkmayın; sadık olduğunuz, sadece ona değil, herkese sadık olduğunuz vurgulayın. Hafif ilişkilerde tabidir ki olmak zorunda değilsiniz. 😉 (Hanımlar beni affedin. Gündelik ortamda erkeğin çapkınlığını engellerseniz, yaşam sevincini ve heyecanını yitirmiş bir canlı cenaze ile kalırsınız. Erkeklerin sizden başkasını ilginç bulmalarını baskı yaratıp, yaldızlı kurallar koyarak engelleyemezsiniz. Yerine taktik uygulayın. 😉 )
  • Hanımları konuşturun. Hanımın kimliğine göre (kariyeri, eşi, eski eşi, çocukları, köpeği, hobisi, çocukluğu, ailesi vb. hakkında) küçük sorular sorun. GERÇEKTEN aklınızı verip dinleyin. Lafını az kesin.
  • Kendinizden ise mümkün olduğunca az söz edin. Onu öğrenin. Bir süre sonra o cascavlak ortada olsa da, sizin hakkınızda çok az şey bildiğini fark etsin… merak etmeye başlasın. Merak sizi daha fazla düşünmesine, arkadaşları ile daha fazla konuşmasına, böylece beyninde daha köklü bir alan oluşmasına neden olacaktır.
  • Küçük yalanlar söyleyin! (Hanımlardan yine özür diliyorum.) Yalan, karşı tarafta reel bir zarar vermeyecekse; ondan reel bir çıkar elde etmeyi değil, hoş, eğlenceli ve rahat bir ortam yaratmayı hedefliyorsa, yararlı bir kıvraklık olabilir; cansıkıcı ve tekdüze ortamları yaldızlayabilir. (Müslümanlıkta pozitif ortam (hayr) yaratmak adına yemin bozmaya bile izin vardır.) Örneğin kankanızla anlaşın, arada size gizemli telefonlar gelsin! Kısa iş görüşmeleri yapın. 😉 Bir toplantıyı onun için erteleyin. 😉 Israrcı eski sevgilinize sert ama kibar kapı kapatın. 😉 Karşınızdaki hanımın etkileneceğini düşündüğünüz konuda bulun bir şeyler.
  • Ama önemli konularda kesinlikle dürüst olun. Ciddi konulardaki gerçek dışı sözler başınıza ciddi belalar açarlar. Önemli konularda gerçekleri söyleyerek varsın bir muharebeyi yitirin… meydan savaşı sizin olacaktır.
  • ASLA kadınlara duygularınız hakkında rol yapmayın. Yutturamazsınız. Onların sezgilerini bizler aşamayız. Beyninizden “Şu safhayı atlasam da bi halvet olsak” beklentisini SIFIRLAYIN; beyninizde “Ya bu safha da çok eğlenceli be” kalıbını yaratın. Önünüzde bir sınav, geçmeniz gerekli bir Sırat köprüsü, elden kaçabilecek bir av değil; eğleneceğiniz bir ortam olduğunu fark edin. Hem kendinizi eğlenmeye odaklayın, hem de eğlendirmeye çalışın. Eğlendiğinizi belli ederseniz kadınlar -onunla çok eğlendiğiniz- düşüncesinden büyük mutluluk duyarlar. Rahatlarlar.
  • Kadınları rahatlatın. Kadınların PEK ÇOĞU BÖYLE UYARILIR! Emek vererek yapılmış bicepsler, sıkı ve adaleli kalçalar, havalı sigara yakışlar, seksi bel altı konuşmalar, yandan-yandan vahşice bakışlar yeri gelince kadınları uyaracak olabilir; ama kadınları -özellikle cinsel açıdan- en fazla uyaran rahatlamadır!

    Rahatlama, kadınların -bebeklikte bağlanmaya başlayan- zincirlerini önce gevşetme, sonra kırma anlamındadır. Onları rahatlatamazsanız, Adonis olsanız ve size deli olsalar bile belli etmeyecek, eyleme geçemeyecek olabilirler. Yani kadınların rahatlaması, diğer her canlının rahatlamasından daha fazla önem taşımaktadır. (Ancak bu konuda ileri giderseniz, sizin yanınızda çok fazla rahatlarlarsa, sizi arkadaşları olarak görmeye başlayacaklarını da göz ardı etmeyin. İşi dozunda tutun. “Ben Tarzan, sen Jane” havasını dağıtmayın.)

  • Liderliği elden bırakmayın. Hafif bir otoriteyi daima gizliden gizliye hissettirin. Onun arkadaşı olmayın, bunu denemeyin bile. Arkadaşlarla seks yapılmaz. 😀
  • Modern görünümlü ama eski tip bir erkek olun: Beyefendi olun. Centilmence davranın. Hesabı ödeyin. Kapı açın. Hatır sorun. Merak edin. Armağan alın. Notlar yazın. Arayın. Bunları hanımın ilgisine paralel dozda yapın. Boğmayın. Abartmayın. Şımartmayın.
  • KADINLARI GERÇEKTEN SEVİN. Onları, birlikte güzel vakit geçirilecek farklı ülkeden/kültürden gelen egzotik turistler olarak görün. Sadece yatakta değil, onların tüm gerçekleri ile temaslardan keyif alın. Kadın eskortların pek çoğu lez eğilimli oldukları halde işlerinde başarılı olabilirler. Oysa bu yaşıma dek kadınları gerçek anlamlı ile sevmeyen tek bir başarılı profesyonel jigolo ile tanışmadım. Kadınlar -bizler gibi- iki seksi ahlama, göğüs/popo zıplatma, saç savurma gibi ekstraları “yemezler”. Onlar bizlerin içini görürler… içinizde sevgi yaratın.
  • Hayatı da sevin. Her anında bir heyecan, bir eğlence, komik bir durum olduğunu görün. Eğer bu gözle bakmayı becerirseniz, giderek beyninizde böyle kalıplar oluşacak, giderek PE çekecek, çektiğiniz PE ile size en uygun eşin geldiğini fark edeceksiniz.

Ve acı bir haber: Size en uygun eş geldiğinde, paldır küldür kurduğunuz haremin kapısına kilit vurmaya koşacaksınız. Hayır; yaramazlıklarınız duyulmasın diye değil: Harem idare etme külfetinden bir an önce kurtulmak ve yeni içine girmeye koyuluğunuz büyülü ortama bir an önce balık atlamak adına…

Sonra günler geçecek, devran dönecek, bebeklerin bile büyüyüp yaşlanmaları gibi aşk da önce yaşlanacak, sonra sönüp küllenecek. İşte o zaman bir kez daha, yeni bir şevk ile hareme yollanacak, etrafın tozunu alacak, yeni güzellere bir kez daha yer açmaya neşe içinde koyulacaksınız.

Bunda yanlış bir şey yok.

Yaşam böyle bir yer. 🙂

Velhasıl-ı kelam; sözlerimi eksiksiz uygularsanız, her sabah güneş doğup, akşamları batıyorsa, ataerkinin tüm yıldırım fırlatmalarına rağmen evren bildik şekilde işliyorsa yani… bana inanın: Başarısız olmanıza imkan yok.

[Ve de son olarak bizim buralardan bir öneri: Maji yapın (öğrenin)! İnsanların hayatına müdahale etmeden, çok sayıda flört sahibi olmak, çekici bir aura yaratmak, kadınların dikkatini çekmek, gençleşmek, kendine güvenmek, rahatlamak, hatta harem kurmak 😀 benzeri konularda majikal çalışmalar yapılabilir.]